Ramazan-ı Şerif’deyiz. Ramazan ile alâkalı televizyonlarda, radyolarda birçok program yapılıyor, gazetelerde yazılar yayınlanıyor. Bugün Ramazan’ın mânâsı tam anlamıyla kavranabilmiş midir?
Ramazan’ın alt yapısında neler olduğunu ilk olarak hatırlayalım. Ramazan’da Kur’an-ı Kerim inmiştir. Biz Kur’an ile hangi ölçülerle irtibatlıyız. Cenab-ı Allah bütün ayları ve günleri Kur’an’ın vahyine tahsis etmiş; ama özellikle Ramazan ayına tahsisini beyan etmiş. Kur’an içindeki ayetleriyle, emirleriyle, yasaklarıyla, hülasa bizden Cenab-ı Hakk’ın kul olarak istediği birçok şey ölçüsünce Ramazan’a bakarsak, ancak o zaman Ramazan’ı idrak edebiliriz. Ben Ramazan’ı sadece Ramazan geldiğinde hatırlamanın karşısındayım. İlâhî emirlere uyabilmenin alt yapısında Kur’an-ı Kerim vardır ve bu ayda inmeye başlamıştır. Kur’an’ın hayatımıza hangi ölçülerde etki ettiğini hissedemiyorsam, Kur’an’ın bütün ayetlerini gözden geçirerek hangi emre ne kadar riayet ettiğimi bilmiyorsam Ramazan’ı da tam mânâsıyla yaşayamam. Ayetlerden istifade edip kendimizi kullukta derecelere ulaştırmalıyız.

Müslümanların imanını ifsad eden birçok sapık fırka ve görüş türemesine rağmen bugün “hoca”lar genellikle amelî meseleler üzerinden konuşuyor. İşin itikad veçhesi niçin konuşulmuyor?
Kur’an’da âlimlerin methedildiği ayetler var. “Allah’tan hakkıyla âlimler korkar.” Ama bugün bilenler niçin bildiklerini uygulamaya koyamıyorlar? Âlim kime derler? İlmiyle âmil olana derler. İlmi elde etmek yetmez, onu uygulaması gerekir. Uygulamıyorsa, âlim vasfı onlarda tahakkuk etmemiştir. “Allah indinde kişi, ancak yaptığı şeyle vardır.” İlim adamının kendisine faydası olmayan ilimden başkalarını istifade ettirmesi beklenemez; işin itikad veçhesinin konuşulmaması da bununla alâkalıdır.

Mesela mezhepsizlik çok yaygın bir fitne…
Mezhepsizliğin öncüleri vardır. Bu fikre tevessül edenler o isimleri şeyh kabul ediyorlar. İbn-i Teymiyye’den başlayan bir yoldur. Ehl-i Sünnet vel Cemaat’in mezheplerini hakkıyla öğrenme şansını elde edemedi gençler.

Niçin elde edemediler? Suç kimde?
Burada suç bu işi yapanlarda, daha doğrusuyla yapıyor gibi görünenlerde. Mesela ilahiyat fakülteleri öğretim görevlilerinde; ben de dâhil… Kendimi övecek durumda değilim; fakat profesör olan bir talebem bana “Ehl-i Sünnetçiliğin devam ediyor mu?” diye soruyor. Hatta tefsirci bu kişi… Kendisiyle bir daha da görüşmedim.

İlâhiyat fakültelerindeki bozulmanın sebebi ne?
Cenab-ı Peygamber (sav), “Nerede ilim adamları (ulema), nerede idareciler (umera)” buyuruyor. Bu ikisi bir arada yürümezse olmaz. Bugün her ikisinde de münafıklık çok. Hâlbuki münafıklık bizim iman esaslarının içinde olmamalıdır. Resûlullah’ın arkasında namaz kılan münafıklar vardır. Biz, Ehli Sünnet ve’l Cemaat bağlıları, bu münafıklar imanı reddi aleni olarak yapmadığından onları küfürle itham edemiyoruz. Hazreti Ömer (ra), peygamber (sav) cenaze namazı kıldıracakken “ya Resûlullah, o münafık, namazlarını mı kıldıracaksın?” dediğinde peygamber (sav) efendimiz “ben muhayyerim, bana Cenab-ı Hakk namazlarını kıldıramazsın emrini vermediği için ben muhayyerim” diyor. Zıhar meselesinde sahabeden bir kadın “Mücadele Sûresi”ndeki ayetlerin nüzulünün sebebidir. O surede “Allah’la beyi arasında geçen muhavereyi konuşan kadın” diyor. “Allah onun sesini işitti, Allah onların konuşmasını da işitir” diyor arkasından. Bu sahabe hanım birçok kere Resûlullah’a gitti “bu meselemi çöz” dedi; ne zaman ki bu ayet-i kerime geldi, eşi hanımına zıhar uyguladı. Zıhar, bir erkeğin eşini annesine benzetmesi hâlinde eşinin kendisine haram olmasıdır. Bunlar her Müslüman’ın bilmesi gereken şeyler, şimdi birçok insan var birlikte yaşıyorlar ama nikâhları yok.

Siz ilahiyat fakültesinde öğretim görevli olduğunuz dönemle bugün arasında bir fark var mı?
Eskiden bugünkü kadar kötü değildi. Mezhepsizlerin bu kadar çok sesi çıkmazdı. Öğrenciler seslerinin çıkmasına müsaade etmezdi. Öğrencilerin meşhur ders boykotu vardı, sakat düşünceye sahip, Ehl-i Sünnet’e aykırı hareket eden hocalara karşı… O hocalar okulda istenmiyordu. Ben de orada elimden geldiğince müdafaa ettim, destek verdim. Boykota karışan öğrenciler ağır ceza mahkemesinde yargılandılar, şahit olarak duruşmalara katıldım. Hâkime, “şu ana kadar hep talebeyi suçladılar; ama bu hocalar hiç suçlanmadı, onlarda hiç mi suç yok? Tahrik unsuru var” dedim. Hâkim de “bu hoca doğruyu söylüyor, sizde hiç kusur yok mu?” dedi. Yoksa çok ağır hükümler uygulanacaktı.
O hocalardan biri de Hayrettin Karaman'dı. Karaman’ın ilmî otoritesi vardır, en üst seviyede ilim sahibidir; fakat amel etmediği için hakkı söyleyemiyor. Afganî ve Abduh çizgisine girdi ve oradan çıkamadı; battıkça battı. Şeyh-ül İslâm Ebu Suud Efendi yok mu ki, sen Abduh’a meylediyorsun? İlim sahibi olmak yetmez, amil olmak lâzım. Tasavvuf meselesini de anlayamazlar, “tad duymayan giremez!” İlme fazla güvenin neticesi bu.

Kibirden mi kaynaklanıyor sapkınlıklar?
Anlayış eksikliğinden kaynaklanıyor. İlim sahibi; ama uygulayamadığı için bereketi yok. Yüksek İslâm Enstitüsü’ndeki o istenmeyen ekibi, Mehmed Zahid Kotku hazretlerine, Mahmud Efendi hazretlerine götürdüm. 1954’de bir ihtilâfa düştüler, Mahmud Efendi hazretlerinin şeyhi, dört mezhep imamı Ali Haydar Efendi hazretlerine götürdüm sormaları için, elini öptürdüm; ama nasip…

Hadis müessesesi çok tartışılıyor. Bu tartışmayı yapanların maksatları nedir? Hadise nasıl bakmalı ve neye dikkat etmeliyiz?
Kur’an-ı Kerim mahfuz oradan ilişemiyorlar, hadis müessesesi üzerinden bir şüphe uyandırmaya çalışıyorlar; ama bilmiyorlar ki kapı gibi bir hadis müessesesi var. İslâm’a her yerden saldırı var; hatta kendi içimizdeki ilahiyat fakültesi hocalarından bile saldırı var. Sırf medyada konuşulur olmak için İslâm’a saldıranlar dahi var. Hadislere saldırının temel maksadı ise İslâm’ın hayata tatbikini sünnet-i peygamberin bildirmesidir. Ona dair bilgi eksik olunca, amel eksik olunca, ayetlerdeki emirlere uymadıkça yolda sapmalar yaşanır ve İslâm’a zarar verir. Nice ilmi olan insan İslâm’a zarar veriyor.
Ehl-i Sünnet âlimleri, hadis ilminin bugünkü durumda kabul edilen şartlarını inkâr edenlere “kâfir” diyorlar. Ebu Udde “hadise söz getirenler sapıtırlar, çizgiden çıkarlar” diyor. Zayıf hadis meselesinden çok bahsediliyor, zayıf hadis ile sahih mütevatir hadis aynı değil. Fakat zayıf hadis de hadistir. Rivayet zincirindeki bir eksiklikten dolayı zayıf durumuna gelmiştir; ama bu hadis olmadığı mânâsına gelmemektedir. O kadar ince elenip sık dokunmuştur ki, hadis müessesesi bu kadar sağlamdır. Zayıf bir hadis, onun muadili sahih-mütevatir hadis varken hiçbir meselede kullanılmaz.

Ahmed Davudoğlu Hoca’dan biraz bahsedebilir misiniz?
Ahmed Davudoğlu Hoca ilim sahibliğini ispat etmiş, ilmiyle amil birisidir. Bulgaristan’da 12 kere elektrik şokuna girmiş. “Türkiye’deki şok daha ağır geldi bana” diyor. Talebeleri onu mahkûm ettirdiler. “Belediye nikâhı sahih olur fetvası doğru değildir” dedi, bir sene Üsküdar’da hapis cezası yattı. “Belediye nikâhı sahih olur” diyenlerden birisi de Hayrettin Karaman’dı. Ahmed Davudoğlu onun hocası olmasına rağmen Hayrettin Karaman arkasında durmadı, Davudoğlu Hoca’nın mahkemesinde hakemlik yaparak “belediye nikâhı sahihtir” dedi ve mahkûm olmasına sebep oldu.

Üstad Necib Fazıl ile tanışmanız nasıl oldu?
Biz Büyük Doğu’nun müdavimiydik. Üstad Necib Fazıl’ın konferanslarını ve müdafaalarını hiç terk etmedik. Davayı müdafaada onun kalemi hiçbir kılıcın olmadığı kadar keskindi. Paraya hiçbir kıymet vermezdi. O dönemde İstanbul Hukuk Fakültesi’nde kavga çıkardı, biz de imam hatipliler olarak oraya gider kavga ederdik. Mesela Kadir Mısıroğlu da o dönem kavga eder, solculardan dayak yerdi, o zamanlar milliyetçi olarak karşısında duruyordu. Komünistlere karşı milliyetçilerin temsilcisiydi. Fakat 1978’de bir gün Çengelköy’de sohbet verirken Kadir Mısıroğlu geldi sohbete, bize “siz hepiniz müteşerrisiniz (şeriatçısınız)” dedi. Üstad hakkında yazdığı o bayağı, iğrenç ifadeler olan kitaptan sonra iyice soğuduk. Maalesef ne olduğu belli değil. Üstad Necib Fazıl, çok çile çekti. Salih Mirzabeyoğlu’nun çektiği zulmü, çileyi de kimse çekmedi. Gördüğü bu sahabe misali zulmü örnek alabilmeliyiz; çünkü o şahsi menfaati için değil, İslâm davası için zulüm gördü. İnandığı davayı sonuna kadar götürebilmenin mücadelesini verdi. 16 yılın ardından cezaevinden çıktıktan sonra söyledikleri de gösteriyor ki, o tam anlamıyla inanmış bir insan… Necib Fazıl da öyleydi, hâkime “benim fikirlerini mahkûm edemezsiniz” diyordu; fakat Salih Mirzabeyoğlu daha çok çile çekti. Salih Mirzabeyoğlu’nun çilesi Bilâl-i Habeşî (ra)’nin çilesi gibidir. Hiçbir taviz vermedi; isteseydi hapisten daha önce de çıkardı.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Ehl-i Sünnet dediğimiz Muhammedî davadır. Bizim dâvamız Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat davasıdır; İslâm davasıdır. Allah “Baran” diye elinize bir vesika vermiş. Etkili bir şekilde kullanılabilir. Daha aktif hâle nasıl getirileceği hususunda çalışılabilir. Daha etkili olmalıdır. İslâm’ı müdafaa etmeli ve tavizsiz çizgi korunmalı. Ben İslâmî ilimler enstitüsü açtım; taviz vermeyen ilim adamları yetişecek. Kürsülere çıkacaklar, korkusuzca İslâm’ı savunacaklar. En büyük problemimiz gerçek mânâda ilim adamı yetişmemesi.

Teşekkür ediyoruz.
Baran Dergisi 492. Sayı