Memleketimizde sosyal bilimlerde eğitim almış, hemen hemen hiçbir akademisyen toplumumuzun 15 Temmuz’da göstermiş olduğu tepkiyi öngöremedi; dolayısıyla izah da edemedi. Bu tepkinin sebebi nedir, sosyolojik olarak nereye yerleştirebiliriz? Ayrıca akademisyenlerimiz niçin cemiyetimizi anlamaktan ve izah etmekten bu kadar uzaklar?
O gece sokağa çıkmış-çıkmamış hemen hemen herkesin yaşadığı ortak bir duygu vardı; şaşkınlık… “Yıl olmuş 2016 ve Türkiye gibi çok badireler atlatmış bir ülkede darbe girişimi olmaz artık” deniyordu. Çok da yersiz bir düşünce değildi esasen, o kadar bedel ödemiş bir ülkede buna cesaret edilemez diye düşünüldü. O yüzden böyle bir şeyi tahmin etmek kolay değildi sokaktaki biri için. Ama bana göre darbe ihtimalini öngörememiş olmak büyük bir kayıp sosyal bilimciler için. Tabiî ki sosyal bilimciler küreye bakıp geleceği okumaya çalışan kâhinler değil. Gelecekle ilgili bir fikir verememek kabul edilebilir bir şey belki; ancak sosyologların halkı, siyaset bilimcilerinin bürokrasiyi, psikologların kişilerin itaat süreçlerini okuyamamış olması affedilebilecek gibi değil.

Bana en büyük hayal kırıklığını ilahiyat bilginleri ve sosyologlar yaşattı. İlahiyat bilginlerinin sokakla ilişkisinin adeta kesilmiş olduğunu gördük bu süreçte. Sosyologları bir yerde mazur görebiliriz; çünkü üniversitelerimizde verilen sosyoloji eğitimi daha çok Batı toplumlarını anlamaya yönelik olduğu için bu bölümlerden mezun olanların, içinde yaşadıkları topluma yabancı kalmalarına pek şaşırmıyorum doğrusu. Sosyologların, her şeyi bir şeye indirgeme çabasındaki kolaya kaçan yaklaşımların, şablon kavramların kurbanı olduğunu düşünüyorum. Ama ilahiyat bilginlerinin dışarıyla ne kadar bağını kopardığını din ve toplum arasında ne kadar ciddi bir uçurum açtıklarını bu süreçte daha iyi gördük.

Bugün yaşadığımız en mühim problemlerden biri de aydın-münevver yetiştiremememiz; zaten yetişenlerin de kıymetini bilmiyoruz. Gerçek bir aydın nasıl olmalı, gerçek aydın sorumluluğu neyi gerektirir?
Bir projem için uzun süredir düzenli olarak Milli Kütüphaneye gidip geliyorum. Epey gözlem yapma şansım oluyor. Buraya gelenler işten güçten fırsat bulup kitap okumak, araştırma yapmak için zaman ayıran insanlar! Yani bir nevi düşünmeye ve düşünceye vakti olan insanlar! Tıka basa insanla dolu oluyor kütüphane, sırada bazen bir saat beklemek zorunda kalıyorsunuz bir boş masa bulabilmek için. Ne umut verici değil mi? Dev bir kütüphane ve içi hınca hınç dolu okuyanlar, düşünenler. Ama ne yazık ki gerçek hiç de böyle değil. Bir süre sonra sağdaki soldaki masalara bakınca, üst üste yığılmış test yaprakları, soru kitapları; KPSS, YDS, ALES… Bahsi geçen kütüphane ise bir üniversitenin öğrencilere ödev hazırlaması için ayrılmış kütüphanesi değil, iki milyon kitap bulunduran, ciddi yazma eserler, orijinal tablolar bulunduran arşiv kütüphanesi. Gelenlerin profilini ise  ‘soru tipi öğrenci’ olarak tanımlamak mümkün.

“Gerçek bir aydın nasıl olmalı?” sorusuna afili bir tanım yapmak, şöyle derli toplu ve kesin yanıtlar vermek isterdim; ancak henüz ben de pek emin değilim, çünkü sadece çevreme bakıyorum ve aydının, münevverin nasıl yetişmeyeceğini görüyorum.  Ancak sorumluluklar meselesinde haddimi aşmayacaksam birkaç cümlem var. Noam Chomsky’nin “Entelektüellerin Sorumluluğu” adlı kitabında “tarihsel meteryalizm”den bahsederken, “hâlâ tam olarak ne anlama geldiğini bilmiyorum, sanırım bu bazı insanların müzik kulağının olmaması gibi bir şey” diyordu. Birçok konuda eleştirdiğim biri olmasına rağmen Chomsky ile aynı fikirdeyim. Düşünürlerimiz bazen o elit dillerini öyle ağdalı örüyorlar, öyle kavramlara boğuyorlar ki bir sosyal bilimci olmama rağmen anlamakta zorlanıyorum. Belki “beni anlamak isteyen kafa patlatsın!” kibrinden kurtulurlarsa kendilerine minnettar kalabiliriz. Ayrıca aydınlarımızın kalıcı ‘düşünür’ kimliklerini güncel siyasetin kolay harcayabildiği bir hâle sokmamaları gerekir. İtiraf etmek gerekirse bu biraz zor, her konuda bir fikrimiz olsun ve onu da en yüksek perdeden söyleyelim isteriz. Ama sizde de oluyordur mutlaka, hangi görüşten olduğunu ayırt etmeksizin, bazı kıymetli düşünürleri küçük hesaplar peşinde görünce insan üzülmeden edemiyor. Düşünürlerin yıllarca verdikleri emekle edindikleri kimliklerini halka silah olarak doğrultmaması benim için en mühim sorumluluk. 

Peki, niçin aydın yetiştiremiyoruz?
Çağdaşlaşma adı altında eğitim sistemimizi bir kerede ve üstelik tepeden aşağıya değiştirmeye kalktık. Hâlâ o yıkıcı değişimin enkazları altında beynimiz. Ben değişime karşı biri değilim, zaten karşı olmak da değişimin pek umurunda değil; ancak kendi toplumsal gerçekliğinden kopmuş, ihraç fazlası taklit değişimler hep birkaç makas büyük ya da küçük gelir. Türkiye için de böyle oldu. Medrese sistemi tüm eksikliğine rağmen oldukça kapsamlı ve disiplinler arası geçişte kolaylık sağlayan bir sistemdi. Astronomi ve tefsir aynı rahleye sığabiliyordu. Çelişkiler ve çatışmalar daha kolay kontrol edilebiliyordu. Oysa modern eğitim dedikleri sistemde disiplinlerin arasında uçurumlar açıldı ve diploma eksenli aşırı ve katı uzmanlaşmaya dayalı bir sistem getirildi. Bunun zararlarını şöyle gördük: T Cetveli dışında bir şey bilmeyen mühendisler, estetik yoksunu mimarlar, matematik bilmeyen şairler, astronomi bilmeyen ilahiyatçılar… Allah aşkına! Yıldızları bilmeyen insanlar kelam tartışmaları yapıyor ve bu normal karşılanıyor. Bilimler ve ilimler birbirine düşman ilan edilmiş ve birbirlerinden alış veriş yapmaya asla yanaştırılmıyor. Hal böyle olunca psikologları küçümseyen psikiyatrlar, sosyologları ve tarihçileri bilim insanından saymayanlar... Az evvel mesela ilahiyatçılardan, psikologlardan bahsettim ama biraz da ürktüm, şimdi sıraya dizilip “sen kim oluyorsun!” diyebilirler de. Hatırlarsınız bu ülkenin çok prestijli bir üniversitesinin ünvanlı bir hocası “ben işin metodolojisini biliyorum!” diyerek nasıl da bu kibriyle bing bang etkisi yapmıştı!
Çünkü sistem tam da böyle işliyor ne yazık ki… İlahiyatçılara selam vermek için bile ilahiyat dört yıllık lisans diploması sahibi olman gerekiyorken ve ekserisi – kendini ilme adamış üstatlar beni affetsinler- kendi akademik hücresinde duvara profesörlük için çentik atıyorken ben de şöyle sorayım; kim aydın yetiştirecek ki?

Eğitim sistemi hakkında neler düşünüyorsunuz?
Eğitimci bir dostum, “öğretmenlerin başarısız bulup kendi haline bıraktığı çocukların yazdığı kompozisyonlar daha özgün” demişti. Yani iyi test çözemeyen ama iyi hayal kurabilen çocukların bu sistemin içinde kaybolması değil mi bu? Bir eğitimci değilim ama eğitim sisteminin içinden geçmiş herkes gibi şunu söylemeye hakkım var; endişeliyim. Hafta sonu bile panikle uyanıp test çözen ve henüz ilkokulda “ iyi bir üniversite kazanamazsam ve işsiz kalırsam…” korkusu taşıyan çocukları görünce endişeleniyorum...

Toplumumuzun kültür emperyalizmine karşı savunmasız oluşunu nasıl izah edebiliriz?
Önce “Kültürel Emperyalizm”ini tanımlayalım, sömürgeciliğin bir türü. Silah olarak kültürel nesnelerin kullanılması diyebiliriz. Bu kavram sol düşünceye ait olduğu için kültürel emperyalizm deyince akla hep Amerika gelmiş. Ancak dünyanın küçük bir köy haline dönmesi, etkileşimi kaçınılmaz kılıyor hem ülkemiz için hem dünya için. Ancak eğer küreselleşmenin kaçınılmaz sonucu olarak bizler Amerikalı gibi yaşıyorsak, şu soruyu sormamızda fayda var; neden bu küreselleşmeye olumsuz anlamda biz maruz kalıyoruz da bir Amerikalı Irak’ın köyündeki adamdan etkilenmiyor?  Yani kültürel yayılmacılık hiç de küreselleşmenin olağan etkileri olarak gösterilip masumlaştırılamaz.
Ayrıca kültürel emperyalizmi,  bir çeviri harikası olarak “ kültürel cihad” olarak sahiplenen İran’ın da sembol ve simge ihraç etmekte Amerika’yı ciddi şekilde taklit ettiği kanaatindeyim.  Mesela ilk aklıma gelen Ayetullah Humeyni’nin direktifiyle kurulan Farabi Sinema Enstitüsü’nün propaganda amaçlı film ve belgeseller çekip diğer ülkelere dağıtmasıdır. “Siz de yapın”, diyenler oluyor. Peki biz de yapalım da bu basbayağı ulusal kaygılar barındıran çabayı İslam tebliği diye insanlara yutturmayalım. Mevzu bu aslında.

1980-1990’larda İran sempatizanlığı Türkiye’de bir hayli yaygındı. Bugün ise Müslümanlar İran’ın gerçek yüzünü görmeye başladı. İran sempatizanlığının o dönemde yayılmasına zemin hazırlayan faktörler nelerdi, Müslümanlar bu hatanın farkına neyin değişmesi neticesinde vardı?
İran Devrimi bölgemiz tarihi için gerçekten önemlidir. Hem Doğu hem Batı için beklenmeyen bir şeydi; çünkü ilk defa bir devrime öncülük eden kitle dinî semboller üzerinden sokağa çıkmıştı. Zaten devrimden sonra ilan edilen slogan da bunu özetliyor: “Hz. Hüseyin bu defa yenilmedi!”

Humeyni’nin geleneksel Şii öğretilerini hem modernize etmesi hem de mezhepsel aşırılığı törpülemeye çalışması Sünnî dünyadan da karşılık buldu ve İran Devrimi Müslümanlar tarafından mezhepsel kaygılar bir yana bırakılarak sahiplenildi. Devrimin ideoloğu Ali Şeriati’nin kitapları dinî yayınevleri tarafından Türkiye’de en çok tercüme edilen kitaplar arasında yer aldı.

Sünnî Müslümanların İran’a karşı şüpheleri yavaş yavaş oluştu. İran’ın ilk başlarda devrimi diğer ülkelere taşıma isteğine Müslümanlar sıcak baktı; çünkü Baas rejimleri ve diktatörlükler altında Müslümanlar çok zulüm görüyordu. Hem İran’da olduğu gibi halk tiranlarını indirse, o zalimler uçağa binip kaçmak zorunda kalsa fena mı olurdu?

İran bunu iyi değerlendirip yurtdışına gönderdiği öğrencileri bu konuda birer propagandacı olarak yetiştiriyordu. Yapılan devrimin bir “İslâm Devrimi” olduğu iddiası ve “her gün aşura her yer Kerbala!” düşüncesi uzun süre karşılık buldu. Bana öyle geliyor ki ilk ciddi kırılma, Humeyni’nin tüm dünyayı müstekbir ve mustazaflar olarak ayırdığı ahlâk eksenli dış politikasından vazgeçip pragmatik politikalara yönelmesiyle oluştu. Oysa İran anayasasının 154. Maddesi mustazafların müstekbirlere karşı hak arama mücadelesinde mustazafların yani ezilenlerin yanında olmaktan bahseder…

En iyi örnek Hafız Esad’a İran’ın mezhep ve fayda eksenli verdiği destek ve Müslüman Kardeşlere karşı Hama Katliamı… Bu İran’ın aslında diğer devletler gibi kendi bekası için her zalimle ilişki içinde olabileceğini gösterdi ve İslâm devleti gibi görülmekten çıkarıp tipik ulus devlet konumuna getirdi. Bugünse yine oğul Esad’a verilen destek bunun devamı niteliğinde… Devrimi heyecanla selamlamış birçok Müslüman bugün İran’ın bu menfaat ilişkilerini görüyor ve artık başındaki “İslâm” kelimesinin kâğıt üstünde olduğunu düşünüyor. Bugün, İran’ın yayılmacılığının artık sömürgeciliğin başka bir versiyonu, kültürel aktarımlarının kültürel emperyalizm, tebliğ olduğunu iddia ettikleri şeyin de sığ bir soğuk savaş propagandası olduğu düşünülmektedir.

Teşekkür ederiz.
Ben de teşekkür ederim.

Baran Dergisi 519. Sayı