16 Nisan’da gerçekleşecek olan Cumhurbaşkanlığı Sistemi referandumu hakkındaki görüşleriniz neler? Sistem Türkiye’ye ne getirecek?
Her şeyden önce, muhalefetin itiraz ettiği noktadan yahut iktidarın anlatmaya çalıştığı noktadan bakacak olursak; Sayın Kılıçdaroğlu’nun 18 yaş, askerlik mevzuuyla ilgili bir açıklaması oldu. “Biz 18 yaş milletvekilliğine karşı değiliz, askere neden gitmiyorlar?” diye bir açıklamaydı bu. Sayın Cumhurbaşkanı “hanım kardeşlerimiz de milletvekili olacak” mesajını verdi. Daha sonra Kılıçdaroğlu, “parlamenter sistem ile Türkiye, İslâm dünyasının yıldızı oldu” dedi. Bunları şu sebepten söylüyorum, muhalefetin anayasayla ilgili itiraz ettiği şeyler, sağlam zemine oturtulacak şeyler değil. Bu da beraberinde çelişkili açıklamaları getiriyor. Referanduma temel itiraz noktası, Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olması… “Diktatörlük, tek adamlık” da Avrupa’nın başından beri pompaladığı bir ifade. Burada kaçırdığımız iki nokta var; bir, şu an Türkiye’de genç kitle çok. Bu genç kitle Türkiye’deki koalisyon dönemlerini hatırlamıyorlar, yani Ak Parti iktidarından öncesini. Ak Parti 15 yıldır iktidarda olduğu için yeni jenerasyon koalisyon dönemini çok fazla anlayamıyor. Genç kitle, “Türkiye’de hep istikrar vardı, o zaman tek adam yönetimine karşı çıkalım” diyebilir. Ak Parti geçmişi iyi anlatamadı diye düşünüyorum ben. Koalisyon döneminde yaşananlar gençlere anlatılmalı. İkincisi ise, Türkiye’de bir Recep Tayyip Erdoğan realitesi var. Bunu bütün dünya biliyor, kabul etmek durumunda. Zaten hayata geçirilmek istenen sistem, fiilen bir şekilde uygulanıyor; bu Recep Tayyip Erdoğan sayesinde. Mesele Tayyip Erdoğan meselesi değil. Erdoğan bugüne kadar bu sistem olmadan Türkiye’yi yönetti. Onun kendisinden sonrasına dair kaygısı var... Muhalefetin anlayamadığı bu, Tayyip Erdoğan bir gün gidecek. Onunla ilgili bir mesele değil bu, dünya fani. Beş sene sonra, on sene sonra, Allah ne kadar ömür verdiyse Erdoğan süreci devam edecek. Tayyip Erdoğan zaten bunu söylüyor, “mesele ben değilim, ben zaten faniyim” diyor. Bir de muhalefetin şunu anlamadığını düşünüyorum; Erdoğan’dan sonra daha düşük profilli birisi dahî gelse yahut güçlü liderlik vasıflarına sahip olmasa bile, kurulan sistem ile Türkiye’yi yönetebilecek pozisyonda olacak. Yani cumhurbaşkanının yetkileri itibariyle, Türkiye istikrarsız bir duruma düşmeyecek. Eğer işler yolunda gitmiyorsa, ya meclis ya da cumhurbaşkanı feshedilecek. Daha sonra yeni bir döneme gidilecek. Dolayısıyla, bu sistemin bir kere mevcut yönetimle bir ilgisi yok. Bu sistem tamamen Tayyip Erdoğan’dan sonra Türkiye’nin istikrarıyla alakalı… Yeryüzündeki hiçbir demokrasinin mükemmel olduğunu düşünmüyorum. Mükemmel bir beşerî sistem yeryüzünde zaten olamaz. Mükemmel sistem, ne Avrupa’da, ne Asya’da, ne de Amerika’da var. Bir sistem üretiyorsunuz, “bu sistem Avrupa’da yok, orada yok, burada yok” diyorlar. Başka bir yerden sistem alınca da, “Türkiye’nin sosyolojisi farklı” diyorlar. Dolayısıyla Arap Baharı sürecinde neyi konuştuk, “Tunus’ta olan Libya’da, Libya’da olan Mısır’da olmuştur” dedik. Bu bakış açısının ne kadar sıkıntılı olduğunu gördük. Bu ülkelerin demografileri farklı, bazı yerlerde mezhepler farklı, bazılarında etnik unsurlar değişik, sosyolojik farklılıkları var.

Neticeler de farklı oldu.
Evet. Dolayısıyla ülkeleri birbiriyle kıyaslamak biraz sıkıntılı. Bazen cemaatleri bile kıyaslayamıyorsunuz. Hatta partileri bile. İnsanın olduğu her yerde çeşitlilikler var. Siz Avrupa’nın herhangi bir ülkesinin başkanlık sistemini alıp, kendinize uygulayamazsınız. Türkiye bambaşka bir ülke, sosyolojik açıdan, kültürel olarak farklılığı ortada. Dolayısıyla Türkiye’ye has bir sistemi oluşturmaktan daha tabiî bir şey yok. Bir şeyi eleştirirken, iyi okumak lazım. Yani muhalefet etmek için muhalefet etmek çok zararlı, bunu görüyoruz.

Muhalefet etmek için mi muhalefet ediyorlar yoksa bu kavganın derin bir sosyolojik arkaplanı mı var?
Türkiye’deki İslâmcıların da zihninde soru işaretleri vardı. Ak Parti içerisindeki küskünler vardı, “acaba hayır mı desek” diyen bir sürü insan vardı. Partiden ayrılmış olan kişiler vardı. Biz kavganın Erdoğan’ın şahsına olmadığını, başka bir boyutu olduğunu ne zaman fark ettik; Hollanda’da yaşanan meselenin ardından. İşte o zaman tamamen anladık ki, meselenin başka boyutları var. Avrupa’nın tamamını taradığınızda, manşetleri gördük; “hayır deyin”. Osmanlı’nın çöküşünden bu yana Avrupa ile olan münasebete baktığınızda, onların Ortadoğu ülkelerinde hep çıkarları olduğunu görürsünüz. Sadece Türkiye’de değil. Avrupa’nın siyasî çıkarlarını muhafaza eden iktidarlar diktatör olunca herhangi bir tepki yok. Örneğin Mısır, bambaşka pozisyonlarda olduğu süreçleri gördük. Yahut “basın özgürlükleri”nden bahsedenler, Gazze’de CNN muhabiri İsrail’e karşı iki cümle kurdu diye Sibirya’ya sürdü. Orada “basın özgürlüğü” anlayışlarını gördük. Yahut Mısır’da darbe olduğunda, darbenin meşruiyet kazanması için Avrupa Birliği yüksek temsilcisi defalarca Kahire’ye gidip Sisi ile görüştü. Seçilmiş cumhurbaşkanı Mursi’ye yönelik operasyonlarda sessiz kaldılar. Akabinde dünyaya kendisini demokrasinin hamisi olarak gösteren ABD’nin Sisi ile kurduğu ilişki. ABD eski Dışişleri Bakanı John Kerry üstünün aranmasına rağmen Kahire’de cumhurbaşkanlığı sarayına girdi. Olay seçim, demokrasi, insan hakları, özgürlükler falan değil. Dünyanın hiçbir yerinde böyle olmadı. Türkiye’ye yönelik operasyonlar arttığında, 7 Şubat, 17-25 Aralık, 7 Haziran, 15 Temmuz süreci, Hollanda’da yaşanan hâdise.

Gezi Parkı...
Bunlarla karşılaştığımızda ne yapılmak istendiğini anladık. Mısır’da darbe olduğunda, Erdoğan’ın resminin üzerine çarpı işareti atılıp, “sıra sende Erdoğan” manşetleri atılmıştı. 2013 yılının temmuz ayında yapıldı bu. Batı ve Batıcıların yaptıkları işe bakın, Hollanda’da yaşanan hâdiselerde aslında gerçek yüzleri bir defa daha görüldü. Mesele tek adamlık, diktatörlük, özgürlük falan değil. Hiç olmadı. Saddam Hüseyin ne zaman Kuveyt’i işgal etti, tek adam ilân edildi. Dünyada bir sürü diktatörlük mevcut, Amerika ile ilişkisi çok iyi. Söylemek istediğim şey şu; sizin ülkenizdeki kurallar onların çıkarlarını tehdit etmiyorsa, bir problem yok. Ama Mısır’da demokrasi ile seçilmiş Muhammed Mursi ölebilir.

Esasında Batı’nın “insan hakları, demokrasi, özgürlük” anlayışı kendilerinin dışında kalanlar için geçerli değil.
Üzerlerine giydiği demokrasi elbisesi, “basın özgürlüğü”, “insan hakları” hikâyeleri şuraya kadar oluyor; siz CNN International’da, Reuters’de, BBC’de aykırı bir haber yapabilirsiniz. Hatta o haberi servis edip, size ne kadar “özgür” bir basın olduğunu anlatırlar. Ama siz BBC’de İngiltere’nin gündemini değiştirecek, uluslararası toplumun tepkisine sebep olacak bir haber yayınlatamazsınız. Bunu yaptığınız anda görevinize son verir, hakkınızda soruşturma başlatırlar. Sonra hayat hikâyeniz bambaşka bir yöne gider. CNN’de de bunu yapamazsınız. Televizyonculuk, medyacılık masraf edilenden daha ehemmiyetli bir iştir. Bunlar hep algıları yönetmek için yapılmış, düşünülmüş işler. Bunlar maksatlara göre finanse edilir. Bunların işi toplumun algılarını yönetmektir. O zaman sadece gazeteciliğin kurallarına uyarak Ortadoğu’da bir çalışma yapın. Bir belgesel hazırlayın, BBC’de yayınlatın bakalım. Mesela BBC İngiltere’nin Irak’ta neler yaptığını bir yayınlasın bakalım!..

Faşizm ve popülizm Avrupa’nın genlerinde olan bir şey. Önceden de bunu alenen yapıyorlar da biz mi görmüyorduk, yoksa son süreçte bir artış mı var?
İnsanlar kriz anlarında gerçek yüzlerini ortaya çıkarıyorlar. Türkiye Cumhuriyeti bugüne kadar IMF ile borçları olan, sürekli sıkıntılar içerisinde olan bir devletti. Başbakan Mesut Yılmaz’ın Macaristan’da burnu kırılmıştı. Şöyle bir şey hayal edebiliyor musunuz, Tayyip Erdoğan’ın Amerika’da burnunun kırılabileceğini... Böyle bir şeyi hayal edebilir miyiz? Bırakın bunu hayal etmeyi, Macaristan’da başbakanımızın burnunu kıran adamı bulamadık bile... Kaçtılar, üzeri kapatıldı. Türkiye başbakanı, Litvanya başbakanıyla otururken tedirgin oluyordu. Böyle bir dönemden şimdiki sürece bir bakın; bambaşka. Tayyip Erdoğan’ın durduğu yere, uluslararası toplantılardaki tavrına, tarzına bakın. Türkiye’nin Batı’da ortaya çıkarttığı endişeyi görüyoruz. Erdoğan, “Avrupa’da beş tane çocuk yapın” dedi Türklere. Aman Allah’ım bütün Batı bunu konuşuyor. Tedirgin oluyorlar. Çünkü çok savunduğu “demokrasi” bir gün karşısına çıkacak. Yaşlanıyor nüfusu. Avrupa kriz anlarında bu tedirginliğini saklayamıyor. Hollanda’nın yaptığını, Türkiye yapsaydı dünya ayağa kalkardı. “İşte Türkiye’deki faşizm” derlerdi. Kampanyalar, kampanyalar. Şimdi bile “diktatörlük” diye bağırıyorlar. Avrupa’nın göbeğinde sizin bakanınızı arabanın içerisine hapsediyorlar, diplomatik pasaportu olmasına, dokunulmazlığı olmasına rağmen sınır dışı ediyorlar. TRT’den, Anadolu Ajansı’ndan gazeteci arkadaşlar benzin istasyonunda altmış Hollanda polisi tarafından sıkıştırılıyor. Gözaltına alınıyor, sınır dışı ediliyor. Sonra da “basın özgürlüğü”nden bahsediyorlar... Hikâye. Hiçbir zaman olmadı. Libya’da olmadı, Irak’ta olmadı, Suriye’de olmadı, Türkiye’de de olmadı. Hiçbir yerde olmadı. Bunu görmek lazım. Bunların çıkarlarını gözetmediğiniz an, tepkilerini görüyorsunuz. Bir de şöyle bir şey var; Avrupa’da son yıllarda Müslümanların nüfusunda artış var. Beraberinde İslâmafobi, faşizm ortaya çıktı. İslâmafobiyi hortlatan örgütler ortaya çıktı, DAİŞ mesela. İslâm ile alakası yok. Bunlar İslâm topraklarında faaliyet gösteriyorlar, öldürdükleri adamların çoğu Müslüman. Bir de Müslümanlar ve Müslüman olduğunu zanneden örgütler Batı’dan silah alıyor. Sonra birbirimizi öldürüyoruz, öldürünce de İslâmafobi hortluyor. Batı “Müslümanlar teröristtir” algısını yaymaya çalışıyor. İslâm coğrafyasındaki terör örgütlerinde evet Batı’nın bir suçu var. Ama biz bunun arkasına sığınamayız. Sormamız gereken soru bu, biz neden buna alet oluyoruz. Müslümanlara “terörist” damgası vurmaya çalıştılar. Yıllardır medya üzerinden bu algı yapıldı. Sakallı bir Müslüman gördüğü zaman terörist demeye başladı insanlar. Hâlbuki dedelerimiz, babalarımız hep sakallı insanlar. Bu medya aracılığı ile yapıldı. Batı’daki terör saldırılarını da konuşmamız lazım. Radikalleşme, Selefileşme, İran’ın mezhep merkezli yayılmacılığı, Suudi Arabistan’da Vehhabîliğin güçlenmesini konuşmak lazım.
İslâm dünyasında sürekli artan bir kutuplaşma var. Müslümanlar birbirlerini tekfir ediyor, birbirini öldürecek kıvama geliyorlar.

Savaşın bir tarafında Vehhabîler, diğer tarafta Şiîler var. İkisi de yayılmacı politikalar seyrediyor. Ehl-i Sünnet vel Cemaat yolundakiler olarak, biz, bu iki kutbu nasıl durduracağız?
Bu bağlamda Türkiye en itidalli İslâm ülkesi. Ehl-i Sünnet’in temelinde ifrat ve tefritten uzak durmak var. Ehl-i Sünnet’e göre Ehl-i kıble tekfir edilemez. Kim namaza durduysa, kelime-i şehadet getirirse Müslümandır. Şu anda Müslümanların birbirlerine yaptıklarını, İslâmî çerçeveden yorumlamak mümkün değil. Meselemize dönecek olursak, Avrupa’daki İslâmafobi, Avrupa’da FETÖ üzerinden dönen krizler, DAİŞ İslâm’a ve Müslümanlara zarar veriyor. Ayrıca İngiltere’nin Brexit kararı, Avrupa’da aşırı sağın AB’yi dağıtma teşebbüsleri. Hollanda yeni bir seçim atlattı, Rutte kazandı. Wilders oylarını artırdı, AB’den çıkılması gerektiğini ifade etti. Fransa’da Le Pen seçimlere gidecek, o da AB’den çıkılması gerektiğini ifade ediyor. Almanya’da yükselen bir sağ var. Merkel Hollanda krizinden önce, “Türkiye’yi kaybetmemeliyiz, ilişkilerimizi toparlamalıyız” diye demeç verdi. “AB üyeliği yolunda önemli bir ülke Türkiye, ayrıca NATO üyesi” dedi. Ama ne oldu? Şimdi Almanya’da seçimler var ve oylarını sağa kaptırmamak için yapmış olduğu açıklamalar var. Bu bizim için iyi bir şey oldu. Sosyal medyada görüyoruz, Almanya’da, Hollanda’da çıkan gazetelerin manşetlerine “Hayır deyin” yazılıyor. “Tayyip Erdoğan giderse, yerine birini getirebiliriz”e kadar gidiyor işin ucu. Türkiye’de buna izin vermeyecek ahlâkta adamların siyaset yapabiliyor olması lazım. Türkiye’nin çıkarları doğrultusunda Batı ile de siyaset yapılabilir, neden yapılmasın. Şu anda bağımsız ülke yok. ABD de bir sürü ülkeye bağımlı, Rusya da öyle. Dünyanın süper güçleri bile bir şey yapacağı zaman danışıyor, koalisyonlar kuruyor vesaire. Türkiye elbette Almanya, Fransa, Hollanda, ABD, İran ile yahut herkesle görüşecek. Ama bunda kendi halkının çıkarlarını koruması gerekiyor. Muhalefetin de bunu ortak değer olarak görmesi lazım, bunu inşa etmek zorundayız. Dışişleri bakanlığımız, istihbaratımız, bürokrasimiz olmalı.

Fikrî bir birliktelik olması lazım doğru mu anlamışız? Peki, bu fikrin merkezinde ne olmalı?
Siyasî farklılıkların zenginlik olduğu unutulmamalı. Muhalefet en ufak bir şeyde iktidarla kavgaya tutuşursa, dışarıda da bu kavganın meyvelerini verecek hareketler yaparsa kim zarar görür bundan? Türkiye zarar görür. İçeride kavga verebiliriz, ama dışarıda birlik olmamız lazım. Bu arada Hollanda’da yaşanan krizle alakalı muhalefet partileri de hâdisenin “kabul edilemez” olduğunu söyledi. Ama şunu da söylemekten geri kalmadılar, “bunu bilerek yaptınız, referandumda evet çıksın diye”. Lütfen mesele başka bir şey bunu görelim. Bu mantık Türkiye’de değişmeli, yoksa sağlıklı bir muhalefet olamaz.

Batı’nın bir çöküş sürecinde olduğundan sürekli bahsediliyor. Hollanda’da yaşanan kriz de bu çöküş psikolojisinin dışarı vurması olabilir mi?
Bir ülkeye “çöküyor” demek için, o ülkenin siyasî, askerî, içtimâî, eğitim sistemini bileceksin. Bütün denklemleri bilmek, demografik dağılımlarını bilmek gerekir. İstihbaratın ne kadar iyi çalıştığını bilmek de gerekir. Daha sonra bildiğin her şeyi masaya yatırıp, analiz etmek gerekir. Daha sonra da diyeceksin ki, “şu şu ve bu saiklerle, böyle bir şeylere evirilmeler olabilir”. Bunun da uluslararası ilişkiler boyutunu analize katacaksın. Avrupa’nın çökmesi neticesinde neler olabilir, bunu iyi analiz etmek gerekir. Bu iyi bir şey midir, kötü bir şey midir ortaya koymaya çalışacaksın. Biz Arap isyanları sürecinde en çok bundan yanılgıya düştük. Yani kuru kuruya “orası çöküyor, burası çöküyor” demek yanlış olur. Tunus’ta ne olup bittiğini anlamadan, “Libya da böyle, Suriye’de böyle, şurada şöyle oluyor” dedik. Mısır’da darbe olduğunda aklımız başımıza geldi. Sahayı iyi analiz etmeden, o ülkeler üzerine uzman olmadan bu tür açıklamalar sağlıklı değil.

Suriye meselesine gelirsek; Menbiç’te ABD ve Rusya aynı görüşte. Türkiye de buna karşı bir tavır takındı. Diğer taraftan Türkiye Rusya ile yakınlaşıp, ABD’den uzaklaşıyor. Bu çerçevede neler söylemek istersiniz?
Bu hikâye şöyledir; Suriye krizinde Batı bloğu Esed’in gitmesi mevzuunda Türkiye ile hem fikir olma iddiasındaydı. Birtakım işlere de girildi. Daha sonra Batı, büyüyeni budadı, küçüleni de suladı. Sonrasında ise her iki taraf da iflah olmayacak kıvama geldi. Neticede Suriye yerle bir edildi... Mesela PYD’yi ilk Esad rejimi silahlandırdı. Hâlâ Kamışlı’da Esad’ın kontrol ettiği üsleri mevcut. Sonra ABD, PYD’yi silahlandırdı... Sonra Rusya çalıştı, daha sonra İran. Niye? Aynı Amerika sözde Esad’ı devirmek istiyordu. Tehdit olarak görmüyor muydu? Yerseniz... Aynı Amerika Esad gitmesin diye her türlü oyunun içerisinde aktör oldu. Türkiye İncirlik üssünü kapatsa bile, Amerika’nın Suriye’de üssü var! Akabinde Rusya Suriye’ye daha güçlü olarak girdi, nüfuz etti. Rusya ile Amerika’nın Suriye’deki çıkarları farklı gibi görünüyordu. ABD sözde Esad’ın “gitmesini”, Rusya da kalmasını istiyor. İran Esad’ın ayakta kalmasını istiyor, Amerika İran’daki rejime karşı. Hepsinin ortak bir çıkarı var, Kuzey koridorunda PYD’nin güçlü durması. PYD’nin orada güçlü durması, en çok Türkiye’yi tehdit ediyor. Amerika, Rusya, Almanya, İngiltere, Fransa, İran aklınıza gelebilecek her güç operasyonlarını DAİŞ üzerinden yapıyor. Herkes savaşına bu şekilde meşruiyet kazandırdı. PKK Sincar’da DAİŞ’in Ezidilere katliam yaptığını belirtti. Şimdi Sincar’dan çıkmıyorlar. DAİŞ kimin işine yaradı? Amerika’ya Suriye’de birkaç üs kurdurdu. Rusya Suriye’yi aldı. PYD devlet kurdu. Kime zarar geldi en çok? Bölgedeki insanlara...

İran’ın Irak’ta eli çok güçlendi, akabinde Musul hâdiseleri.
Kürt devleti hikâyesi üzerinden bakalım, PKK’nın maksadı en başından beri bağımsız Kürt devleti değil miydi?

Sözde öyle.
PKK’nın askerî sorumlusu gitti, daha geçtiğimiz hafta Irak Merkezi Hükümeti ve İran basınına röportaj verdi. Bu röportajda, “biz KDP’nin kurmaya çalıştığı bağımsız Kürt devletine karşıyız. Bunun olmaması için gerekirse silahlı mücadele yapacağız” dedi. Barzani’nin ölmeden önceki hedefi bağımsız Kürt devleti kurmak. Buna PKK karşı çıkıyor. Ya KDP, Barzani bir Kürt hareketi değil mi? Hikâye Kürt devleti değil. Kürtlerin bağımsızlığı da değil. Kürtlerin bunu bilmesi lazım. PYD’yi Amerika, İran, Rusya, Esad, Batı bloğu kullanıyor. PYD çok pragmatist politika seyrettiğini düşünüyor. Ama PYD şunu görmek zorunda, vaden dolduğunda çöpe atılacaksın! Bölgede en çok tehdit edilen ülke Türkiye. 1993’te Almanya, PKK’nın terör örgütü olduğunu kabul etmişti. Avrupa şu anda PKK’nın bir siyasî harekete dönüşmesi için adımlar atmaya başladı. Bu bağlamda bütün paradigmalar değişebilir. Türkiye’deki iktidarın ve muhalefetin bunu iyi görmesi lazım. Türkiye’nin aleyhine olan bir şey, Ak Parti’nin aleyhine olan bir şey değildir. Türkiye’deki herkesin aleyhine olan bir şeydir.

Amerika Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt devleti için hala çabalıyor mu?
Amerika’nın ifadelerine bakarsak, Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunuyor. Yaptığı işlere bakacak olursak, Suriye’de PYD’yi silahlandırarak, destekleyerek fiilen Suriye’nin bölünmesine zemin hazırlıyor.

Rusya niçin destekliyor PYD’yi?
Ben Rusya’nın şöyle yapacağını düşünüyorum, Rusya Suriye’de çok daha fazla güçlendi. Amerika Suriye’ye çöktü artık. Oradan hiç kolay çıkmaz. Amerika bunu Kürtler üzerinden yaptı. Rusya, Suriye rejimi ile birlikte hareket ediyor. Türkiye de Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunuyor. Bizim önceliğimiz Esad’ın gitmesiydi bu şu anda değişti. Oradaki terör örgütlerinin ortadan kaldırılması önceliğimiz. Rusya PYD ile anlaşıp, bazı yerlerdeki toprakları Esad’a geçiriyor, bunu Menbiç’te yaptılar. Şu anda da bu yönde operasyonlar olduğunu düşünüyorum. Rusya, Amerika ile Suriye üzerinden bir pazarlık yapacaktır. Ama şu bir realite, Rusya Afganistan’da Amerika ile sürtüşüyor. Rusya, Amerika ile sürekli sürtüşüyor. Rusya’nın Amerika ile uzun vadede yürütebileceği çok fazla şey yok. Bir gün hesaplaşma yahut üstü kapalı operasyonlar olacaktır. Şu anda o kaos ortamı var ve herkes bu kaos ortamından ne kadar şey kazanacak, bunun peşinde. Bunlar olurken de, 10 milyon Suriyeli mülteci var, 400 bin de hayatını kaybetmiş Suriyeli sivil var. Ve bu, uluslararası güçler için sadece küçük bir nokta. Onların mağdur insanlar için bir kaygısı yok. Suriye’de 400 bin insanın ölmesi, onlar için sadece bir detay. Onlar kendi çıkarlarını ne kadar muhafaza ettiklerin bakacaklar, bakıyorlar. Ne olursa, bu coğrafyanın insanlarına oluyor.

Bu kaosun neticesinde devletlerarası bir savaş olur mu?
Zaten şu anda yürütülen vekalet savaşları, asimetrik savaşlar var. Ötesini söylemek çok iddialı olur. I. Dünya Savaşı çıkmadan önce, insanlar Kant’ın bin yıllık refah tezini düşünüyordu. Yani “bin yıl savaş olmayacak”tı. Bir anda I. Dünya Savaşı patladı. Sonra da II. Dünya Savaşı patladı. I. Dünya Savaşı çıktığında kimse tahmin edemiyordu. Devletler silah yığıyorlar, belirli dönemlerde bu yığılmalar artıyor, güçleniyorlar. Daha sonra bazı işlerin gerçekleşmesi için tıkanıklıklarla karşılaşıyorlar. Bu tıkanıklıkların aşılabilmesi için silahlara başvuruyorlar.

Bu teknoloji ile beşerî kıyamet olur herhalde.
Tabiî. Einstein’ın bir tezi var, “III. Dünya Savaşı’nı bilemem ama dördüncüsü sopalarla yapılacak” diyor. Yani “insanlar her şeyi yok edecek, hiçbir şey kalmayacak” diyor.

Türkiye’nin bu kaostan sağ salim çıkması için ne yapması gerekiyor? Yalnızca askerî sanayi ve diplomasi kendi başına yeterli midir? Bu kavgaya kültür ve ideal katmadan muzaffer olunabilir mi?
Türkiye’nin sağ salim bu kavgadan çıkıp-çıkamayacağını bilemem. Şahsi kanaatlerimi belirtecek olursam, eğitim sistemimiz çok önemli. Köklü bir eğitim sistemi en zayıf kaldığımız yön. Cumhurbaşkanımız da bunu dile getirdi. Burada değişim şart. Savunma sanayisinde birtakım şeyler yapıldı. Çok daha fazlasını yapmamız şart. O dışarıya olan bağımlılık bizi kötü pozisyonda bırakıyor. Şimdi s-400 füzelerini konuşuyoruz, NATO ülkesiyiz. Bir sürü problem... Aldığımız her motor, her sanayi parça, her savunma sistemi bizi dışarıya bağımlı yaptığında biz bir kriz yaşıyoruz. Bab’ta Fırat Kalkanı Operasyonu yaptığımız zaman bütün dünya şok oldu. Bir şey diyemediler, ama zarar gören tanklarımıza TSK tadilat yapsa da, radarları birtakım silahları Almanya’dan almamız gerekiyor. Bu parçaları almak istedik, Almanya bize ambargo uyguladı. İsrail’de modernize ettiğimiz Merkava tanklar var; ayrıca F-16’larımızın füzelerini ABD’den alıyoruz. ABD bu füzeleri vermezse, biz ne kadar savaşabiliriz? Kendi füzelerimizi yapmak zorundayız. Bunları yaparken de dikkat çekmemek zorundayız. Siyasî değişiklikte bile bu kadar saldırıyorlar. Türkiye’de sadece siyasî değişiklik olmuyor, Batı’nın bize saldırmasının başka bir nedeni de yavaş yavaş bir şeyler üretiyor olmamız. Milli Piyade Tüfeğimiz dünyanın en iyi piyade tüfeklerinden birisi. Bu çok rasyonel bir gerçeklik. Tedirgin oluyorlar. Batı Türkiye’nin her anlamda daha fazla büyümesini istemiyor. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda fabrikalarda çalışacak erkeklerimiz, neredeyse yoktu. Hepsini savaşlarda kaybetmiştik. Türkiye şu anda yeni bir döneme girdi, bu ciddi bir rahatsızlığa sebep oluyor. Yani eğitim sistemimizi, kültürümüzü, mühendislerimizi, uçaklarımızı, bombalarımızı, bilim adamlarımızı, teknolojik kuruluşlarımızı ortaya koymalıyız. Bunları ortaya koyarken de dış baskıyı hissedeceğiz. Bu çok tabiî bir durum. Bunları ortaya koyarken de kendi millî değerlerimize bağlı kalmalıyız.

Zaman ayırdığınız için teşekkür ediyoruz.
İyi çalışmalar dilerim.
 
Baran Dergisi 533. Sayı