2019’da yapılan iki büyük eylem neticesinde, Cumhurbaşkanı seçimler evveli Ayasofya için “cami olarak açabiliriz” dedi; lâkin gelinen noktada Ayasofya’nın açılması yönünde atılan bir adım görmüyoruz. Cumhurbaşkanının sözü neden yerine gelmiyor?
Ayasofya’nın şahsi kimliğinin verdiği duruş bu mevzua engel oluyor. Neden? Tayyip Bey, yıllar evvel “Sultanahmet Camii’ni doldurun, ardından Ayasofya açalım.” dediğinde, aslında mesajı “gerekli mecrâlar için” çok güzel verdi. Mesajın direkt adresi olan Yunan halkı adına, Yunanlıların sağ cenahından bir parti mensubu milletvekili “Eğer Ayasofya’yı açarsanız, sizin bir devlet büyüğünüze ait bütün vesikaları açıklarız.” dedi. Bu haber bizim medyamızda hiç alâka görmedi. Tabiî bu devlet büyüğünün kim olduğunu herkes tahmin edebiliyor. Bu da ne demektir? Ayasofya’nın açılması demek, laik rejimin temelinin sarsılması demek. Benim açımdan Ayasofya’nın aslî hüviyetine dönmesinin iki ehemmiyeti var: Biri fethin sembolü olması, diğeri de Fatih Sultan Mehmed’in bizim üzerimizdeki bedduasının kalkması... Ayasofya açıldı diyelim, ne olur? En fazla bir hafta, hadi bir ay diyelim tıklım tıklım dolar, ardından kimse Ayasofya’nın ne kimliğine bakar, ne duruşuna bakar… Olay biter! Mevzua yaklaşımım bu; lâkin prangaları kırmamız, dünyanın bize bakışı cihetinden çok ciddi sıkıntı oluşturur. Çünkü biz zaten şu anda bin bir türlü iç ve dış düşmanla savaşıyoruz, bir de üzerine bir dert daha eklemiş oluruz. Yalnız bu dert kelimesini tırnak içine alıyorum; çünkü ben bunu dert olarak görmüyorum. 

“Biz bu kadar ciddi bir gücü Tayyip Bey’e vermişken ve bizi temsil ettiğine inanıyorken bu işi yapamayacaksak ne zaman yapacağız?” dediğim yer var, ama bir de “Acele mi ediyoruz?” dediğim yer de var. Çünkü bu konuda hususiyetle benim gözümde başörtüsü mevzuu çok ciddi bir misal. Erbakan zamanında Merve Kavakçı vesilesiyle Ecevit, “Burası kamuya, devlete meydan okunacak yer değildir.” diyerek Merve Kavakçı’yı meclisten kovmasına rağmen, şu anda başörtülüler istedikleri yerde istedikleri şekilde çalışabiliyorlar ve Tayyip Erdoğan bu devrimi sessiz sedasız becerdi. “Acaba” diyorum; Ayasofya’yı küreselleşen dünyanın şartları mı otomatikman açtıracak? 

 “Ayasofya açılacak, bir ay insanlar heyecanlanacak, sonra bitecek.” dediniz. Yani bu, bir meccani oluşu işaret ediyor. Başörtüsü meselesinde de aynı. “Başörtüsü serbest oldu; ama bunun mânâsı ne kadar yaşanıyor?” gibi bir durum var. Kastettiğiniz bu muydu? 
Evet. Ayasofya’da da bundan korkuyorum açıkçası. Çünkü ben insanların tam manasıyla Ayasofya’nın neyi ifade ettiğini bildiklerine inanmıyorum. Asıl mevzu orada saklı... Bizler, belli bir davaya gönül vermiş insanlar; evveliyatla milletimize bunu anlatmalıyız…

Bir de şöyle bir durum var: Reel politik faktörleri göz ardı etmeyelim, lakin biz inançlı insanlarız, ortada Fatih Sultan Mehmed Han’ın bedduasının kalkması gibi bir durum söz konusu. Yani iş sadece maddî değil… 
Zaten onun üstüne basa basa belirttim ve benim için en ehemmiyetli yerlerden biri orası. Belki de Allahu Tealâ’nın imtihanına tâbi tutulduğumuz; PKK belası, LGBT belası, KADEM belası gibi belalar ile iç mihrakların bize yaptığı zulümlerin her biri, dolaylı yoldan bu beddua ile alakalı. Biz işe, manevi olarak bakmıyor muyuz veya maneviyatı arka plana mı alıyoruz? Adını koyamıyorum onun açıkçası… Lâkin tekrar ediyorum; biz Ayasofya’nın ruhunu evvela insanlara anlatmalıyız derim. İşin bence en mühim kısmı orası. İnsanlar Ayasofya’nın ruhunda ve manasında değiller. 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın o zamanki açıklaması seçimlere yönelik bir vaat miydi? Zira öyle rivayetler de var.
Kat’iyyen inanmıyorum. Çünkü Tayyip Erdoğan, Muhammedî bir kalp taşıyor. Adım gibi eminim eline fırsat geçtiği an orayı da açar, 5816 sayılı M. Kemal’i koruma kanunu da kaldırır. Devlet idare etmek bizim gördüğümüz kadar basit değil; kaldı ki bizler, 3-5 kişilik ailemizi, 5-10 kişilik işyerimizi idare ederken işin içinden çıkamıyoruz. Her harekette, kendi dünyamızda çarpıştığımız bir şey var: “Acaba bu işin arka planında ne var, ne dönüyor?” Ben, Ayasofya’nın ucu çok yerlere uzanır diye düşünüyorum. Bu işin başı rejimin sallanması… Ayasofya mevzu, Mustafa Kemal’le alakalı kanun, Mustafa Kemal’in heykelleri, Mustafa Kemal’in resimleri... Bunların hepsi rejimin birer temelidir. Bu mevzularda atılacak her adımda, temel yerinden oynayacak! 

Yerleşik bir bürokratik zihniyet ve oligarşik bir düzen var. Tayyip Erdoğan da sürekli bununla uğraşıyor. Tayyip Erdoğan’ın bu yönde atacağı büyük adımlara bu düzen mi engel oluyor?
Bu zaten alenen ortada değil mi? Mesela Tayyip Bey’in birbiriyle çatışacak konuşmaları… Bunu bizim tartışmamıza bile gerek yok derim; lâkin tekrar ediyorum: Tayyip Bey Muhammedî bir kalp taşıyor. Ortam olduğu zaman yapamayacağı hiçbir şey yok. Yalnız bunun yanında, hususiyetle bizim cenah için aksi bir durum var, menfi bir durum var; etrafına etten duvar örüldü. Hakiki manada muhibbanı olanlar, hizmet insanları yıpratılarak uzaklaştırılıyor. Yalaka, menfaatçi gurubun önü açılıyor.

5816 sayılı kanundan da kısaca bahsedelim. Bugün bu kanun sebebiyle ceza alan var mı? Ne kadar yoğun? 
Şimdi ben özellikle 5816 mağdurları ile alakalı araştırma yaptığımda, bu iktidar döneminde bu işin zirve yaptığını gördüm. Tuhaf gibi geliyor; ama bu bir realite. Sebebi de sosyal medyanın gücü diye düşünüyorum. Çünkü bu paylaşımları yapanlar da sosyal medya üzerinden yapıyor, şikâyeti yapanlar da sosyal medya üzerinden gördüklerini anında devlet kanallarına ulaşabildikleri için şikâyet edebiliyorlar. O mânâda çok ciddi bir mağduriyet var. Ben özellikle burada bir davaya gönül vermiş insanların, parantez içinde Müslümanların, bu konuda birlik olmaları gerektiğini düşünüyorum. Bakıyorum herkes kendi yaptığıyla kalıyor. Misal; ben bugüne kadar yirmiye yakın 5816 davasına girdim. Bugüne kadar sadece bir davama dört kişi iştirak etti. Bu bizim için zûldür. Sadece şahsım adına demiyorum, mağdur olan tüm kardeşlerimizin yanında “birlik” olmalıyız…

Yakın bir vakitte, bir avukat büyüğümüzle görüştüm. Bana 5816 ile ilgili yaşanmış bir hadise anlattı. Konya’da bir dava olmuş. O davadan evvel, muhakemesi görülecek şahıs ve arkadaşlarıyla, akşam bir yerde yemek yemişler. “Orada yirmi tane genç gördüm, çocuklara dedim ki: Siz yarın arkadaşınızın davasında yanında olur musunuz? Hepsi ‘Oluruz.’ dediler. Ben de davadan evvel bir ortam ayarladım. Bu ortamda dört tane avukatı da yanıma aldım, bir de ben, beş avukat. Yirmi kişi de o çocuklar var. Yirmi genç ve beş avukatla davaya girdiğimizde yüzde yüz 5816’dan ceza alacak bir çocuk, sadece bu görüntü üzerinden mahkemeden beraatla ayrıldı.” dedi. 

Yani bu belki anlatırken kolay bir mevzu gibi gözüküyor; ama burada bir birlikteliğin, yani “Bir elin nesi var, iki elin sesi var”ın misalini görüyoruz. Biz bu konuda herkesi yalnız bıraktık. Hâlbuki karşı cenah, ciddi bir davaya en az on avukat ile giriyor. Seyirci ve medya gücü de cabası…

İşin komik tarafı, 5816’dan savcı veya hâkim karşısına çıkanların çoğunluğunun yaptıkları paylaşımlar; çok ayakaltı paylaşımlar, ne yazık ki… Yani ne davamıza bir şey kazandıracak, ne de Kemalist zihniyete bir şey kaybettirecek şeyler. Hususiyetle bir Vedad Uşaklıgil mevzuu var; ben bu konunun kat’iyyen konuşulması taraftarı değilim. Çünkü biz Mustafa Kemal’i ne bel altından, ne de içkiyle vuramayız. Ne yazık ki, Müslümanlar dahi bu rezillikleri kabullendi. Kaç tane komşumuz zina yapıyor da, ikâz ediyoruz? Kaç tane içki içen komşumuza “Aman yapma, bu haramdır.” diyoruz? Biz bunun adına ne dersek diyelim, kabullendik. Zaten karşı taraf da böyle yaşıyor. Bunu “Benim atama yakışır.” şeklinde tasdikliyor. Sen bu söylemle nereye geleceksin ki kardeşim? O yüzden aynı Ayasofya mevzuunda olduğu gibi, bizim evvela 5816 sayılı kanunun muhtevasını insanlara anlatmamız lazım. Bu kanun neden çıktı, gerekçesi nedir? Bu kanunun çıkarılmasında kimler rol aldı? Kanun çıktıktan sonra kimler mağdur edildi? Bizim bunu, bizim tarafa da karşı tarafa da çok iyi anlatmamız lazım. Ondan sonra bir yerlere gelebileceğimizi zannediyorum. Biz bu mücadeleyi verirken bu mücadelede kesinlikle elimizdeki vesikalarla hareket etmemiz lazım. Çünkü bizim ne bel altına ne içkiye, ne de başka bir rezilliğe ihtiyacımız yok. Zaten Mustafa Kemal’in hakiki yüzünü gösterecek, Kemalistlerin yazdığı, envai çeşit vesika ve kaynak var elimizde. 

Tam bu noktada mevzuunu açalım. Üstad Necip Fazıl’ın “Put Adam” isimli eseri Türkçeye tercüme edildi. Üstad’ın orada izlediği bir metod var. Kemalistlerin kullanmış oldukları argümanlarla Mustafa Kemal’in bir “sahte kahraman” olduğunu gösteriyor. Yayınlanır yayınlanmaz büyük ses getiren kitap hakkında apar topar toplatılma kararı çıkarıldı. “Put Adam” isimli kitap üzerine neler söyleyebilirsiniz?
Ben “Put Adam” isimli kitabın çıkarılmasından sonra, videolarla ve fotoğraflarla en fazla reklamını yapanlardan biriyim. Büyük bir riskin altına girdiğimi de biliyorum. Neden? Evvelki hafta kitap hakkında, Kartal’da bir cumhuriyet savcısı tarafından; el konulma, toplatılma, basım ve dağıtımının yasaklanması ile neticelenen bir karar aldırıldı. Kitabı basan yayınevi ile temasa geçen savcı; bir yerlerden emir almışçasına, bir vazife addederek, kitabın nüshalarından kendisine ulaştırılmasını istemiş. Basan şahıs, “Benim sana bu kitabı ulaştırmak gibi kanuni bir zorunluluğum yok.” demesine rağmen, savcı emeline ulaşmış ve netice ortada. 2019 Türkiyesi’nde “Kemalist Sansür” ile karşı karşıyayız!

Ben, araştırmacı bir yazar olarak, bilgiye erişim ve bilgiyi kullanma hakkımın engellendiğini düşündüğümden; kararın kaldırılması için, Pazartesi günü,  İstanbul Anadolu 6. Sulh Ceza Mahkemesi’ne  itiraz dilekçesi verdim. Kanunlar çerçevesinde elimden ne geliyorsa yapacağım.

Bu vetirede Kemalist zihniyetin tiyatrosu, gülünç bir hâl aldı. Bu kitabın herkes tarafından okunabilmesi için, şahsen çektiğim videolar ve fotoğraflar üzerinden; kitabın yazarının şahsım olduğunu iddia ederek, sosyal medyada beni linç ettiler. İnanılmaz bir üslupla saldırarak, egolarını tatmin ettiler. Bu saldırılarda Kemalist ahlâk alenen ortaya çıktı. Düşünün, kitap 1972’de Üstad Necip Fazıl Kısakürek tarafından yazılıyor ve Arapça tercüme edilip neşrediliyor; 2019 Türkiyesi’nde cesur bir yayınevi, kitabı Türkçe’ye çevirip basıyor... Şahsen, sadece reklamını yaptığım ve ticari bir gelirimin olmadığı kitap üzerinden bizi hedef gösteriyorlar? Tam bir komedi... Eyy Kemalistler! Tarihiniz nasıl uyduruksa, iftiralarınız da uyduruk! İnsan ideolojisini müdafaa ederken, ortaya vesikalarla, tatmin edici cevaplarla çıkar. Tabiî Kemalist zihniyetten bunu beklemek ne kadar doğru, onu da bilmiyorum.

İnşaallah birileri bizi kitabın yazarı diyerek savcılığa şikâyet eder de, biz de “Kemalist komedya” diye, bunların hakiki yüzlerini ortaya çıkarırız. Her ortamda ifadeye hürriyet türküsü okuyup; vesikalı hakikâtleri haykıran ve M. Kemal’in ahbaplarından nakillerle derlenmiş bir kitabın yasaklanmasını kabullenemiyorum. Kaynaklar dahi Kemalist zihniyete ait. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu... O vakit, kitaba sansür uygulanmasına vesile olan 5816 sayılı kanun, M. Kemal’in arkadaşlarını da adalet karşısına çıkarmalıydı. Bu kanun ifade hürriyetinin önündeki en büyük engellerden biridir, hükümet kanadının mevzu üzerinde ciddi bir çalışma yapması gerekmektedir.

Peki “Put Adam”ın içinde ne var? İşte asıl mevzu zaten burada saklı. Doktor Rıza Nur, Mustafa Kemal’in hem Sağlık Bakanlığı’nı hem Milli Eğitim Bakanlığı’nı yapmış birisi. Lozan’da murahhas. Yani bu adam orada Mustafa Kemal tarafından vazifelendirilmiş... Birçok mevzuu Mustafa Kemal’e zerk eden Doktor Rıza Nur’dur. Kendisi, “Put Adam”da kaynak… Komünist Şevket Süreyya Aydemir, “Put Adam”da kaynak… M. Kemal’in sofra arkadaşlarından Falih Rıfkı Atay’ın, Çankaya kitabı “Put Adam”da kaynak… Çankaya kitabı, malumunuz olduğu üzere, Kemalizm’in hadis kitabıdır. Bunların hepsini ortaya koyduğumuzda işin enteresan tarafını tekrarlıyorum: Kemalistler kendi kaynaklarına da mı itibar etmiyorlar? Bu kitabı Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in yazması mı bir menfilik oluşturuyor? Aynı kitabı İlber Ortaylı veya Mustafa Kemal’in yanındakilerden birisi yazsaydı, bu menfi bir durum oluşturmayacak mıydı?

Hem de Üstad Necip Fazıl, çok kalite bir metod takip etmiş, Put Adam’ın içerisinde. Mustafa Kemal’i hakikâtler üzerinden nakletmiş. Tabii anlayana… Hele ki, O dönemde, 1970’lerde bu kitabı çıkarmak, bu kitabı yazmak, hakikâten büyük adam işi. Allah razı olsun Üstad Necip Fazıl’dan, bunu başarmış. Arap diyarlarında bu kitap çok ciddi şekilde neşredilmiş, basılmış. İşin bu tarafına geldiğimizde kitabın tercüme edilmesinde ve basılmasında emeği geçen herkesi tebrik ediyorum. Çok ciddi bir cesaret. 2019 yılında Kemalizm’in yüzüne bir tokat gibi inecek olan bu eseri tercüme ederek tekrar basmışlar.  Ben bu kitabın davamıza hizmet edeceğine inanıyorum. O yüzden bu kitabın kat’iyyen okunması ve okutulması taraftarıyım. Elhamdülillah bir ay gibi kısa bir sürede kitap çok ciddi bir satış rakamına ulaştı, üç baskı yaptı. Dördüncü baskıya hazırlanılırken, malum mihraklar önünü kesti.

Put Adam ile alakâlı beni üzen ve düşündüren bir mevzu da var. Karşı cenahın tamamı, bu kitap hakkında menfi propaganda yaparken, bizim (!) dediğimiz hiçbir müessese haber yapmadı. Müslümanlar üzerlerindeki bu korkaklığı ne zaman atacaklar? Biz cesareti, elde edeceğimiz netice kadar ne zaman kullanacağız?
 
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Yakın bir zamanda “5816 sayılı kanun kaldırılsın” diye bir hashtag faaliyeti yaptık Twitter’da. On iki saate yakın gündemde birinci sırada yer aldı. Orada ben şunu gördüm: Karşı taraf, yani Kemalistler katiyen bilgi, ahlâk ve karakter bakımından sıfırlar. Bütün söyledikleri slogan, hakaret ve küfür. Şu anda benim mesaj kutum yüzlerce küfür ve hakaretle dolu. Aynen attığım twitlerin altında da bunlar var. Bizim cenahın ise bunlara verdiği cevaplar içerisinde tahrik edici cevaplar da var; lakin vesikalarla nokta atışı yapılan cevaplar da var. O yüzden ben hassaten bu röportajı okuyacak arkadaşlardan şunu rica ediyorum: Arkadaşlar biz Mustafa Kemal’i vesikalarla, hakikatlerle insanlara anlatabiliriz. Lütfen başka menfi durumlara tevessül etmeyelim; elimizdeki argümanları, materyalleri kullanarak gerektiği şekilde insanlara anlatalım. 

Burada iki şekilde görüş var, benim istişare yaptığım insanlarda: Hoca takımı özellikle şunu der ki, “Biz Mustafa Kemal’i 5816’larla, şunlarla bunlarla anlatana kadar insanların imanını kurtaralım, insanlar zaten bunu otomatikman görecekler.” Lâkin orada şöyle bir soru işareti var: Hâli hazırda, millî eğitimin özellikle bu hükümet döneminde, Kemalizm aleyhine yaptığı herhangi bir çalışma yok. Hattâ İnk(i)lâp Tarihi ve Atatürkçülük dersi zorunlu hâle getirildi. Bizim çocuklarımız, Kemalist bir tornadan çıkar gibi, düzene kurban ediliyor… Eğer aile bu işe ehemmiyet vermiyorsa, Müslümanların evlatları Kemalist sisteme ve zihniyete adapte oluyor. Biz Mustafa Kemal’i anlatmadan bu çocukları nasıl kurtaracağız? O yüzden ben, 5816 sayılı kanunla alâkalı insanların şuurlandırılması taraftarıyım. Başta dediğim gibi, biz bu kanunu, teferruatıyla insanlara anlatmalıyız. Daha kanunun adını dahi bilmeyen insanlar var. Kanun anlatıldıktan sonra ciddi bir çalışma yapılarak ve bir çatı altında resmî birliktelik kurularak, bu işten mağdur olanlara sahip çıkıp, onun üzerinden bir yerlere gelinmeli diyorum. 

Baran Dergisi olarak sizden rica ediyorum. 5816 sayılı M. Kemal’i koruma kanunu anlatmak üzere hususi bir sayı, hususi bir çalışma yapalım. Bu sayıda avukatlar, adlî personeller, akademisyenler, mağdurlar gibi insanların fikirleri yer alsın. Bu sayı tarihe geçen bir sayı olsun. Yani Baran Dergisi’nin 5816 sayısını alan birisinin aklında, bu kanunla alakalı hiçbir soru kalmasın. Allah muvaffakiyetler nasip etsin.

Teşekkür ederiz. 
Ben de teşekkür ederim.


Baran Dergisi 659. Sayı