Fırat Kalkanı ile Suriye’de sahaya inen Türkiye, güvenliğini sağlayabilmek için Misak-ı Millî sınırlarına doğru ilerleme ihtiyacı hissediyor. Bu çerçevede Suriye politikasını işletirken son derede yalnız bir görüntüsü de var. Türkiye önümüzdeki süreçte ne gibi engellerle karşılaşacak?
Biz Suriye’de oldukça geç kaldık. Suriye topraklarına Rusya, ABD gibi ülkeler girmeden önce beka sorunumuz olacağını anlayarak daha erken harekete geçebilirdik. Harekete geçmemizin önünde çok engeller vardı, beş yıldır yaşadığımız sorunlar da bunu gösterdi. Fakat 15 Temmuz’da Türk ordusu üzerinden yapılan saldırıdan ancak sonra harekât yapılabildi. Önce DAİŞ’le ardından Afrin Harekatıyla PKK/PYD ile mücadele etti. Bu süre zarfında Suriye’de farklı gelişmeler oluyordu. Fırat’ın doğusunda ABD üstünlüğünü arttırırken, Esad güçleri de Rusya ve İran’ın da yardımlarıyla ciddi anlamda toprak kazandı. Türkiye, Rusya ve İran arasında varılan Astana Mutabakatı çerçevesinde, gerginliği azaltma anlaşması doğrultusunda bugüne kadar Dera’dan tutun Halep’e kadar pek çok muhalif ve sivil rejimi desteklemediği için İdlib’e sürülmüştü. İdlib, Suriye’nin birçok yerinden mülteci bulunduruyor. Son bir savaşın hazırlığını farketmekteyiz. Açıkçası bir senedir bu savaşın gelmekte olduğunu konuşuyorduk. Halep’ten sonra sıra İdlib’de mi diye sorular soruldu. Şimdi Rusya’dan tutun İran’ına hatta Çin’ine öte tarafta İngiltere’si, Fransa’sı, Amerika’sı herkesin bir şekilde dahil olduğu bir savaştan bahsediyoruz. Belki de her şeyin başladığı Reyhanlı saldırısının yapıldığı kapının ötesinde yaşanacak ve zincir kopacak. Askeri bir harekat Esad için kızılca kıyamet kopartır. Çok ciddi bir felaketle sonuçlanır. Ama öte taraftan Türkiye’nin masada bir çözüm istediğini de biliyoruz; fakat askeri bir çözüm noktasında Esad birliklerinin diğer saldırılar gibi burada da bir saldırı yapması durumunda bu kez geç kalmayacağımızı söyleyebiliriz. 

Türkiye’nin karşı bir hamle yapacağınızı söylüyorsunuz.
Yapacaktır, yapmak zorundadır. Bu sefer geç kalacağımızı düşünmüyorum. Türk medyasında yer yer şu yorumları yapan kişileri görüyoruz: “İdlib Esad’a bırakılmalı, Derhal bir noktaya evrilmeli.” Ama İdlib’in Esad’a bırakıldığı noktada bir sonraki hamlenin Afrin’e, Cerablus’a hatta Hatay’a gelmeyeceğinden ne kadar emin olabiliriz? Esad rejimini kırk yıldır tanımıyordunuz, yedi yıldır hiç mi tanıyamadınız diye söylemek isterim bu arkadaşlara. Bizim için PKK ve DAİŞ ne kadar büyük bir tehditse, bir beka sorunuysa, Esad rejimi de aynen öyle bir sorundur. 

Esad’ın bakanlarından biri “Hatay bizimdir” diye bir söylemde bulundu.
Bu Suriye toprakları üzerinde konuşulan bir konuydu zaten. Ama daha ötesi insanların gözü önünde 21. yüzyılın Hitler’i gibi hiç vazgeçmeden bu kadar insanı öldüren, intikam projesi üreten rejim, kimse zannetmesin ki İdlib’i aldığında duracaktır. Bütün bu yaşananların sonucunda Suriye rejimi bize dost olmayacaktır. Varlık tehdidi olmayı sürdürecektir. Bunun göstergelerinden biri de İdlib’e yönelik operasyonun zaten PKK/PYD ile yapılacak olmasıdır. Bugün Amerika PKK/PYD’ye destek veriyor diye söylüyoruz ama geri dönün bakın 2012’de Fırat’ın doğusunu PKK’ya ilk bırakan Esad rejiminden başkası değildir. 

Dışarıdan bakanlar için son derece karmaşık bir ilişki ağı var. Amerika PYD ile Esad’ın gitmesini istiyor, PYD Esad’ın safına geçiyor. Enteresan değil mi bu?
Evet, çok enteresan. Bu süreci takip edenler için ise değil. Dışarıdan bakılınca çok daha enteresan. Çok daha enteresan şeyler de göreceğiz. En önemlisi çıkarları çatışıyor zannettiğimiz ABD ve Rusya’nın Suriye üzerinde nasıl bir anlaşmaya vardığını görmemiz mümkün olacaktır, İdlib meselesinin sonunda. 

Esad rejimi, PYD’ye destek vermesi gibi birçok konuda Türkiye’ye düşman. TSK nereye kadar inmeli bu noktada?
Şu an Türkiye’nin kurmuş olduğu 12 tane güvenlik noktası var orada. Haritalara bakılınca güvenlik noktalarının kurulduğu bölgelerde aslında oldukça derindeyiz biz. Bu güvenlik noktaları oldukça yavaş kuruldu. Yeri geldi Astana’daki partnerimiz Rusya, Afrin Harekatıyla alâkalı eleştirilerde bulundu. Türkiye istifini bozmadı. Ben bunun bir plan program çerçevesinde ağır olarak yapıldığını düşünüyorum. Nitekim Türkiye’nin olduğu gibi Rusya ve İran’ın gözlem noktaları da kurulmuş vaziyette. Gözlem noktalarıyla İdlib’i bir hat gibi çevreliyoruz. Orada şu an bir askeri topluluk yok; ancak bildiğimiz kadarıyla bu gözlem noktalarının bulunduğu yerlere destek ve sağlamlaştırma süreci devam ediyor. Yani bu yerleri betonla sağlamlaştırmak olsun, çevresini kalabalıklaştırma olsun. Bayram öncesi Hatay’dan bölgeye doğru giren tank vs. askeri araç taşıyan birlikler de gördük. Türkiye bu meselenin ne kadar önemli olduğunun farkında. Hama’nın kuzeyinde İdlib’in güneyinde halihazırda saldırılara başlanmış durumda. Cisri Şuur denilen bölgede. Türkmendağı bölgesinde ise üç köy falan kaldığı söyleniyordu. Anladığım o ki rejim Türkiye’nin güvenlik noktaları arasından Cisruşuur’u yararak İdlib’in merkezine doğru içeriye girme harekatı düzenlemek istiyor. Böyle olursa, Türkiye’nin güvenlik noktalarını delip geçmiş olacak. Bu noktaların olmasını da anlamsızlaştırmış olacak. Orada rejim ile Türk ordusunun karşı karşıya gelme ihtimali yok değil. Karşı tarafta Rusya ve İran’ın olduğunu bilsek bile oradaki aşırı gruplarla bir bahane üretilebilir. Ama gerçekten ateşle oynamak olacaktır. Türkiye, bu sefer buna izin vermeyecektir. Afrin Harekatı sürecinde gözlem noktalarına yönelen bir Türk sivil personelimiz şehit edilmişti, İran güçleri tarafından. Türkiye artık buna izin vermeyecektir. Ama öte taraftan son günlerde ortaya atılan kimyasal silah saldırısı meselesi var. Buna dikkat etmek gerekecek. Bu kimyasal silah saldırısı ifadelerini biz daha önce de duyduk. Bu haber önce Rusya’yla başladı, daha sonra ABD de bunu söyledi, ardından İngiltere tarafından bunun doğrulandığını gördük. Bunu müteakip son bir haftadır da Rusya, İsrail, İran ve Lübnan medyasında kimyasal saldırının Amerika tarafından gerçekleştirileceği iddia edilmekte. Bu çok tehlikeli bir şey. Esad kimyasal saldırı gerçekleştirdiyse öncesinde hep suçu başka ülkelere attı. Gözlerimizin içine baka baka böyle bir saldırı olabilir. O zaman gerçekten karışabilir. Çünkü kimyasal silah meselesini ortaya atan esas suçlulardır. Çatır çatır gözlerimizin içine bakarak insan öldürüyorlar. Konu kimyasal silaha gelince herkes birbirine suç atıyor ve konu öylece kapanıyor. Ama katilin kim olduğunu herkes biliyor. O yüzden bu konuya dikkat edilmesini istiyorum ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dünkü (Pazartesi) telefon trafiğinin de açıkçası bununla ilgili olduğunu düşünüyorum. 

Peki, Amerikan savaş gemilerinin Doğu Akdeniz’e gelmesi ve Suriye’yi vurabileceği mevzuu da İdlib meselesi sonucunda gelişecek hadiselere göre mi şekillenebilecek bir durum?
Daha öncesinde de bir kimyasal saldırı gerçekleştirilmişti. Hama’da Esad’ın kimyasal silah depolarını vurmuşlardı. En son kimyasal silah saldırısı bir seneden daha az bir süre önce oldu ama hâlâ kimyasal silahları konuşuyoruz. ABD’nin kimyasal silah bahanesiyle rejime saldırdığını da konuşabiliyoruz. Ortalığı karıştırmak ve bu karışıklığı da Esad lehine sonuçlandırmak başka bir işe yaramadı bu saldırılar. 

Bu süreçte de Türkiye’de doğal olarak yükselen bir anti-Amerikancılık var. Herkes sırtından bıçaklandığını hissediyor. Ancak bu anti-Amerikancılığın Esad’ın işine yarıyor olması, Türkiye’de de Esad konusunda ‘acaba biz yanlış mı yaptık? Esad haklı mıydı?’ gibi tamamen alâkasız tamamen irrasyonel yorumları beraberinde getirdi. Özellikle bunun Türk medyasında çok aleni şekilde yapılıyor olmasına dikkat etmek gerekir. 

Türkiye’nin protestoların başladığından bugüne kadarki tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz? Amerika’ya bu kadar çok güvenmesi doğru muydu?
Protestolar ilk başladığında Türkiye öyle çok sert bir söylemde bulunmadı. Bu süreç başladığında Türkiye bir, bir buçuk sene Şam ile müzakerelerini sürdürmeye devam etti. Ama protestolar başladığında Esad’ın buna müdahalesi çok sert oldu. Hatırlayalım ilk olay nasıl başladı, çocuklar duvarlara “Sıra sende doktor” dediği için evlerinden alındı ve günlerce işkence gördüler. Günlerce işkence gören çocukların durumlarını Cuma namazı çıkışlarında protesto eden cemaat de günlerce işkence gördü. Hiçbir açıklama getirilmeden cami avlularında göz göre göre vuruldular. O çocukları istemek için Esad’ın Dera’daki valisine giden aşiret liderleri, çok ağır hakaretler işitti. “Bu çocukları size vermeyeceğiz, üstüne karılarınızı alacağız ve size gerçek çocuk nasıl yapılır onu göstereceğiz.” 

Bütün bunları duyan Esad, acaba vazgeçsem mi diye bir ikilemde kaldığında, annesinden fırça yemişti, baban böyle mi yapmıştı, diye. Üstüne daha katlayarak devam etti ve buraya kadar geldi. 

O günleri unutmamak lâzım. Ben o günleri hatırlıyorum, Mahir Esad konusunda, o zaman başbakandı Erdoğan, çok hisli bir konuşma gerçekleştirmişti. “Kardeşim uyarıyoruz, Mahir’in yaptıkları aklımızı sınıyor.”
Vakti zamanında orada zindanlarda gün geçirmiş, protestolara katılmış insanların hikâyelerini duyduğunuzda biz az bile konuşmuşuz, çok geç kalmışız, diyoruz.

İsrail’in bu süreçteki pozisyonunu sorayım. Arap Baharı sürecinde çok sessiz kaldı. Son dönemlerde Filistin’e yapmış olduğu saldırılar yoğunlaştı. Şartlar İsrail adına olumlu bir tablo mu çıkardı ortaya? 
Tabiî ki. “Böl-parçala-yönet” şeklinde uzun yıllar devam eden bütün süreçlerde olduğu gibi bu süreç de İsrail lehine oldu diyebiliriz. Ama şunu hatırlamak lâzım. Arap Baharı’nın başında özellikle Mısır’da Müslüman Kardeşlerin yönetime gelmesi sonucunda aslında İsrail’in avantajına olan durumda ciddi bir değişim olmaya başlamıştı. İlk defa 2012’deki Gazze saldırısında geri çekilmek ve ateşkes istemek zorunda kalmıştı. Türkiye’nin ve Mısır’ın yani Mursi yönetimi ile Erdoğan yönetiminin arabulucuğunda bir anlaşma yapılmıştı. Daha sonra bu ateşkesin şartlarına uyuldu mu, uyulmadı; ama ilk defa geri adım atmak zorunda kalan bir İsrail görmüştük. Anladığım kadarıyla şöyle bir durum vardı, Arap Baharı’nda Arap topraklarında halkların istedikleri insanların seçimle demokratik olarak iktidara gelmesi İsrail’in işine yaramayacaktı; ama İsrail bu işi tersine çevirecek bir yolunu buldu. Medyada çok duyduğumuz ‘Arap Baharı’nın kışa dönmesi’nde çok üzerinde durulmasa da İsrail’in, İsrail’e yakın lobilerin ve medyasının çok etkisi olduğunu söylemek lâzım. DAİŞ kime çalıştı, kime saldırdı diye sorarsanız haritaya bakıp sorunun cevabını alabilirsiniz. 

İsrail’in bir taraftan DAİŞ gibi terör örgütlerden nefret etmesi, bir taraftan da İran’ı nükleeri var diye tehdit görüp Esad’a bir şey dememesi onun bu durumdan memnun olduğunu gösteriyor. Eski Dışişleri Bakanı Liberman’ın “Esad kazanmıştır diyebiliriz, artık rahatlayabiliriz” şeklinde bir açıklaması vardı. Esad’ın kazanmasını DAİŞ’in alternatifi olarak gördüğü için değil, alternatifi Müslüman halklar olmasından korktuklarından olduğunu söylemek lâzım. Eğer bu coğrafyada İslâm birliği falan olsaydı İslâm ülkelerinde hak ve adaletli yönetimler olsaydı İsrail’in boğazını sıkarlardı. Gazze’ye falan bunu yapamazdı.

Türkiye’nin davet edildiği, Suriye’nin yeni anayasası meselesi nedir? Türkiye’yi neden davet ettiler?
Uzun süredir birilerinin konuştuğu bir mesele. Kim yazdırıyor bilmiyoruz. Bir taraf diyor ki bu konunun arkasında Rusya var, diğer bir taraf da Rusya ve Amerika var diyor, başka taraf da rejimi de dahil ediyor buna. Rusya’nın başı çektiği konsensusun elinden çıktığını düşünüyorum. Suriye’nin yeniden kurulması meselesi eğer masada çözülecekse bir anayasa şart. Ama anayasanın nasıl olacağı çok önemli. Kan dökülmesini azaltmak adına üniter bir Suriye diyerek yola çıkmıştı İran, Rusya ve Türkiye. Ama bugün konuşulanların halihazırda Fırat’ın doğusunu Türkiye’den başkasının konuşmuyor olması sebebiyle bunun federatif otonom bir PKK/PYD bölgesini içeren ve bunun anayasaya yansıyacak bir yapılanma olduğunu tahmin etmek lâzım. Elbette Türkiye sahada olduğu müddetçe masada eli güçlendiği için ve sahanın önemli aktörlerinden biri olduğu için buraya çağrılmak durumunda. Ama anayasa konusu nasıl şekillenecek burası önemli. Rusya ve Amerika’nın orada düşman sandığımız oysa aslında o otonom bölgenin sınırlarını çizerken, Rusya ve Amerika’nın bugüne kadar neler yaptığını daha iyi göreceğiz. 
 
Teşekkür ederim.
Rica ederim.


Baran Dergisi 607. Sayı