Bilhassa 2007 yılı sonrasında içeride ve dışarıda Türkiye’ye yönelik baskının artmasının, siyasî karar mekanizmalarının yavaşlatılmaya ve halkın manipüle edilmeye çalışılmasının sebebi nedir?
Aslında asıl baskı ve saldırılar 2013 başında Çözüm Süreci’nin başlamasıyla gelişti.Bu tarihe kadar olan kısmı, 2007 yılındaki olağanüstülük ile 2013’te başlayan arasında ciddi bir karakter farkı var. Bu iki dönemi birbirinden ayırmak önemli. İlk süreçte ülkenin ulusalcı/seçkin oligarşisinin, yani bizim yakından tanıdık olduğumuz statükocuların direnişi vardı. Bu direnişte yargı, ordu, STK, üniversite, sendika ve tabii ki eski merkez medya doğal direnişlerini gösterdiler. Nedeni tabii ki egemenliğin kendilerinde kalmasını sağlamaktı. Ancak bu direnişin Batı’dan fazlaca destek almadığını da gözlemliyorduk.
Bunun nedeni, Gülen cemaatinin bu yapılara karşı göstermelik bir demokrasi mücadelesi yürüterek, vadesi dolmuş ulusalcı kanattan vesayeti devralıyor olmasıydı. Yani aslında dış destek anlamında (ki vesayet aslen dış mühendisliktir) eski vesayet kahyaları işten atılıyor, yerine Gülen eliti yerleşiyordu. Bunu çok başarılı bir üst aklın prodüksiyonu ile yaptıklarından, Sayın Erdoğan dahil bizler o günlerde bunu anlayamadık.
Hasılı, Türkiye’nin milli bir yönetime, sandıkta zuhur eden halk iradesinin oluşturduğu yönetimin tüm devlete hakim olmasına yönelik bir tepkidir bu. Bir çeşit uzaktan sömürgeciliğin sona ermesi ve kimse Türkiye gibi bir ülkeyi kaybetmek istemez.
Bugün Türkiye’de Cumhurbaşkanı Erdoğan ile paralel yapının arkasına takılmış yol alan CHP, MHP, HDP ve KCK arasındaki mücadeleye şahitlik etmekteyiz. Tabanları birbirine zıt olan paralel yapı, CHP, MHP ve Kürt hareketinin temsil noktasında aynı çizgide buluşturan saik nedir? Birleştikleri ortak zemin ve gaye nedir?
Bu durum bize ilginç gelse de aslında son derece doğal. Türkiye milli hamlesini son 13 yıldır, ama bence daha gerçek anlamda 2013 yılının başından beri yapıyor. 2007 ekimindeki cumhurbaşkanlığı seçimlerinin halkın emanetine verilmesi değişikliği çok önemli bir kazanımdı. Muhtemelen ulusalcılar 367 hamlesi ve 27 Nisan muhtırasını tasarlarken, bu hamlelerin böyle kritik bir sonuca yol açacağını düşünmemişlerdi. Tabii aslen bir vesayet organı olarak 1960/1980 darbelerinde güçlendirilen cumhurbaşkanlığını halkın eline geçmesi, makro siyasetin ağırlık merkezinin de Çankaya/Beştepe’ye kayması demekti. Bu ise, devlet sisteminin halka kapalı bölümlerinin (yargı erki gibi) halka açılması sonucunu getirecekti. Bu durumda 30 Mart, 10 Ağustos ve 7 Haziran seçimleri çok hayati hale geldi. Sayın Erdoğan bu üç seçimi geçtikten sonra devlet sistemini sömürgeci mekanizmalardan temizleyecek bir anayasa ve yönetim sistemini yapacağını ifade ediyordu. O nedenle, ulusalcılardan vesayeti devralan paralel yapının ele geçirdiği, kripto elemanlarla kontrol ettiği beş benzemezler devreye sokuldu. Bu son şans ve son savaş olarak görüldü.
Bu beş benzemez güruh ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında süregelen bu hakimiyet mücadelesi neyin kavgası sizce? Bu kavganın kazananı paralel yapı ve kuyrukçuları olursa Türkiye neler kaybeder; Erdoğan olursa neler kazanır?
Beş benzemezler öncelikle milli değil, fethedilmiş veya dizayn edilmiş kurum ve kuruluşlardır. CHP en kötü zamanında bile bu kadar gayrımilli davranmazdı. O nedenle Sayın Deniz Baykal’ı tasfiye ettiler, ana muhalefet partisi dizayn edildi. Solcu diye görünen gazeteler ele geçirildi. Kandil de bu egemenlik kavgasında dengeyi değiştirecek en dinamik güç olduğu için, kah elini yükseltmek, kah AK Parti nefreti ile bu noktada hizalandı. İmralı şu ana kadar sağlam durduğu için, açıktan bir hamle yapamazken, 6-7 Ekim ile fiili bir durum yaratmak istedi vs. Ama iyi yönetim ve halkın bilinci sayesinde bunlar savuşturuldu. 
Amaç bellidir. Türkiye’yi görünürde seçim yapılan, Meclis’i olan bir demokrasiyken, aslında gerçek karar vericilerin yerli olmamasıdır. Paralel yapı bunun ülke içindeki taşeronudur. Dindar görüntülü olmasının nedeni, ulusalcı/laikçi vesayet sahiplerinin modasının ve etkisinin geçmiş olmasıydı. 21. Yüzyılda Türkiye’yi sömürmeye devam etmek için paralel yapıyı hazırlayıp, ulusalcıların yerine geçirdiler.
Gezi, 17/25 ve 6-7 Ekim gerçekleşseydi, aslında belki çoğumuz darbenin olduğunu anlamayacaktık. Çünkü AK Parti ülkeyi yönetmeye devam edecekti. Sorun, Erdoğan’ın milli iradeyi paylaşmamasıydı. Erdoğan’ın düşmesi yeterliydi. Ama aslında yüz yıllık bir esaret başlamış olacaktı. Bunun ilk işaretini ekonomik kriz ve PKK savaşının yeniden başlaması ile alacak, belki de Suriye’ye piyade olarak çoktan girecek, Filistin’e sırtımızı dönecek, iki milyon talihsiz Suriyeliyi ülkelerine geri döndürecek, kasamızdaki para da finans oligarşisinin cebine akmaya yeniden başlayacaktı. Daha fazla tahayyül etmek bile istemiyorum.
Paralel yapı ile mücadelede yeteri kadar gayret sarf edilmediğini düşünüyoruz. Bu meselenin Türkiye açısından hayatî ehemmiyetine mukabil Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Ak Parti içerisindeki bir kaç kişi dışında bu mücadeleye gereken ihtimam gösterilmiyor. Ak Parti içerisinde çatlak sesler oluştuğu da malûmunuz. Mücadele bu şekilde nereye kadar sürdürülebilir? Bu mücadeleyi bir kaç şahsa endekslemek ne kadar doğrudur?
Bu asla göz ardı etmemek gereken bir risk. Ancak ben o kadar da kötümser değilim. Sayın Cumhurbaşkanı ve Sayın Başbakan'ın kararlı, cesur duruşları, paralel yapının deşifre edilmesi ve MGK’da devlet tehdidi olarak karar altına alınması çok önemli adımlardır. Şüphesiz asla bir rehavete kapılmamalı, bu bir milli politika olarak bu yapı devletin kılcal damarlarından atılana kadar kararlılık sürdürülmelidir. Ancak görmek gerekir ki, bu yapı halkın gönlünde deşifre olmuştur ve bir daha asla güven duyulmayacaktır. Yani paralel yapı üzerinden yeni bir hamle yapılması artık mümkün değil. Ancak geri çekilirken ellerinden gelen en fazla zararı vermeye çalışacaklar. 
 “Yeni Türkiye” kavramının ilham kaynağı nedir? “Yeni Türkiye”nin “Eski Türkiye”den farkı nedir? “Yeni Türkiye”nin fikrî alt yapısı oluşturulmuş mudur; mevcut kadrolar ile bu kavramın altının doldurulması mümkün müdür?
Hem evet hem hayır. Yeni Türkiye aslında her zaman bizim tahayyülümüzde olan bir hayaldi. Osmanlı’yı ayakta tutmaya çalışırken, yeni cumhuriyet kurulurken, Menderes 1950’de yola çıkarken, Özal Türkiye’yi dışa açarken ve tabii son 13 yıllık süreçte Sayın Erdoğan “Beraber yürüdük bu yollarda” derken… Aklımızdaki Yeni Türkiye tahayyülü, tüm çeşitliliklerimizi kavrayan, karar verme mekanizmalarında sadece bu ülkenin halk iradesi ile seçilmiş yönetiminin etkili olduğu, özgür ve müreffeh bir ülkeydi. Tabii bu mücadele verilirken kazanılan haklar ve oluşan hikayenin yanında, geleceğe dair sorular sormak, nasıl bir devlet, nasıl bir ortak ahlâk, nasıl bir sivil toplum, nasıl bir anayasa, nasıl bir dış siyaset gibi sorularının cevaplarını derinleştirmek zorundayız. Yani sürecin aklını ve ahlâkını, topluma bakarak, toplum taleplerini en öne alarak kurgulamak, bir yol haritası çıkarmak gerekir. Bu anlamda, mümkün olduğu kadar çeşitli kesimlerden bu inşa sürecine derinlikli/nitelikli düşünce katkısını yapmak gerekir. Bu olmazsa, kervan sürekli yolda düzülürse, bu zaaf ima eden bir duruma dönüşebilir.
“Yeni anayasa” tartışmalarına şahit oluyoruz. Sistem değişikliği içermeyen bir anayasanın Türkiye’ye bir faydası olabilir mi? Sistem değişikliğinden söz edilecekse nasıl bir sistem? Bu bağlamda Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun her fırsatta dile getirdiği Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu” ideali hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Şüphesiz sistem değişikliğinin artık zamanı gelmiştir. Bizim sistemimiz parlamenter sistem görünümü verilmiş bürokratik vesayet üreten bir mühendisliktir. Biz bunu değişik reformlarla işler halde tutmaya çalışıyoruz ama, henüz vesayet üretmeyen bir yapıya dönüştüremedik. Bunun en güzel fırsatı da yeni anayasa gibi gözüküyor. Bu anlamda sistem tartışmaları çok gerekli ve faydalıdır. Bir liderin veya partinin iradesine dönük bir demokratikleşme süreci, ancak sistem değişikliği ile korumaya alınıp gelenekselleşebilir. Zaten gelinen noktada sıfırdan bir düzen değil, bizim vesayet sisteminde açtığımız gedikler üzerinden giderek özgün bir model oluşturacağız. 
Türkiye’deki değişimin sosyolojik altyapısı oluşmuş mudur; yahut sosyolojik dönüşüm mü siyasetin dönüşmesini mecburî kılmıştır?
AK Parti tabanı açısından melez bir siyasî sosyolojik iradenin oluştuğu, siyasetin de bunu tamamladığını görüyoruz. Son 9 seçimde, ama referandum, ama genel seçimler ve ama yerel seçimler, vatandaşların yüzde 75’inin en az bir kez AK Parti veya değişime oy verdiğini son araştırmalar gösteriyor. Kabaca CHP tabanı dışındaki 4/3’lük bir kesim değişimin sosyolojisini oluşturuyor. Çözüm Süreci’ne destek ise yüzde 70 civarında. Tüm bunlar, yaşanan değişimin taban talepli ve destekli olduğunu gösteriyor. Yapılan reformların da halkın hayat kalitesini yükseltiyor olması, bu durumu daha da güçlendiriyor. Tek sorun, ulualcı/laikçi kesimin henüz bu değişime etkili bir siyasi cevap veremiyor oluşudur. 
Süleymah Şah için yapılan operasyon malûmunuz. Nasıl değerlendiriyorsunuz bu yeni gelişmeyi?
Türkiye 20 Eylül’de Musul Büyükelçisi ve 48 çalışanı dahil DAİŞ’in elinde olan vatandaşlarımızın kurtarılmasından sonra ikinci büyük hamlesini Süleyman Şah Türbesi’ndeki manevi emanetlerin ve askerlerimizin sağ salim kurtarması şeklinde başarıyla gerçekleşti. Bu gerçekten büyük bir başarıdır. Çünkü DAİŞ veya DAİŞ’e sızmış ajanların askerlerimizi esir alması, turuncu elbiseler giydirerek vahşi bir şekilde infaz etmesi ve kutsal emanetlerin yok edilmesi söz konusu olsaydı, Türkiye bu savaşa sürüklenebilir, içeride de ciddi olaylarla karşılaşabilirdi. Bu risk seçimler öncesinde de büyüktü. Bu başarılı operasyonla Türkiye hem askerlerinin canını, hem kutsal emanetlerini, hem itibarını, hem de sıcak savaş tehlikesinden kendisini korumuş oldu. Yine Suriye topraklarında bayrak inmeden yeni yer de tesis edildi. Sıfır kayıplı ama çok kazançlı bir manevra oldu bu. Hükümeti kutlamak gerekir.
Ak Parti’den milletvekili aday adayı oldunuz. Hayırlı olsun diyelim ve yazılarınızdan takip ettiğimiz kadarıyla bilsek bile yine de soralım, neden Ak Parti?
Öncelikle siyaset son 13 yılda gittikçe itibar kazanan bir müessese ve bu siyasinin kimliğinden bağımsız olarak vatandaşın ülke yönetiminde gittikçe artan etkisini ima ediyor. Ekseriyetle zamanında yapılan, manipülasyonlardan etkilenmeyen dokuz seçim sonrasında yeni anayasanın parlamento tarafından yapılacağı bir sürece girdik. Bu tarihi süreçte teveccüh görmek ve bu kurucu Meclis’te yer almak bir onur, tarihî bir roldür. Gelecek planlamamda olmamasına rağmen, benim hayatım Yeni Türkiye’nin kuruluşu ile özdeşleşti ve kesişti. Ülkem için istediklerim ile şahsım için istediklerim örtüştü. Ben gerçekten bağımsız ve tüm vatandaşların eşdeğer, hür ve mutlu oldukları müreffeh bir ülkede yaşamak ve bunun için elimden gelen katkıyı vermek istiyorum. Amacı olmayan bir hayat boşa harcanmıştır ve bu söylediğim amaç da oldukça onur verici ve tatmin edicidir. Aday adaylığımın açıklandığı gün halkımızın tüm kesimlerinden gelen yüksek teveccüh beni çok mutlu etti. Bu sevgiden daha değerli bir şey olamaz. Bu sevgiyi maddî hiçbir şey ile mukayese edemem. Umarım Allah utandırmaz ve birikimlerimi sonuna kadar halkımız için kullanabilirim. Tek isteğim de budur.
Teşekkür ediyoruz.
Ben de teşekkür ediyorum.