Türkiye’de uzunca bir süredir bir takım sosyal ve politik mühendislikler ortaya konulmaya çalışılıyor. Bu durumu gençler üzerinden nasıl yorumluyorsunuz?
Geziden beri gençleri sokağa dökerek onların üzerinden politik emellerini gerçekleştirmek isteyen bir kesim var. Bu kesim operasyon yaparak Erdoğan’ı tasfiye etmek ve ülkeyi kendi iç sorunlarıyla boğuşan, eli kolu bağlı bir ülke durumuna getirmek istiyor. Gezi’de de benzerlerini gördük; “apolitik gençlik” meselelerini bilirsiniz. O gençlerin birçoğu apolitik falan değildi. Bugün ilkokul talebesi bir çocuk birinci sınıfta okula adımını attığı anda ideolojik bir kimliğe bürünür. Eğitim zorla ona Kemalist ideolojiyi dayatır. Eğitim şu anda 1924 yılında kabul edilen Tevhid-i Tedrisat kanunuyla ırkçı, ulus devletçi, farkları dışlayan, ötekileştiren bir eğitim modeli hakim. Son on yılda gerçekleşen birtakım reformlarla bu ırkçı boyutu kırılmaya çalışıldı. Mesela 85 yıldır bu çocuklara askerî komutlarla andımız okutturuluyordu. Bu gerici eğitim görülmüyor. Düşünebiliyor musunuz, 19. yüzyıl paradigmasıyla işlev gören ve 2016 yılında varlığını devam ettiren bu sistem gerici olarak telakki edilmiyor. Tam tersine ilerici bir eğitim olarak gösterilmek isteniyor. Bu tamamen bir yanılsama. Bana göre, Türkiye’deki eğitim 19. Yüzyıl mantığıyla ve İttihat Terakki eliyle yürürlüğe sokulmuş bir üst akıl projesidir. Nasıl bir proje bu? Zaten bunların işlevini biliyoruz. Berlin, Londra ve Paris üçgeninde, küresel güçlerin güdümünde örgütlenen ve bizzat Abdülhamid Han’ı tasfiye etmek amacıyla ortaya atılmış bir İbrani hareketi aslında. Birçoğunun da Mason ve Siyonist olduğunu biliyoruz. Emanuel Karasu mesela. Bu ekip yeni bir ulus yaratmak istiyordu. İslâm medeniyetiyle yoğrulmuş bu coğrafyada Türkiye’yi bu değerlerden tasfiye ederek, yeni bir kültür oluşturma yoluna gittiler. Bunun adına da “cumhuriyet dönemi modernleşmesi” diyorlar. Bu çok ciddi ve tehlikeli bir projeydi. Tevhid-i Tedrisat eğitim modeliyle bu ülkenin dili kopartıldı. Bin yıllık konuştuğun medeniyet dilinden koparttılar. Harf devrimi, kılık kıyafet devrimi ve diğerleri malûm.

Tek tip, CHP ideolojisine bağlı itaatkâr, uysal, giyim ve kuşamıyla yepyeni bir nesil... Arzu edilen buydu. Daha düne kadar başörtülü öğrenciler okul önlerinden geri çekiliyordu. Laiklik aynı zamanda  İmam Hatip öğrencilerini mağdur eden bir aparat olarak kullanıldı mesela..

“Gerici eğitim istemiyoruz” gibi söylemler...
“Gerici eğitim” diyorlar. Yani eğitimi sahici anlamda özgürleştiren reformları gerici olarak gösteriyorlar. Tam tersi gerçek manada gerici ve yobaz olan geçmişle bağları kopartan, tüm kadim değerlerden uzaklaştıran, çocukları Batı’ya hayranlaştıran, çocukları yeteneklerden mahrum bırakan gericiliğe de “ilerici eğitim modeli” diyorlar. Laik eğitim bu ülkenin dinî değerlerine karşı yapılmış ortak bir operasyondu.

Kemalist ideoloji sadece eğitim sistemine değil de devletin her kademesine sirayet etmiş durumda değil mi sizce de?
Tabiî ki öyle. Zaten tek parti dönemiyle birlikte, Kemalist ideoloji toplumun bütün farklı kesimlerine ve her kurumuna sirayet etmiştir. 27 Mayıs’tan sonra darbe yapanlar, hangi gerekçeyle darbe yaptılar bu ülkede? Yargıda da görmüyor muyuz Kemalist ideolojinin bağlılığını. O açılış törenlerinde, bu ülkenin başbakanlarına ve cumhurbaşkanlarına neye dayanarak ayar verme yetkisini kendilerinde görüyorlardı? Bu anlayışı Kemalist ideolojiden alıyorlardı.

Kemalist ideoloji de kökünü Batı’dan alıyor.
Evet, ithaldir. Bu toprağa hitap eden, buranın bir fikriyatı değildir. Bunu tamamen İttihat Terakki’nin eliyle ve küresel güçlerin gücüyle yürürlüğe sokulan ve tohumları atılan bir zihniyet olarak görüyorum ben.

2010’lu yıllar ile beraber Türkiye’ye yapılmaya başlanan operasyonların sebebi nedir?
2010-2011 ve özellikle de 2013’ten sonra şiddetli bir şekilde ardı ardına gelen bir operasyon silsilesi geçiriyor Türkiye. Son olarak da en büyüğünü; 15 Temmuz darbe girişimini gördük. Bunun iki önemli nedeni var. İlki, Türkiye son yüzyıllık ideolojiyi kapatarak kendine yeni bir sayfa açmak istedi. Tayyip Erdoğan’ın, 2002 yılında Ak Parti’yle iktidara gelmesinden sonra Türkiye kendine yeni bir yol aradı ve bir istikamet belirledi. Üst aklın güdümünden çıkıp kendi ayakları üzerinde duran kendi politikalarını belirleyen bağımsız bir Türkiye yoluydu bu. Kısacası Türkiye artık küresel güçlerin güdümünde, finansal anlamda muhtaç, iç-dış politikalarda da dış güçlerin yörüngesinde olmak istemediğini beyan etti. Bu, üst akıl dediğimiz mekanizma tarafından kabul edilebilir bir şey değildi. Çünkü dünyadaki tüm ülkeleri ve özellikle de Ortadoğu’daki İslâm ülkelerini ekonomik olarak abluka altına alan ve sömüren bir düzenek kurulmuştu. Bu sistemin dışında bağımsız ve kendi iradeni ortaya koyarak “kendi finans ve kendi dış politikamı kendim belirlerim, artık size ihtiyacım yok” denilmesi, asla kabul edilebilir bir şey değildi. Dolayısıyla sürekli 2010 yılında ve 2010’dan sonraki operasyonlarda biz şunu gördük. Her bir operasyon Türkiye’yi diz çöktürmek, her bir operasyon Türkiye’nin direncini kırarak bağımsızlık yolunda ortaya koyduğu kararlılıktan caydırmak amaçlıydı. Bunu gördük. Her şey de gözümüzün önünde cereyan etti.

 15 Temmuz ise en şiddetli olanıydı. Türkiye o gün başka bir şey yaşadı. Evanjelik, Tapınakçı, din düşmanı bir örgüt olan FETÖ eliyle resmen işgal edilmek istendi. Üst aklın 1960’larda bir proje olarak konuşlandırdığı çok sinsi ve şeytansı bir örgüt bu. Sadece Türkiye için değil Afrika, Türki cumhuriyetler, Balkanlar, Latin Amerika ülkelerine varana kadar dal budak salmış yüzyılın en fonksiyonlu terör örgütünden bahsediyoruz. Vaktiyle sizin Baran çevresinin ve bazı kesimlerin uyardığı ancak ilahiyat dünyası başta olmak üzere büyük bir kesimin görmezden geldiği işte bu terör örgütü eliyle tarihin en geniş kapsamlı terör saldırısına maruz kaldık. Ve elhamdülillah milletimizin olağanüstü gayretleriyle bu darbe girişimi şimdilik püskürtüldü.

Biz 100 yıldır üst aklın, ezoterik derin yapıların marifetleriyle birbirimizden uzaklaştırıldık. Kadim birlikteliğimiz, kadim dostluklarımız, kadim ittifaklarımız paramparça oldu. Aramıza nifak tohumları atıldı ve birbirimize düşman iki kesim haline getirildik. Düşünebiliyor musunuz aynı coğrafyada, aynı dine inanan, aynı havayı soluyan insanlar birbirlerini öldürmeye çalıştılar. Kaldı ki 1979 İran Şia Devrimi de bu maksatla yapılmadı mı? İslâm coğrafyasındaki bölünme, ayrışma, kutuplaşma ve çatışma ortamları hız kazanmadı mı?  Ve ne yazık ki bu hala da devam etmekte! Bu coğrafyayı sürekli bir çatışmalı halde tutmak isteyen bir güç var. Bu ortamdan büyüyen ve servetlerine servet katan bir mekanizma var karşımızda. Türkiye tam bu noktada zincirleri kırıp özgürleşmek istedi. Gezi’yle birlikte start verilen 15 Temmuz işgal girişimiyle devam eden operasyonlarla Türkiye kararlılığından caydırılmak istendi. Erdoğan’ın Kürtlere dönük birliktelik teklifi tam da bu noktada PKK ve onun kuklası HDP eliyle heba edilmedi mi? Erdoğan’ın 30 Temmuz 2015 Çin Gezi’sinin hemen ardından Hendek terörü patlak vermişti. Çünkü o dönem Çin’le çok ciddi anlaşmalar imzalanmıştı. Kasıtlı olarak düşürülen Rus uçağının ardından bozulan ilişkilerin düzeltilmesi için atılan ilk adımın ardından patlayan bombalar da aynı odağın ürünü. PKK, FETÖ, DHKP-C gibi birtakım terör örgütleri eliyle Türkiye iç savaş ortamına çekilmek isteniyor. Çünkü Türkiye’nin bir ve diri olması üst aklın planlarını bozacak!

Aslında Türkiye iç meseleleriyle baş başa bırakıldı, yaraları da kaşındı. Çünkü dışa tesir etmenin yolu içte birliği sağlamaktan geçiyor.
Tabiî ki. Ben hep şu örneği veririm; İdris-i Bitlisî’nin Yavuz Sultan Selim’e yazdığı bir mektup vardır. Safevî tehdidine karşı… O mektup gerçekten tarihî bir mektuptur ve tarihimize ışık tutacak derecede mühimdir. İdris-i Bitlisî mektupta şunu söylüyor, “Türkler ile Kürtlerin ittifakı İstanbul fetih zaferini tamamlayacak derecede mühimdir. Biz bu ittifakla aynı zamanda Ortadoğu’nun kapılarını açacağız”. Gerçekten bu ittifak tesis edildiğinde Safevî tehdidi ortadan kalkıyor, Mısır ve Halep’in yolları Osmanlı’ya açılıyor. Yani Osmanlı Kürt-Türk gücüyle tehlikeleri savuşturuyor ve daha da güçleniyor. En önemlisi de İdris-i Bitlisî’nin ifade ettiği gibi Ortadoğu’nun kapıları Osmanlı’ya açılıyor. Biz aynı şeyi bugün de yapabilecek noktaya gelmiştik. Bu ülkenin yüzde sekseni çözüm sürecine destek verdi mesela. Yani PKK tekrar hendek kazsın, onca Kürdü mağdur etsin, tarihî mekânları bombalasın, 400 tane okulu kundaklasın diye mi biz bu süreci başlattık, hayır… Tayyip Erdoğan’ın niyeti bu değildi. O dönemdekiler aksaklıklar bir tarafa ben hâdiseye niyet açısından bakıyorum. Küresel güçlerle nasıl mücadele edeceğimize dair bir yol denedik. Demin de ifade ettiğin gibi “birlik ve beraberliği içeriden tesis etmek”. Bunun başlıca yolu 30 yıldır birbirimize kurşun sıktığımız Kürtlerle bir araya gelip o kadim medeniyetle beraber bir ittifak tesis etmekti amacımız. Tabiî ki, karşı taraf yani PKK-HDP ve işbirlikçileri üst aklın bir projesi olarak karşımızda belirdi. Türkiye’nin niyeti iyi olduğu için de şiddetli terör hâdiseleri baş gösterdi. Gezi’den sonra 17-25 Aralık operasyonları… FETÖ’nün devreye girmesi ve tüm terör örgütlerinin yekvücut hareket etmesi derken Türkiye operasyon dalgalarına maruz kaldı ve 15 Temmuz’a gelindi. Millî duruş sergileyen Türkiye’nin azmi kırılmak isteniyor. Bu operasyonları biz bu yüzden geçirdik. Türkiye’de ortak akıl inşa edilirse Tapınakçı Evanjelik bir organizasyon olan üst aklın tüm kaos planları suya düşecek. Durum budur.

15 Temmuz’da halk kime ve neye karşı direndi? Halkın bu destansı direnişi hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Az evvel de bahsettiğim gibi Türkiye yıllardır ezoterik örgütlerin, uluslararası derin yapıların, finans oligarkların merkezinde ve hedefinde olan özel bir ülkedir. Yeni dünya düzeni projesinin gerçekleşmesi için Anadolu’nun direncinin kırılması gerekiyor. Bu bakımdan Türkiye düşerse bırakınız İslâm ülkelerini tüm dünya onların hâkimiyeti altına girecektir. NATO ise malum, artık “yeni dünya düzeni” projesinin kolluk kuvvetleri vazifesini yürütüyor. İşte bu yeni dünya düzeni projesinin Türkiye ayağını Gülen alçağı oluşturuyordu. 50 yıldır sinsice örgütlenerek neredeyse tüm kurumlarımızı ele geçiren bu hain terör örgütü o gün Türkiye engelini ortadan kaldırmak için üzerimize bomba yağdırdı. İslâm medeniyetinin özünden beslenen irfan sahibi Anadolu insanımız ise o gün işte bu Haçlı zihniyetine karşı destansı bir direniş ortaya koydu. Onu burada kelimelerle anlatmak yeterli gelmez.  Eğer Türkiye düşürülseydi dünya hâkimiyetine doğru giden yolun önü açılacaktı. Dolayısıyla milletimiz o gün aynı zamanda bu yolun önünü kesti. Bizler o gün Kudüs’e de sahip çıktık… Ortadoğu ve Afrika başta olmak üzere dünya tarihinin seyrini değiştirdik. Büyük planı bozduk… Koca İslâm dünyasının ümidini tazeledik. Her geçen dünyayı felakete doğru sürükleyen bu sapkın yapılara karşı dünya çapında bir direnişin fitilini ateşledik. Biz buralıyız ve bu coğrafyada kalıcıyız mesajı verdik.
Sorun şu; bu hakikate bürokrat, siyaset ve medya dünyasından kaç kişi vakıf? O gün orada yaşanılanların ne mana ihtiva ettiğini bilen kaç kişi var aralarında… Eğer öyle olsaydı o günden beri itirafçı diye çıkardıkları adamların masallarıyla vakit harcamazlardı. FETÖ ile mücadeleyi sulandıracak derece işin magazin boyutunu öne çekmezlerdi. Yazık insan üzülüyor ve kahroluyor. Durum bu kadar vahimken medya dünyasında hala fare deliği önünde bekleyen kediler misali bazı insanlar sentetik kahramanlar üreterek rant devşirme peşinde! Eğer bu işin bir parçası değillerse bu gerçekten ahmaklık ve vicdansızlık!

Her gün dalga dalga bir operasyon geliyor. Türkiye mevcut rejimle bu operasyonlara daha ne kadar dayanabilir?
Tam da bu noktada, Ak Parti başkanlık sistemiyle beraber daha da dirençli olmayı düşündü. Bu anlamda başkanlık ve yeni anayasa istiyor. Çünkü malum ideoloji hala varlığını anayasada devam ettiren bir ideoloji. Bu anayasa 12 Eylül darbe anayasası ve bu anayasayla Türkiye’nin idealleri engelleniyor. Özellikle 2023 ve 2071 hedeflerine ket vuran bir anayasa. Bu yüzden bu anayasanın ivedilikle değiştirilmesi ve Türkiye’nin önünü açacak millî ve tarihinden aldığı güçle-irfanla hareket edebilecek bir anayasanın olması elzem. İkincisi de sürekli vesayetçi olan darbe üreten bir parlamenter sistem söz konusu. Çok partili dönemin başlamasından sonraki parlamenter sistemin kötü yanlarını anlata anlata bitiremeyiz. Fakat en şiddetlisini 7 Haziran da yaşadık. 7 Haziran bana göre kurgusu önceden hazırlanmış bir operasyondu. AK Parti ilk defa oy kaybına uğradı ve Türkiye’nin karşısına tam bir koalisyon tablosu ortaya çıktı. Tam o dönemde kimin ne amaçla koalisyon kurmak istediğini, Türkiye’nin koalisyonlarla nereye götürülmek istendiği çok net bir şekilde görüldü. Yani şimdi daha iyi anlıyoruz. Gelinen nokta itibariyle artık Türkiye’nin tüm kurumlarının yeniden inşası söz konusudur. FETÖ pisliğinden temizlenerek yerli ve milli kurumlarımızı sıfırdan kurmalıyız. Buna mecburuz…

AK Parti’yi bitirecek hamle.
AK Parti ile CHP koalisyonunu projesi tamamen Erdoğan’a dönük bir plandı. Erdoğan ve Türkiye’nin bağımsızlık yolunda gösterdiği gayretin engellenmesiydi. Çünkü İslâm ülkeleriyle birlikteliğini tesis etmek isteyen bir Erdoğan var, Avrupa’nın ikiyüzlülüğüne sürekli vurgu yapan bir Erdoğan var. İçeride de FETÖ ve PKK gibi terör örgütleriyle sahici anlamda mücadele eden bir Erdoğan var. Aynı zamanda Esed’in gitmesini isteyen ve o bölgede savaşın bitmesi için bir politika geliştiren Türkiye var. Dolayısıyla Afrika’da, Balkanlar’da konsolosluklar açan gelişmek isteyen bir Türkiye var. Ekonomik açıdan da büyüyen bir Türkiye var… Ne yapılması gerekiyordu; Türkiye’nin belli bir çizgiye getirilmesi, dizginlenmesi gerekiyordu. Bunun da yolu AK Parti ve CHP koalisyonuydu. Kim ne derse desin. O dönemde AK Parti-CHP koalisyonunu isteyen birçok AK Partili vardı. Davutoğlu’nun fahri danışmanının nasıl çırpındığını bilmeyen yoktur. Aynı zamanda AK Parti’ye muhalif olan birtakım yazar ve siyasetçiler bu koalisyonu arzu ettiler. MHP de koalisyona engel oldu. MHP’nin bir FETÖ operasyon yemesinin önemli sebeplerinden birisi de budur.

Başkanlık sistemi tartışmalarında işin hep şekli konuşuluyor. Amerikan tipi, Fransız tipi her neyse…  Gerçi Erdoğan “Türk tipi bir sistem” dedi ama biz onun da ne olduğunu bilmiyoruz. Türk tipi başkanlık nedir?
Her ülkenin kendine münhasır özelliği var. Dünyada başkanlıkla yönetilen ülkelere baktığında yekpare tek bir model yok. Amerika’nın kendine özel, kendi tarihî şartlarına göre kendilerinin ürettiği bir model söz konusu. Şu anda da “başkanlık” denildiğinde parmakla gösterilen bir ülke durumunda. Tayyip Erdoğan da şunu söylüyor, “biz de Türk tipi başkanlık modelini kendimiz koyabiliriz.”

Hâli hazırda Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir ideali var mı?
Türkiye Cumhuriyeti’nin ideali Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı yurttaşlar yetiştirmek. Başka bir ideali yok. Daha düne kadar “yurtta barış cihanda barış” diyerek, komşularımızda yaşanan hadiselere gözlerini kapatan, kulaklarını tıkayan, yönlendirmelere açık, IMF’ye bağlı bir ülke durumundaydık. Kaldı ki yurtta barış denildiğinde bunların aklına darbe geliyordu! Günü kurtaran ama imar ve inşâ faaliyetlerine girişmeyen bir ülke… Artık Türkiye büyük düşünüyor. Bu coğrafyada filizlenen ve 600 yıl dünyaya adalet ile hükmeden bir imparatorluktan ve onun bakiyesinden bahsediyoruz. Dolayısıyla dünyayı herkesten daha iyi tanıyoruz. 2000 yıllık bir devlet geleneğinden bahsediyoruz. 402 yıl boyunca Suriye bizim sadece bir vilayetimizdi. Avrupa’yı, Asya’yı, Afrika’yı yöneten bir devlet söz konusu… Biz tarihinden koparılmaya çalışılan bir milletken tarihle tekrar irtibat kurduktan sonra kendimize gelmeye başladık. Türkiye’de yeni bir sosyoloji ortaya çıktı. Bu vakitten sonra kimsenin gücü Türkiye’yi geriye götürmeye yetmeyecektir. Bu yüzden tüm operasyonlar geri tepiyor. Brezilya’da başarılı oluyor, Venezüella’da başarılı oluyor; ama Türkiye’de başarılı olamıyorlar. Türkiye son on yılda ciddi bir özgüven kazandı. Artık kimin hangi maksatla hangi safta yer aldığı ortada; kartlar açık oynanıyor. Bu başkanlık modelini gündemimize almamızın temel nedeni Türkiye’nin kalıbına sığmamasıdır. Türkiye’nin bir misyonu var; İslâm coğrafyasındaki zulmü durdurmak ve bütün Müslümanları birleştirecek bir yapıya ön ayak olmak. “Dünya beşten büyüktür” çıkışıyla Türkiye Müslüman ülkelere “bizi 100 yılı aşkın süredir sömüren güçler orada” demiş oldu. 1000 yıldır bize düşman olan bir Haçlı zihniyeti var, Erdoğan bunu gözler önüne serdi ve Anadolu insanı da bunu gördü. İçerideki uşaklarının kimler olduğu da, amaçları da ortaya çıktı. Tüm bu operasyonlardan sağ salim çıkan Türkiye her operasyon sonrasında sosyolojik olarak daha da güçleniyor.

İslâm coğrafyasının ayağa kalkabilmesinin yegâne şartı Türkiye’nin ayağa kalkmasıdır. Peki, Anadolu’nun ayağa kalkmasını sağlayacak olan yeni devlet anlayışının merkezine hangi fikri yerleştireceğiz? 15 Temmuz’da Müslüman Anadolu insanı öz ruhunu yakaladı. Devletin bu ruha nisbetle inşa edilmesi gerekmez mi?
Yeni devlet anlayışımızın merkezinde bir medeniyet tasavvurunun olması zarurîdir. Buraya ait, bize özgü, Anadolu insanının irfanına uygun, İslâm’ın özünden beslenen, yerli bir zihniyeti yeniden inşa etmek durumundayız. Lakin bu modernist, ithal kavramlarla hele hele NATO’cu İslâmcı bir ideolojiyle ve kafayla olacak bir iş değil Evet, tarihten ve kültürden besleneceğiz. Buraya ait yerli, köklü, sağlam bir devlet geleneğini yeniden inşa edeceğiz. Bunun da merkezinde adalet olmalıdır. Farklı kesimler dışlanmamalı ve bir ortak akıl inşâ edilmelidir. Osmanlı’dan sonra bu yurt bizim değildi; biz yeniden bir yurt edinme aşamasındayız. Düşünebiliyor musunuz, yüz yıldır mimarî bir eser bile koyamadık ortaya ve her an Anadolu’dan göçecekmiş gibi göçebe bir yaşama/zihniyete mahkum bırakıldık.

“Batılı aklın Türk ve Müslüman korkusu” başlıklı bir yazı yazdım. Tarihî bir nefret söz konusu… Haçlı zihniyetinde Kudüs ve İstanbul’un fetihlerinin müthiş bir tesiri ve korkusu vardır. Biz bu merkezleri bunlardan alıp İslâm’ı yerleştirdik. Dolayısıyla yüz yıldır da boyunduruk altında tutuyorlar, debelendikçe de sıkıyorlar.

Bu yüz yıllık köklerinden koparma operasyonunun neticesi olsa gerek, Türkiye’de müthiş bir ahlâkî çöküntü yaşandı. Fakat 15 Temmuz sonrası süreçte gördük ki ahlâkî çöküntüyü yansıtan haberler yok denecek kadar azaldı. Bu neyin göstergesidir?
Ahlâk bireysel bir haslet; fakat toplum ahlâkı denen bir şey de var. Bu tamamen dejenere edildi. Bir takım mekanizmalarla bu yapıldı. Hayatta kalmak için topraklarını kaybeden Türkiye verecek toprağı kalmayınca bu sefer de kültürünü, ahlâkını ve idrakini vermeye başladı. Bunu biraz önce de konuştuk, eğitimle dejenere ettiler bunu. Milyonlarca insanın çocuğuna çok farklı bir ahlâk anlayışı aşılandı. Onların yönünü Batı’ya çeviren, kendi değerlerinden kopuk, içi boş, robota dönüştürülmüş, ruhsuz bir nesil yetiştirildi. Biz bu sistemin yol açtığı zararı telafi etmenin mücadelesini vermeliyiz.

Tüm bunlara mukabil ahlâksızlığın pompalandığı dönemlerde, Üstad Necib Fazıl, Salih Mirzabeyoğlu, Nurettin Topçu gibi değerler de çıktı ve kendi üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirerek uyardılar. Bugünden geçmişe doğru baktığımızda ve ortaya çıkan manzarayı gördüğümüzde ne kadar kıymetli bir mücadele verdiklerini insan daha iyi anlıyor. Resmi ideolojinin en yoğun baskısının olduğu dönemde ahlâktan, yeniden inşadan bahsettiler, eserler ortaya koydular, mücadele verdiler. Bugün bu tahribatın telafi edilmesi gereken dönemdir. Bakınız 15 Temmuz’u konuştuk. Türkiye tarihinin en geniş kapsamlı operasyonunu geçirdi. Gördük ki bizden almak istediklerini kültürümüzü, direnme ruhumuzu, ahlâkımızı yine de alamamışlar elhamdülillah. Bir aydır meydanlar buna şahitlik yaptı. İşte bu ruh heba edilmesin istiyorum. Bu ruhun üzerine bina edelim. Çürük temel üzerine bina dikilmez. Lakin şu da bir gerçek ki asıl ahlâkî çöküntü üst düzeyde yaşanıyor. Okumuş yazmış derin stratejik uzmanlarımıza, profesörlerimize, siyaset ve medya dünyasına bir bakınız. 15 Temmuz’dan, şehitlerimiz üzerinden nasıl rant devşirmeye çalışanlara bir bakınız? Bu ahlâksızlıktır, vicdansızlıktır.

 Bu yüzden ben artık sadece cumhurbaşkanımıza güveniyorum ve ona diyorum ki lütfen eğitim başta olmak üzere kurumlarımızı yeniden inşa edelim. Milletimizle birlikte çıktığımız bu kutlu yolda kurnaz, çıkarcı ve ahlâksız insanlardan yakamızı kurtaralım. Örneğin mevcut eğitim buraya ait bir eğitim değil, hepsinden öte bu eğitim insan fıtratına aykırı bir eğitim. Bu sistemle yeni bir ahlâk inşâ edemeyiz; o aşkı, vecdi, heyecanı veremeyiz. İstanbul’un fethini doğuran ahlâkı hatırlamamız lâzım… Biz yüzyıldır tarihin sadece sathî yönünü öğreniyoruz. Asıl konuşmamız gereken meseleler; tarihten aldığımız misyonu yeni Türkiye’de nasıl işlevsel hâle getirebileceğimiz, İslâm coğrafyasındaki dağınıklığı nasıl bir yeni nizam ile toparlayabiliriz? Yeni inşa derken bir taraftan da insanımızın içe dönük inşâı da söz konusu. İnsanımız kendisini imar ederse dışarıya doğru da açılım yapabilir. Bu vakitten sonra artık tüm dünya halklarını da uyandıracak olan yegâne ülke Türkiye’dir. Aman bu bilinçten ve ahlâkî sorumluluktan kaçmayalım…

Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Ben de teşekkür ediyorum.

Baran Dergisi 502. Sayı