Tohum ile oynanma süreci nasıl başladı, bunu niçin yapıyorlar?
GregorMendel ile başlayan birşeydir bu. Papaz Mendel’in 1800’lerin sonuna doğru yaptığı bir faaliyettir tohumla oynama. Sonra 1900’lerin başında Rockefeller Vakfı işi devraldı ve beraberinde başka şirketler ortaya çıktı. Bunun birkaç sebebi var, bahsedelim... Birincisi tohumun mülkiyetini ele geçirmek, ikincisi dünyadaki tohum çiftliğini azaltıp kendi tescili altına aldıkları az sayıdaki tohuma bağımlı kılmak, üçüncüsü ise elde edilen yeni tohumdan düşük besinle insanları hasta etmek.

“İnsanları Kontrol Etmeyi Plânlıyorlar”
Tohumla oynayarak insanların sıhhatlerini bozmayı amaçladılar. Sağlığı kontrol ederlerse insanlığı kontrol edeceklerini biliyorlar ve bunu planlamışlar. Hayvanlar, bitkileri ve insanları kısır etmeye çalışıp, böyle bir endüstri ortaya çıkartmak istiyorlar. Bu insanlığı yönetme projesidir. Gıdayı yönettiğin zaman insanlığı yönetebilirsin, gıda insanın temel ihtiyacıdır.

Türkiye’ye hibrit tohumlarının girişi ne zaman gerçekleşti, buna nasıl mâni olunabilir? 
Bu süreç, 1940’lı yıllarda Kasım Gülek’in Arjantin’den Rockefeller Vakfına ait “Sonara” isimli yeni hibrit buğdayı getirmesi ile başladı. 1940’larda Çukurova’da ekildi. Bu buğdayı ilk ekim yapan ülke sırasıyla: Türkiye, Hindistan ve Arjantin’dir. Menderes iktidarı başlayınca dönemin Ziraat Bakanı Bahri Dağdaş ile Kasım Gülek el ele verip Türkiye’deki yapıyı bozdular. Türkiye’deki tarımsal ıslah istasyonları bozuldu. Rockefeller Vakfı’nın burslarıyla Amerika’ya mühendisler götürülmüş. Bu mühendisler Amerika’da eğitilmiş, sonra tekrar Türkiye’ye gelip, buradaki tohumun besin değerlerini bozmuşlar. Geleneksel buğday tohumlarımız bozulmuş. 1960’larda tohumculuk kanunu çıkartılmış ve yapılanlar hukukî bir zemine oturtulmuş. Adım adım da bugünlere geldik...

Bu kadar ehemmiyetli bir mevzu varken niçin aktüel gündemlerin peşinde savrulup duruyoruz, bunun üzerine konuşmuyoruz?
Bunu iki tane nedeni var. Birinci sebep,Türkiye’deki üniversiteler1930’larda Amerikanvarî bir eğitim metoduna geçmiştir. Tevhid-i tedrisatla tektip adam yetiştirilmiştir. Üniversiteye giden genç bir dimağ düşünün,“bilim” adı altında bu adamın zihni değişimlere uğramıştır. Bu kişi, sonraları siyasete, ticarete ve akademiye hükmedecek(!) hâle geliyor. Böyle kişilerin yirmi beş sene içerisinde neler yapabileceğini bir düşünün, birçok sahayı ele geçirmiş olabilir. Bu mesele ile ilgilenecek, gerekli yerleri bilgilendirecek insanlar çıkmadığı ve mevcut alanlarda seküler eğitim aldığı için “İslâm’ın bu meseledeki hükmü nedir, yaptığımız doğru mudur?” diye tefekkür edilmiyor. Gerçekten işin hakkını veren, kişiler çok fazla yok. Seküler yetişip, meseleyle layıkıyla haşır neşir olamayanların bilgileri sadece kitaplarda kalmıştır. Bir kısır döngüden bahsediyoruz. Bugün bu durum hala geçerli çünkü akademide “bilgiye tapılan bir dönem” var. Çok yaygın bir şekilde “bilimsel bilgi”yi vahyin bile üstünde tutan bir sakat zihniyet var. Bu sakat zihniyet hakimiyetini kurmuş durumda. Bu zihniyete karşı gelen herkes “komplo teorisyeni” olarak nitelendiriliyor ve karşı gelenler boğulmayla baş başa kalıyor.Tüm bunlara rağmen hem dünyada, hem de Türkiye’de buna karşı bir bilinçlenme yükseliyor.Bu yükseliş yeterli değil, çünkü hala akademik saha Amerikan usulünebağlı hareket ediyor. Bürokrasi ve ticaret Amerika’nın istediği gibi şekilleniyor. İnsanlar bu zihin kontrolünden kurtulmak istiyor, insanların yeni bir şeye ihtiyacı var. Yeni insanlar yetiştirmeye ihtiyacımız var, bu başka türlü olacak değil. Çiftçi bu duruma tamah ediyor. Bürokrasi ise şirketler, akademik yapılar ve unvan baskısı altında kalıyor. Bu baskı altında kalmasa bile, memleketteki eğitim biçiminin absürt olması dolayısıyla sıkıntılar çıkıyor. Biz Batı’da okuyanlara çok itibar ediyoruz, bizde okuyan insanın kafasıyla Harvard’daki adamın zihin yapısı aynı gibi, fakat arada çok fark var, çelişki var. Batı’da okumayı marifet olarak görüyoruz, bu görüş “belirleyici bir unsur”a dönüştüğü için maalesef vaziyet bu.

Geçtiğimiz hafta kapakta bu mevzuyu işledik hocam gördünüz mü bilmiyorum: “Hain yetiştiren eğitim sistemi” manşetini attık.Artık Batılı şekilde düşünmeye başlamış bu topraklarla hiçbir şekilde kalbî bağı kalmamış insan tipi yetişti eğitimde.
Ne yazık ki doğru.

Çiftçinin de bu mevzuya tamah ettiğini söylediniz... Türkiye’nin senelik buğday ihtiyacı on dokuz milyon ton civarında. Kayıtlarda yirmi üç milyon ton üretildiği gözüküyor, fakat buna mukabil Türkiye buğday ithal etmiş. Bu ithalin sebebi nedir?
Doğrudur. Fakat Türkiye buğdayda kendi kendine yeten bir ülke. İthal etmesinin sebebi ise şudur: Un, makarna ihracatçısı bir ülkeyiz. Bu yüzden bazen buğday ithal etme ihtiyacı doğabilir. Ben son yazımda bunu işledim bu hem Tarım Bakanlığının verileriyle de ortadadır. On üç milyon tondan bahsediyoruz, aradaki fark çok büyük, Türkiye onu ithal etmek istese bile edemez. Türkiye, buğday üretiminde ve tüketiminde dünyada ilk ondadır. Altı milyon ton un ve makarna ihraç ediyoruz.

1963’da çıkartılan tohumculuk kanunu hala yürürlükte mi?
Hayır yürürlükte değil. 2005’te yenisi çıkarıldı.

Peki bu yeni kanunda bir düzelme oldu mu?
Hayır bir düzelme olmadı, aksine geriye gidiş oldu.Yeni kanun daha kapsamlı, daha tuzaklarla dolu. “Islahçı” dedikleri yani hibritçileri koruyan bir kanun çıkartıldı.

Tohumların kayıt edilmesi üzerinden mi, geleneksel tohum üretiminin önüne geçiliyor?
Kayıt da var. Siz bir tohumu,“o benim” diye kaydettiremezsiniz. Onun üzerinde mutlaka genetik değişiklik yapacaksınız. Ondan sonra bir yeni tür olduğunu ortaya koyacaksınız, o zaman tescil alabilirsiniz. Yoksa “aha benim elimde bir buğday var bunu tescil edeyim” derseniz, böyle bir şey söz konusu değil. Onun süreçleri var. Mühim olan şey şu, siz eskiden tohum alıp ektiğiniz zaman içerisinden güçlü ve verimli olan bölümlerini seleksiyon edersiniz, seleksiyon –ayıklama- yöntemi ile seçer yeniden ekersiniz. Yeni buğdayı da ekerseniz, buğday yüzde yüz hibrit olamaz,hibrit yedi fazlı bir işlemdir. Yedinci faza geldiğiniz zaman bir kez ekersiniz, gelecek yıl ekemezsiniz. Çünkü buğdayda yüzde yüz hibrit yapamazlar, hibrit bir dönem ekilir. Ama o elde ettiğiniz ürünü ekerseniz, işlem başarısız olur. O yüzden son fazı çiftçi ekiyor. Çiftçi elde ettiği buğdayı tekrar ekerse ya verim alamaz ya da hasat elde edemez. Dolayısıyla her yıl tohum almak zorunda kalır.

Tohumdabağımlı bir ülke konumundayız şuan değil mi?
Tabiî ki evet... Tohumun her çeşidinde iç yahut dış firmalara bağımlıyız.  Mesela çiftçiysem tohumumu başkasından almak zorundayım; fakat bu %100 zorunluluk hâli midir? Hayır! Ezici bir bağımlılıktır bu.

Dünya genelinde de vaziyet böyle mi?
Batılı ülkeler böyle, Asya, Afrika bölgeleri biraz daha korunaklıdır  bu meselede. Şeytan Türkiye’ye gelip, başka bir ülkeye uğramayacak diye bir şey yok, her yerde, her şekilde oyunlar oynanıyor, insanların temel gıdalarına sirayet ediyorlar. Bugün dünyada otuz bin buğday türü var. Otuz bin buğday türü varken, bunları birleştirip, “yeni bir buğday türü ortaya çıkartmak” gibi sözleri iyi niyetle bağdaştırmak imkânsız. Şeytanî bir gaye yatıyor burada, onun için bu yapılabilsin. “Kuraklığa dayanıklı”, “bu daha faydalı”, ve sair şeylere pek kanmamak lâzım. Bu kadar buğday üreten bir ülkede, saman ihtiyacı hiç bu kadar fazla olur mu? Eski buğdaylar uzun olurdu, uzun olduğu için de samanı şimdikinin üç katı olurdu. Diyelim ki, geleneksel buğdaydan eskiden Türkiye’de üç milyon ton saman çıkıyor idiyse, bugün bir milyon çıkıyor. Dolayısıyla iki milyon ton açığı ithal etmek zorunda kalıyorlar yahut da başka kaynak üretmeye çalışıyorlar. Bodur buğday ürettiğiniz zaman da, saman yarı yarıya düşüyor. Üretilen buğday tipinin boyu kısa, bu da problem. İsbat edildi: Şu an üretilen buğdaylarda, insan vücudunun tanımadığı ve düşman olarak telakki ettiği enzimler mevcut. Bu tanınmayan şeylerin yapısı bilinmiyor, vücut tanımadığı için de savaşa giriyor, sonra da glüten alerjisi yahut başka sıkıntılar ortaya çıkıyor. Ölümcül bir alerjidir bu! Kriz anında yetişilmediği takdirde, kişi ölebilir. İşin bu tarafa doğru sürüklenen bir yönü de var.

Sadece çölyak hastalığı da değil, birçok ekstra zararı da mevcut değil mi?
Elbette. Besin değeri düşük, nişastası yüksek kötü bir vaziyet.

“Tarımda kendi kendimize yetebilen bir ülkeyiz” diyebilir miyiz?
Şu an dünya üzerinde hiçbir ülke, “ben tarımda kendi kendime yeterim” diyemiyor. Böyle bir durum söz konusu değil, herkes bir şekilde, öteki ülkeye muhtaç durumda. Ama Türkiye doğru politika uygularsa, kendi kendine yetmeye yakın bir hâle gelebilir. Bu potansiyel var. Eğer siz “A ürünü”nü ülkedeki iklim şartları sebebiyle yetiştiremiyorsanız, bir başkasından ithal edersiniz. Türkiye nohut ve mercimeği ithal ediyorsa, bu doğru bir plânlama değil. Hurma üretilmez Türkiye’de, dolayısıyla ithal edilebilir... Fakat mercimek ve nohut yetişir. Almanya da fındık üretemez mesela, onlar da fındık ithal eder. Bu coğrafî koşullarla alâkalı bir husustur. Şu an Türkiye’de yeterlilik var mı diye sorarsanız, hayır yok derim... Tarım ürünlerimiz artıyor, sebebi ise büyük işletmelerin devreye girmesi daha konvansiyonel işler yapılması ve endüstriyel makinelerin kullanılması. Sonra da aşırı gübreleme gibi şeyler ortaya çıkıyor. Mesela bu yıl normal bir faaliyetle “B ürünü”nden on ton üreteceksek, aşırı gübreleme ile on beş ton üretebiliyoruz; beş milyon tondan, beş milyon lira fazla gelir elde ettik diyelim... Tüm bunlar için toprağı kaybediyoruz! Toprak bozuluyor, verim düşüyor, kirleniyor. Dolayısıyla tüketicinin sağlığı bozuluyor, insan sağlığı bozulunca da yirmi milyon lira yine harcanıyor. Kâr edildiği sanılıyor, hâdiseye tek taraflı bakıyorlar. “Bunlar olurken, ne kadar sağlık harcaması yaptım, kârım zararım nedir?” diye bir düşünülse... İnsanları da böyle aldatıyorlar. İşi istatistiğe vuruyorlar, yanılıyorlar. İstatistik bir oyundur. İşin aslı, kâr ve zararın tüm kategorilerini birlikte hesaplamak lâzım, o zaman durumun değiştiğini görürsünüz.

Teşekkür ederiz vakit ayırdığınız için.
Kolay gelsin.

Baran Dergisi 613. Sayı