Zülfikar Görür davası niçin açıldı?
28 Şubat dönemini anımsatan bir dava… 28 Şubat’ta ne oldu? Üniversitelere, adliye koridorlarına, iş dünyasına, sivil toplum kuruluşlarına, Kur’an kurslarına yönelik birtakım kısıtlayıcı ve hürriyeti engelleyici aktiviteler oldu. Çok cesur, çok pervasız bir şekilde hareket ettiler bu kısıtlamalarda.

Buradaki cesareti nereden aldılar?
Sincan’da yürütülen tanklar üzerinden. Yine brifingli yargı toplantılarından… 15 Temmuz gecesi FETÖ’cüler sokaklarda tankları yürüttü. O gece tankları Kemalistler ve Ulusalcılar yürütmediler; ama 15 Temmuz sürecinden sonra Kemalistler ve Ulusalcılar, FETÖ’cülerin büründükleri İslâm kisvesinden hareketle, onların yürüttükleri tanklar üzerinden bir darbe stratejisi izlediler.

Şu an Kemalistler bir darbe stratejisi mi izliyor?
Şu an Kemalistler darbe yapıyor. Biz sadece sokaklarda tank görmüyoruz ve basına yansımadığı için kapalı kapılar ardında yapılan toplantıların muhtevalarını bilmiyoruz. Yine de 28 Şubat’taki gibi pervasızca yapamıyorlar bunu. Açık bir şekilde hakimleri savcıları toplayıp, asker kimlikli kişilere talimat verdirmiyorlar. Yine 28 Şubat döneminde Devlet Güvenlik Mahkemelerini gündüz vakti gazetecilerin önünde ziyaret edip, savcılara, hakimlere talimat veren paşalar vardı. Bu dönem bunları bu kadar açık bir şekilde yapmıyorlar; ama o gece Müslüman Anadolu halkının, müthiş direnişiyle bertaraf ettiği işgal girişiminden sonra bunlar kendi darbe stratejilerini oldukça profesyonel bir şekilde icra ediyorlar.

Bunu nasıl yapıyorlar?
28 Şubat döneminde hukuka aykırı bir şekilde oluşturdukları yapılar üzerinden hareket ediyorlar; yani yeni binalar inşa etmiyorlar, o binalar üzerinden hareket ediyorlar. Bunlardan biri de 28 Şubat sürecinde İBDA-C’nin, yani Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun İBDA fikriyatı olarak bildiğimiz, toplumda karşılığı olan ve altmıştan fazla eserden oluşan bir külliyata dayanan fikir sisteminin aksülameli şeklindeki oluşumların “terör örgütü” tanımının içine alınmış olması… Bu fikir sistemi, adı üstünde sistemik bir alternatif ve ülkeyi kurtuluşa götürecek yeni bir şey teklif ediyor. Doğal olarak bu, insanlara “arz” ediliyor. İnsanlar da buna “talep” şeklinde karşılık veriyor; fakat bu karşılık verme durumu, 28 Şubat sürecinde “ihdas edilmiş” bir terör örgütünün propagandası şeklinde muamele görüyor.

Nasıl yapıyorlar bunu?
Salih Mirzabeyoğlu’nun kitaplarının okunması, kitap ayracının, resimlerinin, Salih Mirzabeyoğlu’nun çoğu gazetede ilanı verilmiş olan ve cumhurbaşkanının da katıldığı konferansa ilişkin videoların sosyal medyada paylaşılması terör örgütü propagandası sayılıyor. Bu konferans resmî, önceden izni alınmış, bu cumhurbaşkanının katıldığı bir konferans. Konferansta cumhurbaşkanın Salih Mirzabeyoğlu ile görüştüğü haber ajansları tarafından da bilinen bir durum. Bugün bunlar bu şekilde alınıp, terör örgütü propagandasından insanlara davalar açılıyor.

Bunu neye dayanarak yapıyorlar?
28 Şubat döneminde bir yerel mahkeme kanalıyla “oluşturdukları” terör örgütü üzerinden yapıyorlar. Legal alanda yapılan her türlü faaliyet illegal alana çekiliyor. Salih Mirzabeyoğlu için sonraki süreçte toplumun çok çok farklı kesimlerinden “özgürlük” sesleri yükseldi. O “özgürlük” sesleri adliye koridorlarına taşındı, neticede tahliye oldu, yeniden yargılaması yapıldı, dosyasında aleyhinde bir delil olmadığı tespit edildi ve beraat kararı verildi. Şu an beraat eden bir fikir adamının bandrollü kitaplarının okunması dahi terör örgütü propagandası olarak sayılıyor. Bu durum net bir şekilde Kemalistlerin ve Ulusalcıların darbe stratejisinin bir parçasıdır!  

Bu davaların açıldığı arkadaşlar gelecekte de birtakım problemlerle karşılaşacaklar mı?
FETÖ’cüler devlet kadrolarına, soruları önceden alarak sızıyorlardı. Güvenlik soruşturmalarını icra eden makamlarda da kendi adamları oturduğu için herhangi bir problemle karşılaşmıyorlardı.

Bugün herhangi bir vatandaşın bir kamu kurumuna, kamu görevlisi sıfatıyla girebilmesi için birtakım sınavlara girmesi gerekiyor ve birtakım sınavlardan da mülakata girmesine yetecek puanlar alması gerekiyor. Şimdi buralara girdiklerinde, bu insanlar hakkında istihbarat kurumları tarafından hazırlanan raporlar getiriliyor. Bu arkadaş, buradaki dava neticesinde mahkemeden beraat kararı alsa dahi büyük ihtimalle kamu görevlisi olamayacak. Takipsizlik kararı alsaydı savcılık aşamasında, yine değişen hiçbir şey olmayacaktı. Aslında olması gereken hukuk açısından, olması gereken şu:

Herkes hakkında birtakım ihbarlar, şikayetler yapılabilir. Masumiyet karinesinin gereği, “suçluluğu ispat edilene kadar hiç kimse suçlanamaz”. Soruşturma aşamasında “dava açılmasına gerek yok, masumdur” denilirse “takipsizlik” kararı verilir. Yargılama aşamasında, suçlu olduğuna dair yeterli delil elde edilemezse “beraat” kararı verilir. Hem “beraat” hem “takipsizlik” kararı mahiyeti itibariyle, kişinin suçla ilgisinin olmadığı ve kriminal eylemi icra etmediği anlamına gelir ki, bu temiz bir vatandaş olduğunun ispatı niteliğindedir. Neticede takipsizlik ve beraat kararı alan kişiler, kamu görevlisi olabilir. Bu, buna engel bir durum değil; fakat burada terör örgütleriyle iltisaklı olduğuna dair açılan soruşturmalarda takipsizlik alan ve dava açılan hallerde beraat kararı alan kişinin, bu durumları dahi, istihbarat raporları doğrultusunda, kamu görevlisi olmasına engel teşkil ediyor. Bunu bertaraf edebilmek için mevcut hukuk sisteminde tek yol var: İdare mahkemesine gidip, “mesleğe girişin reddine dair kararın iptali” yönünde bir dava açmak… “A” idare mahkemesi uygulamada, “takipsizlik ve beraat alan kişi kamu görevlisi olabilir” diyor, “B” idare mahkemesi, “hayır, olamaz” diyor; yani uygulamada birlik ilkesine aykırı hareket edildiği için Kemalist, Ulusalcı ve darbeci güruh, Müslüman Anadolu halkının çocuklarının kamu görevlisi olmasını bu şekilde engelliyor.

Zülfikar Görür soruşturması darbeci güruhun, stratejik darbe yürüyüşünün basit bir adımıdır ve bu adımlar Anadolu’nun her yerinde, hızlı hızlı atılmaya devam ediliyor.

Yine bu hafta İBDA-C davasıyla bağlantılı olarak Fahri Önder tutuklandı. Fahri Önder’in davasından biraz bahsedebilir misiniz?
Fahri Önder 28 Şubat döneminde mağdur olan insanlardan biri. 18 yaşının altında ve hiçbir kriminal eylem icra etmediği halde, terörle mücadelede uğradığı sistematik işkence seansları doğrultusunda, o dönem terörle mücadelede faaliyette bulunan darbeci unsurların, işkencecilerin hazırladığı “matbu ifadeleri” imzalamak zorunda kalan biri. Zorla, baskı ve işkence yoluyla imzaladığı tutanaklar, daha sonra savcılık ve mahkeme aşamasında samimi ikrarı şeklinde değerlendirilmiş, hiçbir şekilde adil yargılanma ilkesine uygun hareket edilmeyerek yapılan bir iki göstermelik yargılama neticesinde mahkûm edilmiş bir Müslüman. 18 yaşının altında cezaevine atılıyor. Belirli bir süre cezaevinde kaldıktan sonra, infaz kanununda yapılan değişikliklerle tahliye oluyor. Tahliye olduktan sonra da herhangi bir kriminal eylemi yok.

“Terör örgütü” dediğiniz yapılarda bir istikrar durumu söz konusudur. Bir kişi cezaevine girdiğinde “militan” olarak değerlendiriliyorsa, yani kendine rota olarak kamu veya özel mülke zarar verme, devlet görevlilerinin ve vatandaşların can güvenliğini tehlikeye atma vs. şeklinde tezahür edecek eylemleri yapmayı çizmişse, cezaevinden çıktıktan sonra da eylemlerine devam eder fakat; İBDA-C’den hüküm giyip, cezaevinden çıktıktan sonra kriminal eylem icra eden hiç kimse yok. Tek başına bu dahi İBDA-C’nin terör örgütü olmadığının ispatıdır. Yine Fahri Önder de cezaevinden tahliye olduktan sonra evlenip yuvasını kurmuş, iş güç sahibi olmuş Müslümanlardan biri… Evlenip çoluk çocuk sahibi olduktan, düzenli bir hayat kurduktan sonra, “gel bakalım, sen 28 Şubat döneminde az yatmışsın” denilip, tekrar cezaevine atılması çok katmerli bir mağduriyet.

Bu tip davalardan hüküm giyen herhangi bir Müslüman, bu süre zarfı içerisinde yolundan dönmüş, hatta Kemalist bile olmuş olabilir. Buna da müsaade etmiyor sistem değil mi?
Hukuk insanlara, sadece kendisinin değerlendirebileceği bir gözlükle bakıyor. O gözlükle nasıl görünüyorsa o şeklide muamele ediyor. O gözlükle baktığın kişi Kemalist de olabilir, Ulusalcı da olabilir, Radikal İslâmcı da olabilir, Solcu da olabilir, Alevi de olabilir, Sünni de olabilir… Burada değişen bir şey yok. “Herkes için adalet” düsturuyla hareket edilmesi gerekiyor; ama burada böyle bir durum yok. Burada darbeci güruhun, farklı dönemlerde kimine yakın, kimine uzak olduğu, kimine az tolerans, kimine çok tolerans sağladığı durumlar söz konusu. Burada Fahri Önder için, ileride telafisi mümkün olmayan zararların engellenmesi ve mağduriyetlerin de bir nebze olsun giderilmesi adına, ivedilikle “yeniden yargılama” ve “tahliye” sürecinin işletilmesi gerekmektedir. Biz hukukçular olarak konunun takipçisiyiz.

Bahsettiğimiz iki davanın da temeline gelirsek… İBDA-C terör örgütü meselesi… Salih Mirzabeyoğlu beraat etmiş olmasına rağmen neden dosyası hala Yargıtay’da tutuluyor? Bu dava birçok insanı etkiliyor.
Salih Mirzabeyoğlu… Az öncede bahsettiğim gibi altmıştan fazla eser kaleme almış, Necip Fazıl’ın Müslüman Anadolu gençliğine emanet ettiği bir mütefekkir. Hayatı boyunca terörle ilişkilendirilebilecek hiçbir eyleme bulaşmamış. Bu durum ulusalcı diyebileceğimiz, taban tabana zıt diyebileceğimiz insanlar tarafından da dile getiriliyor. Cezaevinde bulunduğu süreçte, MHP’sinden AK Parti’sine, HDP’sinden CHP’sine kadar, meclisteki sayısal çoğunluğu ifade eden kitle tarafından mağduriyete maruz kaldığı ve tahliye olması gerektiği ifade edilen bir kişi… Bilinçli bir şekilde bir yargı kumpasına maruz bırakılıp, adil yargılamanın hiçbir şekilde uğramadığı bir mahkeme salonunda verilen bir kararla idam cezasına çarptırılıyor. Davasına bakan ilk hâkim, kendisine dikte edilen kararı vermediği için apar topar mahkemeden alınıyor. Sipariş üzerine atanan hâkim birkaç göstermelik duruşmayla idam cezası veriyor. Daha sonra 28 Şubat darbesinin izlerinin ya da baskısının ufak ufak kırılmaya başladığı esnada, toplum güçlü bir şekilde “Mirzabeyoğlu derhal tahliye olmalıdır, özgürlüğüne kavuşmalıdır” şeklinde bir ses yükseltince, bu ses adliye koridorlarına yansıyor. Neticede hakkında “yeniden yargılama” kararı veriliyor. Dosyanın tekrar açılması durumunda, dosyada “mahkumiyete yeter” hiçbir delil olmadığı görülünce, heyet tarafından, bakın altını çizerek söylüyorum: oy birliğiyle beraat kararı veriliyor; fakat duruşma savcısı ideolojik saiklerle hareket ederek dosyayı temyiz ediyor. Dosya temyiz edilince, Yargıtay’da malum iş yükü fazla. Orada da yine 28 Şubat’ın darbeci güruhunun kalıntıları, FETÖ’cülerin kalıntıları ve o havanın var olma ihtimaline binaen, kötü niyetli bir şekilde temyiz edilmesi söz konusu. Bir hukuk fakültesi öğrencisi dahi böyle bir dosyada, temyiz sürecini işletecek kadar bilgisiz ya da vicdansız değildir.

Burada netice itibariyle halihazırda dosya Yargıtay’da, beraat kararı… “Vefat halinde dosya düşer” şeklinde çok açık bir şey söylendi. Hamdolsun oradaki süreç atlatıldı ve dosyanın esasına gelinecek. Biz ivedi bir şekilde, anayasada belirtilen “lekelenmeme hakkı” bağlamında, derhal yerel mahkeme tarafından verilen beraat kararının, Yargıtay tarafından onanmasını talep ediyoruz.

Zülfikar Görür davasını açanlar yeni savcılar. 15 Temmuz’dan beri yargıda bir temizlenme süreci yaşanıyor. Buna mukabil bu davayı açanlar iki senelik savcılar. FETÖcülerden boşalan yerlere Kemalistler mi yerleşiyor?
Darbe ve darbecilerle mücadele edilmeli mi? Edilmemeli mi? Türkiye’de aslında sormamız ve cevabını aramamız gereken soru bu olmalı. “28 Şubat darbedir” diyoruz, bir Meclis Araştırma Komisyonu kuruyoruz, binlerce sayfalık bir rapor hazırlıyoruz; yani görüyoruz ki binlerce insan mağdur edilmiş, inancı gereği taktığı türban sorgulanmış, üniversiteye gitmekten alıkonulmuş, beyin göçü gerçekleşmiş; bu ülkeye zarar vermiş, insanlar fişlenmiş; kimi hakimlik, savcılık mesleğinden, kimi Türk Silahlı Kuvvetlerinden, kimi öğretmenlik yaptığı okuldan uzaklaştırılmış… Darbeciler bunları gözümüzün içine baka baka yapıyor bu arada. Bunların tamamını tespit ediyoruz. Sonra hava değişiyor, diyoruz ki “biz bunlarla hesaplaşalım”. Bunlara bir dava açıyoruz, Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde. Paşalık yapmış koca koca adamları mahkeme salonuna getirtiyoruz, tutuklama kararı veriliyor, kısa bir süre sonra bunlar serbest bırakılıyor. Ve nihai neticede diyoruz ki “evet, bunlar darbeci, bunlar gerçekten anayasal düzeni ve anayasal kurumları işlemez hale getirmeye çalıştılar, bunlar gerçekten darbeye teşebbüs ettiler, meşru hükümeti yıkmaya çalıştılar”. Bunların hepsini mahkeme kararıyla tespit edip bunlara ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası veriyoruz; ama bunları tutuklamıyoruz. Gerekçe: hasta ve yaşlı olmaları.

Zülfikar Görür davası, Kemalistlerin ve Ulusalcıların, yürüdükleri o stratejik darbe yolunda attıkları basit bir adımdır. Bu adımları sürekli atmaya devam ediyorlar. Biz “28 Şubat darbecilerini yaşlı oldukları için tutuklamadık” dedik, “hastalar” dedik; ama Zülfikar Görür’e dava açan savcılar mesleğin ikinci yılında olan hâkim ve savcılar; yani yaşlı değil gençler. Türkiye’de Kemalist ve Ulusalcıların “darbe” zihniyeti yaşlı değil, zinde, genç. Siz, suç işledikleri mahkeme kararıyla tespit edilen kişileri, yaşlı oldukları gerekçesiyle tutuklamıyorsunuz; ama bunlar sahadaki genç elemanlarıyla gayet sağlıklı bir şekilde darbe yürüyüşlerine devam ediyorlar.

Söz konusu soruşturmalar da stratejik darbe yürüyüşü niteliğindedir. Burada hedef alınan, bireylerden ziyade, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’dur; zira onlar için Mirzabeyoğlu ölmedi. Eserlerinde hâlâ yaşıyor. Gençliğin onun eserlerinde nefes almasını engellemek için tekrar eserlerini terör kapsamına alıp, “yasaklı eser” pozisyonu oluşturuyorlar; yani Mütefekkir, sadece sevenleri açısından değil, sevmeyenleri açısından da ölmedi, diyebiliriz.

Bir de fikir özgürlüğü meselesi var Türkiye’de. FETÖ’nün ve Kemalistlerin en önemli taktiği, fikrini beyan eden insanları, fikirlerinden dolayı, “terör örgütü” kisvesi altında hukuki birtakım yaptırımlara tâbi tutmaktı. Mesela fikir özgürlüğü kapsamına girecek olan 5816’dan bir sürü dava açıldığını görüyoruz. Bu çerçevede Türkiye’nin hukuk manzarasını nasıl resmedebiliriz?
Evet, 5816 isimli bir kanun var. Yargı cinayetlerinin en fazla işlendiği alanlardan biri diyebiliriz bu maddeye. Bir kere anayasada ve AİHM kararlarında sıklıkla belirtilen eşitlik ilkesine tam anlamıyla aykırı bir mevzuat bu. İvedilikle iptal edilmesi gerekiyor. Artık biz bu tarz aleni hukuk cinayetlerine şahit olmak istemiyorsak, 5816 isimli kanunun kaldırılmasını güçlü bir sesle dile getirmek durumundayız.

Eşitlik ilkesinden kasıt nedir?
“A” şahsı “B” şahsına hakaret ettiğinde, savcılık makamı TCK’nın ilgili maddesine göre yargılama yapıyor; ama “A” şahsının M. Kemal’e eleştirel bir düşüncesi dahi hakaret anlamında değerlendiriliyor, önce hakaret sahasına alınıyor, sonra savcılık ve mahkeme kanalına taşınarak şahsın özgürlüğüne yönelik bir gol atılıyor. Bir iki göstermelik duruşma yapılıyor, “Şunu dedin mi?”, “-Dedim”, “Nerede dedin?”, “-Twitter ve Facebook’ta”, ekran görüntüleri alınıyor, “Böyle dedin mi?”, “Hayır, demedim, düşüncem eleştireldi, bir hakaret durumu söz konusu değildi.” diyor; değişen bir şey yok. Hâkim ve savcı da meslekî kaygılarla hareket ederek, özgürlükçü tutumdan uzaklaşıyor ve mahkûmiyet cezası veriyor. Genelde, kanuna göre o ilgili maddeye verilen ceza, kişinin cezaevine girmesini gerektirmeyecek nitelikte. Hükmün açıklanmasının geri bırakılması, ertelenmesi v.s. gibi süreçler işletiliyor. Burada her ne kadar bu eylemden ceza verilmiş olduğu halde ilgilinin cezaevine girmemiş olması iyi bir şey gibi görünse de aslında kötü bir şey. Siz burada hükmün açıklanmasının geri bırakılması ya da erteleme kararını aldığınızda, düşünce ve ifade hürriyeti alanınız kısıtlanıyor. Artık sosyal medyada ve günlük hayatınızda rahat hareket edemiyorsunuz, düşüncelerinizi ifade edemiyorsunuz. Çünkü önceki mevzudan sebep, hakkınızda verilen o erteleme ve hükmün açıklanmasının geri bırakılmasından alınan ceza, demokrasinin kılıcı gibi, düşünce ve ifade hürriyetinizin üzerinde bekletiliyor. En ufak bir eyleminizde tekrar mahkemeye veya savcılığa düşerseniz, alacağınız ceza bağlamında ilk cezanız patlıyor ve cezaevi yolu görünüyor size. İfade hürriyetinin istikbali ve sağlıklı işleyişi adına, 5816 isimli kanunun ilga edilmesi gerekiyor.

Hukukta Müslümanların önünün kesiliyor olması nasıl sona erecek?
Mücadele ede ede sona erecek… FETÖ’cülerin, Ulusalcıların ve Kemalistlerin düşman olduğu kitle, yani bu memleketin esas sahipleri, artık hukuk nazarında, mahkeme salonlarında, sokaklarda, evlerinde veya iş yerlerinde mağdur olmak istemiyorlarsa mücadele etmeleri gerekiyor. Mücadele sadece 15 Temmuz gecesi sokağa çıkmakla verilmiyor; sokakta kazandığınızı masada da savunmanız gerekiyor. Buradaki temel mesele bu; ama maalesef masada savunulması gereken bütün hadiseleri, yine bizim içimize sızan parazitler, “provokatif eylem” olarak nitelendiriyor.

Geçtiğimiz 10 Kasım’da, Edirne’de, Emine Şahin isimli bir üniversite öğrencisi, düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında “Atatürk ilah değildir” şeklinde bir cümle kullandı. Kemalistler ortalığı yıktılar, Edirne Barosu’na bağlı 118 tane avukat ve CHP’nin Edirne Belediye Başkanı da o gün adliyeye gitti. 28 Şubat döneminde olduğu gibi yine adliye koridorlarına gelerek baskıyı kurdurlar ve bu kızcağız tutuklandı. Tutuklamanın hiçbir şartı yoktu orada; çünkü tutuklama kararının verilebilmesi için kanunen belirli bir süre sınırının olması gerekiyor. Alt sınırı bir yıl olan bir şeyde tutuklama kararı verilebilir mi? Orada verildi işte. Bu ülkenin gerçek sahipleri, gerçek evlatları: “burada bu bacımız tutuklanamaz” şeklinde feryatta bulundukları anda, canı tatlı olanlar hemen “ama o da provokatif eylem yaptı” şeklinde bir şey söylediler. Bu kabul edilebilir bir durum değil.

Provokasyon deyince aklıma Kemal Kılıçdaroğlu meselesi geldi. Mesela Salih Mirzabeyoğlu’nun kitapları dolayısıyla İBDA-C propagandası denilerek dava açılabiliyor. Birileri de aleni bir şekilde Amerika’nın köpekliğini yapan örgütlerin propagandasını yapıyor; fakat bunlara açılmış bir dava göremiyoruz…
Burada yumruğu atan tarafa, yumruğu yiyen tarafa ve yumruğu atan tarafın arkasındakilerle, yumruğu yiyen tarafın arkasındakilere bakarsak sağlıklı bir değerlendirme yapmamız mümkün. Yumruğu yiyen taraf çok güçlü bir şekilde “soysuz Süleyman” diye bağırdı, terör örgütünün fiili anlamda halihazırdaki lideri Karayılan’da aynı ifadeyi kullandı. PKK ile aynı ağzı kullanıyorlar.

Kılıçdaroğlu’nun cenazeye gitmesi tam olarak provokasyondur. Bir eylemin provokasyon olup olmadığını görmek için objektif ve subjektif değerlendirmeler yapmanız gerekiyor. Siz oraya gideceksiniz, “Oraya gidersem acaba orada ne yaşanacak, gidersem yaşanacakları göze alabilir miyim, alamaz mıyım?” bu soruları kendinize sorarak tamamını değerlendirmeniz lazım. Bakın cumhurbaşkanının bu hadise üzerine kamuoyuna yansıyan bir açıklaması oldu: “Ben cumhurbaşkanı olduğum halde, bir şehid cenazesine gitmeden önce kendime soruyorum, bizim oraya gidişimiz onları rahatsız eder mi?” şeklinde… Acısı taze olan bir hadise var orda.

Siz bu ülkede ana muhalefetin liderisiniz. Bir asker PKK’ya karşı ülkesini korurken şehid olmuş ve siz bu cenazeye gittiğinizde yumruk yiyorsunuz. Bir şehid ailesi tepkili olabilir ve şehidin bir yakını tepkisini söz yerine yumrukla gösteriyorsa, burada yumruğu atandan çok yumruğu yiyenin konuşulması gerekir diye düşünüyorum ve son olarak yumruğu atan Osman amcanın davasının da takipçisi olacağımı ifade ediyorum.

Teşekkür ederim.
Rica ederim.

Baran Dergisi 642. Sayı