Hulusi Şentürk Kimdir?

1963 yılında İstanbul’da doğan Şentürk, İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) İşletme Mühendisliği Bölümü’nden mezun oldu.

1996-2005 yılları arasında Pendik Belediye Başkanı danışmanlığı yapan Şentürk, Belediye İştirakleri Genel Müdürlüğü görevlerini yürüttü.

2007-2011 yılları arasında stratejik yönetim ve kamuoyu araştırmaları faaliyetinde bulunan üç şirketin kurucu ortağı ve yöneticiliğini yapan Şentürk, 2011’in Şubat ayından 2015’e kadar TSE Başkanlığı görevini yürüttü. Bu sene Ak Parti’den milletvekili seçilerek meclise girdi.

Aynı zamanda Bölgelerarası Standardizasyon Birliği (BASK) ile İslâm Ülkeleri Standardizasyon Merkezi (SMIIC) Başkanlığı görevini yürüten Şentürk, Uluslararası Standardizasyon Teşkilatı’nın (ISO) Yönetim Kurulu ile TÜBİTAK Bilim Kurulu üyesi.

 

 

Avrupa’da Sanayi Devrimi’nin olmasının birçok sebebi olmakla beraber bunlardan en önemlisi Rönesans’ın kültür zemini üzerine tesis edilmesidir. Türkiye, bugün pek çok hedef belirliyor, fakat bu hedeflere nasıl erişileceği hususunda pek bir izah yapılamıyor. “Onlar böyle yapmışsa biz de böyle yapalım” demekle de iş yürümüyor. Velhasıl Türkiye hangi kültür zemini üzerinde gerçekleştirecek bu kalkınma ve sanayi hamlesini?

Ben Avrupa’daki Sanayi Devrimi’ne sadece Rönesans’ın kültür etkisinin olduğuna inanmıyorum, yani tam olarak aynı fikirde değiliz. Avrupa’nın sanayi devrimi, daha çok Batı’nın sömürgeci mantığıyla hareket etmesi ve bunun sonucunda elde ettikleri pazar ve kaynaklara dayanarak ulaştıkları güç neticesinde olmuştur. Rönesans, Sanayi Devrimi’nden ziyade, Avrupa’daki insan hakları hususundaki iyileşmeleri beraberinde getirmiştir. Dediğim gibi Batı, eğer hunharca başka memleketleri işgal edip oraları sömürmeseydi, oraların halklarını köleleştirmeseydi Sanayi Devrimi, öyle sadece Rönesans’ın oluşturduğu kültür zemini ile gerçekleşemezdi. Ama bunun yanında sanayi ve kültür apayrı zeminlerde mi gelişir; tabii ki hayır. Sanayinin gelişmesi de riski göze alma bağlamında bir kültür gerektirmektedir, dolayısıyla bizim insanımızda bu girişimcilik ruhu eksik olduğu için, daha özgür düşünceye meydan veren, atılımcı ruhu destekleyen bir kültür zeminine ihtiyacımız var. Türkiye bu devrimi nasıl başaracak dediğimiz de ise, Türkiye’de son yıllarda insan hakları hususunda oldukça önemli adımlar atıldı ve atılmaya devam ediyor. “Ama bu ne kadar karşılar bu devrimin ihtiyacını” derseniz de, kültürel değişimler sabahtan akşama olacak değişiklikler değildir. Bunun için bir veya iki neslin geçmesi gerekir ve baktığınızda da bu yaklaşık elli yıla tekabül etmektedir. Türkiye ise zaman içerisinde gerek kültürel anlamda, gerekse de sanayi anlamında bir devrimi gerçekleştirecektir.

Özellikle 2. Dünya Harbi’nden sonra Batı için toplanan bu verilerin tekâmül ettirilemediğini ve tükendiğini düşünüyoruz biz. Daha net olursak Batı’da bu veriler terkip edilemiyor, dolayısıyla özellikle kültür ve sanayide ortaya yeni bir şey konamıyor. Bu husustaki düşünceleriniz nelerdir?

Kültürel anlamda yeni bir şey üretilemediğinde hem fikiriz; ancak sanayi bazında düşündüğünüz zaman sıfırdan başlayıp yirmi tane şey ürettiğinizde bu büyük bir devrimdir ama yirmiden elliye çıktığınızda ise bu devrim değildir, çünkü süreç içerisinde bir artış söz konusudur. Baktığımızda gerçekten de eğitim ve sağlık sektöründe bir yenilik göremiyoruz, bunun sebebi ise mevcut ekonomik sistemin bir dayatması mıdır, sözde hâkim güçlerin çıkarlarına dokunduğu için bu durum böyle midir? Bu sorulara odaklanmak gerekir diye düşünüyorum. Gerek Batı’da gerek ülkemizde teknolojik anlamda gelişmeler var ama bu gelişmelerin piyasaya sürülmesi önünde ciddi engeller teşkil eden bir kesim var. Az önce de bahsettiğim sistemin müdavimleri, bu yenilikleri kendilerine tehlike arz ettiği anda engellemek için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar. Dolayısıyla tasarım anlamında bir tıkanma söz konusu değil, ama bu tasarımların ekonomik hayatta yer edinmesi anlamında bir tıkanma söz konusudur.

Yani bu tıkanma nasıl bir çerçevede yaşanıyor biraz daha açabilir miyiz?

Yeni projeler destek bulamıyor, gerekli fonlara ulaşamıyor. Bırakın hayata geçirmeyi, bugün artık bir projenin tasarım aşamasında dahi ciddi bir parasal desteğe ihtiyaç var, çünkü teknoloji çok ilerledi. Ben özellikle sağlık sektöründe bu engelleme olayının kol gezdiğine inanıyorum, çünkü ben günümüz sağlık sektörünün tam bir vurguna döndüğüne inanan insanlardanım. Neden engelleniyor yeni gelişmeler? Çünkü siz bir sistem kurmuşsunuz, güzel paralar kazanıyorsunuz ve yeni bir şey ortaya çıktığı zaman sizin bu tatlı kazancınız büyük bir risk altına girecek. Bunun için de her türlü kaynağa erişiminiz engelleniyor. Hadi diyelim bu kaynaklara eriştiniz; bu sefer de kara propaganda ile itibarsızlaştırılıyorsunuz. Hadi bunu da aştınız diyelim; bu sefer de yatırımcı bulmakta sıkıntı çekiyorsunuz, çünkü kimse yerleşik sistemin karşısına geçmeyi göze alamıyor. Hadi diyelim ki gözü kara bir yatırımcı buldunuz ve ürünü ortaya koydunuz; bu sefer de ürünün piyasaya sürülmemesi için, satılmaması için legal yahut illegal engellemeler devreye sokuluyor. Yani bu tıkanmayı sadece sermayeyi elinde bulunduranların çıkarlarını tehlikede gördükleri an yaptığı hamlelere bağlayabiliriz. Bugün dünyada 7 milyar insan ve milyonlarca akademisyen varken bu tıkanmanın tabii yollardan olduğuna inanmak çok zor.

Anladığımız kadarıyla bu durumun sebebini, dünya kaynaklarını ellerinde bulunduran oligarkların kurmuş olduğu sisteme bağlıyorsunuz. Peki, bu sistem nasıl aşılacak?

Bu sistemin ancak mücadele ile çözüleceğine inanıyorum. Şunu yaparsak böyle olur gibisinden ucuz reçeteler sunamam, çünkü bu zordan kaçmak olur. Benim hayat felsefem de yanlışa karşı elimden geldiğince mücadele edebilmekte yatıyor zaten ve mücadele edenin yanına ne kadar fazla kişi katılırsa mücadelenin etkisi de o nisbette artacaktır.

Son yaşanan hadiselerde meselâ Volkswagen emisyon olayında da bu oligarklarla yaşanan çatışmadan söz edebilir miyiz?

Büyük bir ihtimal böyle... Ben Türk Standartları Enstitüsü başkanlığını yapmış bir insan olarak bu konulara vakıfım. Zaten bir otomobilin üretilmeden önce emisyon sınırı mutlaka bellidir. Eğer bu zamanında kontrol edilmemişse ve çok uzun yıllar sonra böyle bir olay yaşanıyorsa, demek ki kapalı kapılar ardında yapılan bir takım pazarlıklar vardı ve son olarak bu pazarlıklar netice vermediği için böyle bir hadise yaşandı. Bir başka ihtimal ise ABD-Avrupa çatışması… ABD, özellikle Almanya liderliğinde güçlü bir Avrupa ekonomisi istemiyor ve yeni pazarları Almanlarla paylaşmaya pek hevesli değil. Dolayısıyla ABD, pazarlara daha güçlü girebilmek, yeni pazarlar açabilmek için elindeki kozu ortaya koymuştur diyebiliriz. Benim merak ettiğim şey; acaba karşı taraf da elinde bir koz bulunduruyor mu, bu kozu ortaya sürecek mi? Ya da “Aa! Demek ki biz bir adım attığımızda çok kayıp veriyoruz.” diyerek uzlaşma yolunu mu seçecek? Yani bu olay planlı bir şekilde ortaya çıktı ve sürdürülüyor, yoksa “emisyon sınırını aştı” söylemi hikayeden ibaret. Dolayısıyla bu vakıa kurumlar arasında, oligarkların kendi içlerinde yaşanan çekişmelerin yansımasıdır.

Peki, Alman ekonomisini ne kadar etkiledi bu durum? Meselâ Fransa’ya, Renault’ya aynısı yapılmış olsaydı çok büyük etkileri olabilirdi. Almanya ne kadar etkilendi sizce?

Az önce de söylediğim gibi bu durum kıtalar arası rekabetten çok kurumlar arası rekabeti andırıyor. Volkswagen, sektöründe çok güçlü bir firma, bu olayın arkasında Volkswagen’in rakiplerini aramak daha gerçekçidir bana göre. Demek ki masada bir takım anlaşmalar yapılıyormuş ve bu anlaşmalarda bir pürüz çıkmış ki taraflardan bir tanesi bu adımı attı. Ancak bu, kıtalar arası rekabetin olmadığı anlamına da gelmiyor, her iki ihtimal birlikte de gerçekleşmiş olabilir.

Mesele Almanya’ya gelmişken; kültür dışında sanayinin gelişmesindeki önemli amillerden birisi de toplum… Böyle bir kalkınmanın yaşanması için bir milletin büyük bir ideal etrafında buluşması gerekiyor ve bunun en güzel örneği de 2. Dünya Harbi’nden sonraki Alman toplumu… Sizce Türkiye’nin böyle bir atılım yapabilmesi için etrafında buluşacağı ideal nedir?

Ekonomik kalkınma öncelikle toplumsal psikolojiye bağlı bir kavramdır. Elbette yaptıklarınızın da kalkınmanıza etkileri olabilir ancak toplumsal psikolojide bu hamlelerinizin bir karşılığını bulamıyorsanız, hiçbir reçetenin başarı şansı olamaz. Almanlarda ise 2. Dünya Harbi sonrası dediğiniz gibi müthiş bir inanç birlikteliği vardı ve inanmış bir toplum inandığı değerler uğruna her türlü fedakârlığı, sabrı ve gayreti gösterir; o zaman siz bir atağa kalkabilirsiniz. İnanılan ister menfi ister müsbet şeyler olsun. Bu eskilerden birinin bir değimiyle “İnan! İsterse bir kütüğe olsun inan!” Türkiye’nin de gerek 2023, gerekse de sonraki hedeflerini gerçekleştirebilmesi için inanması gerekiyor. “Neye inanalım?” diye sorulduğunda elbette ki her ideoloji bunu kendi zaviyesinden değerlendirecektir ama illaki ortak bir nokta da var; güçlü bir Türkiye. Ama güçlü derken sadece ekonomik anlamda değil; demokratik anlamda, kültürel anlamda ve diğer alanlarda da güçlü kelimesinin içini doldurabilecek vasıflara sahip bir Türkiye’nin varlığına, kurulabileceğine inanmak olması gerektiğini düşünüyorum.

Müşterek paydamız ne olabilir?

Sonuçta güçlü Türkiye özlemi gerçeğe dönerse, sonuçta herkes kazanacak demektir. Ben Türkiye toplumunda bunun çok rahat karşılık bulacağına inanıyorum, çünkü Türk toplumunun kökünde bir Osmanlı mirası, daha doğrusu bir Osmanlı özü vardır. Bu ne kadar gerçekçidir, ne kadar romantiktir, orası tartışılır elbet. Ancak Türkiye’yi kıyaslayacaksanız Belçika’yla, Hollanda’yla, İsveç’le değil bir Almanya’yla, İtalya’yla, Fransa’yla kıyaslamanız gerekir. Yani tarihi arka planı ve ülküsü olan toplumlarla kıyaslanabiliriz ancak. Bu tip toplumlar da bir ülkü etrafında birleşirse, gayret, sabır, dirayet gösterirler. Meselâ bugün toplumumuzda yaşanan en büyük aksaklık nedir; kaynakların verimsiz kullanılması. Bunu da kamu sektöründe görüyoruz, kamu çalışanları sevda ile çalışmıyor. Verim elde edebilmek için bir sevdaya ihtiyacın var; bir Leyla’nız olsun ki Mecnûn gibi çöle düşebilesin. Leyla’sı olmayan toplumların bir şey gerçekleştirebilmesi mümkün değil.

Bugüne kadar Türkiye’nin en önemli sorunlarından bir tanesi de buydu. Sizce toplumumuz laik-demokratik devlet yapısını mı yeterince sahiplenemiyor?

Bu konu da ayrı bir tartışma mevzuu; ancak bir kere devleti tanımlamamız gerekiyor bizim. Devlet nedir, devlet toplumun hizmetkârı mı yoksa sahibi mi? Ben her ikisine de tek başına ucuz yaklaşımla yaklaşmadığım için inanmıyorum; millet tek başına önemli bir olgudur ancak güçlü bir devlet yapısına da muhtaçtır. Bu güçlü devlet ise millete karşı adil ve şefkatli olmak zorundadır. Yakın tarihimize baktığınızda bizim gözümüzde devlet, cebimizden verdiğimiz vergilerle geçinen, bunun sonucunda bizlere hiçbir sosyal yardımda bulunmayan ve hatta bizlerin kültürüyle çatışan yabancı bir aygıt olarak görülmektedir. Son dönemlerde bu algının yıkılması için güzel çalışmalar yapıldı elhamdülillah; ama istenilen noktaya henüz gelindi diyemeyiz. Zaten köklü değişimler de bir anda olamaz; sonuçta bir darbe yapmıyoruz. Bu, zamana yayılarak gerçekleşecek bir durumdur. İnsanımız “benim devletim” diyor ama bunu derken sanki haşere bir çocuğu varmış da ondan bahsederken “yaramaz ama sonuçta çocuğum” dermişçesine diyor. Hâlbuki tam tersi olması lazımdı; “İşte benim evladım” denilerek göğüs kabartılması lazımdı. İşte devleti biz bu noktaya getirirsek milletin önündeki en büyük engeli aşmış oluruz ve milleti bir ideal etrafında toplayarak “güçlü Türkiye, güçlü millet” olgusunu oluşturabiliriz. İnsanların devlete güvenmesi lazım, bu tüm toplumlar için geçerli. İnsan sevdiğini güvendiği için sever. Evet, gerekirse devlet bazı yaptırımlar da uygulayabilir ama bu aynı bir doktorun hastaya yaklaşımı hassasiyetinde olmalıdır. Devlet aygıtını tam da böyle bir mekanizmaya dönüştürmek mecburiyetindeyiz ki bence gerçek reform da o zaman olacaktır.

O şekilde bir dönüşüm yaşandığı zaman herhalde biz bu devleti el üstünde tutup bir kalkınma hamlesine girişebiliriz...

Kim el üstünde tutmaz ki böyle bir devleti? Sonuçta devlet denen olgu da siyasal bir kurgudan ibarettir, devlet bizlerden oluşuyor; yani devlet biziz. Ancak enteresan bir şekilde bizim kurgumuz olan devlet bizlerle çatışıyor. Bizler ise devleti aslî vazifelerini yapar bir aygıt haline irca etmeliyiz. Bunun o kadar da zor bir şey olduğuna inanmıyorum, inşallah bunu gerçekleştireceğiz. Ancak bunun için de Türkiye’deki farklı ideolojik oluşumların birbirlerine karşı olan önyargılı yaklaşımlarını bırakması gerekiyor. Türkiye’de gruplar birbirini tanımak yerine birbirini tanımlıyor. Bu da en büyük sıkıntımız bizim. Adam sana diyor ki “sen şusun”, “hayır ben o değilim” desen bile kendi tanımlamasında ısrar ediyor ve “hayır, ne dersen de; sen şusun”. Birbirimizi bir yere oturtmaktan, birbirimize bir gömlek dikmekten vazgeçmeliyiz; birbirimizi tanımlamaya değil, tanımaya çalışmalıyız. Bundan 20 sene evvel bir Sünni için bir Alevi çok farklı bir anlama geliyordu, yine bir Türk için Kürt... Şükürler olsun bu tabular yıkıldı ama tam olarak değil, enkazları ortada hâlâ. Bunun sebebi de kendini aydın olarak gören insanların hâlâ tanımlamada devam ediyor oluşudur. Bir toplumun aydınları namuslu olmadığı sürece, toplumun bir değerler zümresi etrafında bir araya gelebilmesi mümkün değildir; çünkü halk dediğimiz de kendilerine rol model olarak “aydın”ları görmektedir, bizim tabirimizle “münevver”leri. Dolayısıyla münevverlerimizin tanımlama hastalığından bir an önce sıyrılması gerekmektedir. Bizim “aydın” dediğimiz kitle, kendini televizyonlarda göstermek, üniversitede amfilerde sallamakla meşgul... Birisi de bunun fikir özgürlüğü olduğunu söyleyebilir. Özgürlükse özgürlük ama fikir özgürlüğü fikir namusunu iğdiş etmeden gerçekleştirilebilecek kutsal bir kavramdır. Fikir haysiyetini iğdiş edenlerin bahsettiği fikir özgürlüğü ancak fikirleri hunharca ve hoyratça kullanmak anlamına gelir.

Bahsedilen özgürlük de öyle başkasının alanına girilmeyecek şeklinde kısıtlanmış şeyler de değil...

Tabii ki... Bir giriş cümlesi olarak baktığımız zaman bu çok güzel bir cümledir ama içini açtığımızda aynı şeyle karşılaşmayız. Kime göre sınır, neye göre sınır var? Bu sınır kavramı yere ve şartlara göre değişecektir elbet; meselâ senin, benim alanıma bugün için karışman sınırı aşman olarak gözükse de bundan bir 10 sene sonra tabii karşılanabilir. Dolayısıyla bu “sınır” olgusu da zamana, mekâna ve şartlara göre değişebilen sınırsız bir olgudur. Ancak “ben kendi alanımdayım!” demek de bir özgürlük belirtir, bunu da ekleyelim. Meselâ insanlar eve girip kapısını kapayınca başkasının haklarına tecavüz etmiş olmuyor, tamamen kendi sorumluluklarını gerçekleştirmek için o kapıyı kapatıyor. Fikir namusu tabirini de bu nedenle kullandım; çünkü affedersiniz ama her alanda atıp tutmak da fikren özgürlük değil, namussuzluktur.

Bir kere biz zaten Müslümanız ve fikri sınırsız özgür olarak algılayamayız.

Zaten kendisine saygısı olmayan bir insanın, başkasına saygısı söz konusu olamaz ki. Ama biz bunu aydınlarımıza anlatmakta güçlük çekiyoruz; çünkü onlar, şahıslar özelinde her türlü özgürlüğe sahip olduğunu düşünüyorlar ama biz de diyoruz ki bu şahıs olmadan toplum olmuyor.

Ekonomiden devam edecek olursak; son yıllarda iktisad kavramıyla beraber ahlâk kavramı da kullanılmaya başlandı ve bu müsbet bir gelişme, en azından ıstırabının çekiliyor olması açısından. Bunun yanında İslâmî Ekonomi ve İslâmî Borsa’dan da bahsediliyor...

Tabii ki fıkha uygun bir adım atılmış değil ama buna ihtiyaç duyulması, dediğiniz gibi ıstırabının hissedilmesi güzel bir gelişme ancak benim korkum şu; inşallah birçok şeyi yalama ettiğimiz gibi bunu da yalama etmeyiz.

Tam da bu noktaya değinmek istiyorum. Bakıyorsunuz 4 hak mezhebin içtihadlarından sanki aşure yapılıyormuşçasına İslâm şu anki ekonomik sisteme, mesela borsaya uydurulmaya çalışılıyor gibi bir algı var. Bu gibi algıları aşmak için, gerçekten tezatsız bir fikir sistemine, “İslâm’a Muhatap Anlayış Davası”na ihtiyaç duyduğumuz açık değil mi sizce?

Son derece haklı ve yerinde bir tespit... İçtihada bakarsak, içtihadın olması için müçtehide ihtiyaç vardır, müçtehid ise o dönemin tüm ilimlerine vakıf olmak zorundadır. Bugün için ilimlerin bir kişide toplanmış olması imkânsızdır. Hz.Ali’nin bir sözü vardır; “İlim bir nokta idi, onu cahiller çoğalttı.” Aynı bu sözdeki gibi bugün o kadar çok ilim dalı var ki, bunların bir kişide toplanması oldukça zor, hatta imkânsız. Onun için ne yapılacak; İmam-ı Azam Ekolü dediğimiz bir içtihad meclisinin rol oynaması gerekecek. Meclis derken öyle atanmış bir meclisten söz etmiyoruz; konu uzmanlarından oluşan gruplar anlamında söylüyorum. Bu insanların kendi alanlarında kafa yorması lazım ama İslâm’ı nasıl var olan sistemle evlendiririz mantığıyla değil; var olan bir soruna İslâm nasıl bir çözüm buluyor mantığıyla bakmamız lazım. Bizimkilerin ise akıllarında genellikle yapmaları gereken bir sistem var, bu sisteme İslâm’ı nasıl uydururuz diyorlar; hayır! O sistem hangi sorunun cevabı olarak ortaya konmuşsa, biz o soruna dönüp, “soruna İslâmî cepheden nasıl bir çözüm bulabiriz”i düşünmeliyiz. Yani İslâm yerinde duruyor, biz İslâm’ı hayata tatbik etmeliyiz. Elbette ki İslâm çerçeveyi çizmiştir ve çerçeve içerisine motifi çizmek de âlimlerin işidir. Ama şunun altını dikkatle çizmek istiyorum: “Batı bir soruna cevap geliştirmiş, biz de bu soruna Batı’nın getirdiği cevapla barışık bir cevap getirelim”; hayır, böyle bir şey olmaz! Biz, sorunun kaynağına dönmeliyiz. Meselâ neden günümüzde ekonomik bir sisteme ihtiyaç var, çünkü ekonomi artık 2-3 devenin alınıp verilmesiyle dönmüyor, milyar dolarlık yatırımlarla dönüyor ve biz buna İslâmî bir çözüm bulmalıyız. Ama bugün böyle değil, tam tersi yapılıyor. Batı’nın bankacılık sistemi alınıyor, meselâ riba yerine başka bir şey konuyor falan... Böyle sorun çözülmez. Biraz amiyane tabir olacak ama bir eşeğe ne kadar makyaj yapsanız da onu insana çeviremezsiniz, eşek sadece makyajlı eşek olur. Dolayısıyla ortadaki sorun tespit edilmeli veya Batı’nın verdiği cevabı irdeleyip kökündeki sorun görülmeli ve buna İslâmî bir cevap verilmelidir, Batı’nın vermiş olduğu cevabı İslâmîleştirmekle olmuyor bu iş. Yoksa kavramlarımız yalama olacaktır, ben de bundan korkuyorum.

Hocam, vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Rica ederim, katkım olduysa ne mutlu...