Gündemde en çok IŞİD mevzusu konuşuluyor. IŞİD hakkında bölgeden detaylı enformasyon da alınamıyor. Dezenformasyon çok fazla yapılıyor… Buna rağmen “kafa kesiyorlar”, “çok vahşiler” denilerek bir algı oluşturuldu. Biz esasen meselenin sosyolojik olarak ele alınması gerektiğini düşünüyoruz. Irak’ta yaklaşık 10 yıldır süren Şii zulmü var, Maliki'nin şahsında şekillenen. IŞİD’in bir mızrak ucu olduğunu, bunun gövdesini de Sünnî Müslümanların oluşturduğunu düşünüyoruz. Bölgedeki Müslümanların IŞİD’e her geçen gün desteği artırıyor ve bu da IŞİD’in güçlenmesini sağlıyor. IŞİD’e tepki gösterenler, hâdisenin arka planına inip IŞİD’i neyin ortaya çıkardığını, bu yapıların doğuşuna neyin sebep olduğunu konuşmuyor veya sebep olanlara karşı tepki göstermiyorlar da IŞİD’e tepki gösteriyorlar… Bir bomba atıp binlerce kişiyi öldürmek, yaralamak IŞİD’in yaptığından daha mı evla? Bu minvalde IŞİD’e nasıl bakmak gerekiyor?

Burada bir algı operasyonu var. Görmek istediklerini insanlara gösteriyorlar. Mesela bundan birkaç gün önce The Washington Post’un bir başyazısında şu yazıyordu: “Amerika Birleşik Devletleri görmek istediklerini görüyor”. Türkiye’yi Ayn El Arab (Kobani) üzerinden suçlu ilân etti; fakat Suriye’de 200 bin kişi öldü ve IŞİD baykuş olarak takdim ediliyor, Türkiye de Kobani meselesi üzerinden günah keçisi ilan ediliyor. Bunların hepsini algı meselesi olarak görebiliriz. Meselenin temelinde ise İsrail var… Ama onun yerine Batılılar meseleyi Kobani’ye indirgemeye çalışıyorlar, Maaloula’ya indirgemeye çalışıyorlar… Hıristiyanlık ve Hıristiyan azınlıklar üzerinden veya laik azınlıklar üzerinde kendilerine bir misyon belirliyorlar. ABD ve İsrail, IŞİD’i bahane ederek İran’ı da kullanarak bölgeyi tanzim etmek istiyor.

I.  Dünya Savaşı sonrasında dizayn ettikleri düzen çöktü… Bu düzenin yerine neyi vadediyorlar sizce?

Bu yeni kurmak istedikleri düzenin karşısında İslâmcılardan başka kimse duramaz. Bu sebeple İslâmcıları çökertmek istiyorlar. Bunu yaptıkları zaman bu düzenin kurulmaması için karşılarında kimse duramaz. “Arap Baharı”nı tersyüz etmelerinin sebebi İslâmcı dalgaya hamilik yapması veya İslâmcı dalganın zuhuruna zemin hazırlaması, ondan dolayı “Arap Baharı”nı silip süpürdüler. İslâmcıları tasfiye ediyorlar… Bu tasfiye iki şekilde oluyor, “siyasal İslâmcı” dediklerini ve “cihadçı” dediklerini tasfiye ediyorlar. Bir tanesini askerî darbelerle diğerini askerî operasyonlarla geriletmeye, yok etmeye çalışıyorlar. İslâmcılar devre dışı kaldığı zaman bölgede başka direnç noktası kalmayacak. Zaten kimsenin İsrail’den şikâyeti yok; ne İran’ının ne de Körfez ülkelerin sorunları yok…

Arap Baharını oluşturan şartlar neydi?

Arap Baharı aslında iflâsın sonucuydu. Burada kurulu olan rejimlerin bir şekilde miadı dolmuştu. Sadece Tunus’ta değil, Arap dünyasından Moritanya’ya kadar insanlar kendilerini yaktılar… Hem siyasî, hem de sosyolojik olarak bir sona doğru gelinmenin sonucuydu. Bunu Cezayir’de yaptıkları gibi darbelerle, sindirmelerle bozguna uğrattılar… Cezayir’de 1988 yılında Arap Baharı’nın ilk provası yapıldı. Ama 1991-92 yılında tamamen tasfiye ettiler. Suriye’de de oynanan oyun tamamen bunun aynısı. Cezayir’de FIS’in karşısına, Silahlı İslâmi Grup diye başka bir grubu çıkarttılar ve sonra “10 karanlık yıl” dediler, 200 bin kişinin ölümünün üstünü örttüler. Halkın isteklerini, taleplerini, haklarını terör meselesine indirgediler… Bunları sindirmek için kendilerine göre meşruiyet sağladılar… Suriye’de oynanan oyun Cezayir’de yaşanan hâdise ile birbirine çok benziyor. Bölük pörçük olan muhalefeti sindirmek için IŞİD’in büyümesini beklediler… IŞİD büyüdükten sonra bazı yerleri eline geçirdi. Suriye rejiminin hesabı şuydu; “mesele terör meselesine dönüşecek olursa bütün dünya benimle olur” şeklinde düşündüler… Mesela PKK teorisinde de Türkiye Cumhuriyeti devleti Kürtler hususunda aynı şekilde hesap yapmıştı. Sonrasında tabiî elinden kaçırdı ve hadiseler bu noktaya geldi. Bu sebeple Suriye rejiminin IŞİD’in zuhuruna dolaylı olarak katkı sağladığı söylenebilir. Amaçları irili-ufaklı muhalif grupların tasfiyesidir. Çünkü muhalifler isteseler de – istemeseler de dünya tarafından meşrû kabul ediliyorlardı… Meseleyi muhalefet zemininden, terör zeminine çektiğiniz zaman dünya Esad ile bir oluyor. Şu anda dünya IŞİD üzerinden, pasif olarak Suriye muhalefetine karşı aynı tutumu takınıyor… İsrail’den tutun da ABD’ye, hatta İran’a ve Körfez ülkelerine kadar... Suriye muhalefetini hiç desteklemediler. Kurulu rejimlerin iki vasfı var; birincisi anti-İslâmi oluşları, ikincisi ise halktan kopuk oluşlarıdır… Arap Baharı ikisini birden reddediyordu. Halk iradesini beraberinde getiriyordu, halkın iradesi ise İslâmcıları iktidara getiriyordu. Batı ise ikisini birden istemiyordu. Mesela Suudi Arabistan’da halka rağmen bir İslâmcılık var.  Bazıları ona “İslâmcı laiklik” diyorlar… Siyasî sistem İslâmî değil, ama hukukî sistem tartışılabilir. İslâmcı olmayan bir İslâmcılık, halka rağmen bir İslâmcılık Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinde söz konusu... Bunlar aksiyoner yönü olan İslâmcı hareketlere ve siyasî misyonu olan bütün hareketlere karşılar. Bu hareketler, onların varlıklarına birer tehdit olarak algılanıyor. Suudi Arabistan, Mart ayından itibaren siyasî İslâm olarak tanımlanan hatta onun da ötesinde siyasî yönü bulunmayan bazı hareketlere karşı terör yaftası yapıştırdı. El Kaide’den tutun da IŞİD’e kadar hatta Müslüman Kardeşlere ve Surûrîlere kadar irili-ufaklı 15 ila 20 harekete terör yaftası yapıştırdılar.

Bölgedeki denklem çok karışık görünmüyor mu?

Ben buna “siyasî Babilleşme” süreci olarak niteliyorum. Bölgede kısaca tanımlamak lazımsa üç tane faktör var bölgeyi karıştıran. Bir İsrail, iki İran Devrimi ve üçüncü olarak ABD’nin müdahaleleri bölgedeki temel üç dinamik... Bunlar bölgeyi hercümerç hâline getirdi, karmakarışık etti… İran ile Araplar arasındaki savaşlar, Araplar ile İsrail arasında bile olmadı. İnsan kaybı açısından da böyle… Suriye rejimi ile İsrail arasındaki mücadeleye baktığımız zaman, Faysal Kasım’ın “İrtica ve Muhakis” programında vardı, sadece “Suriye ordusu bugüne kadar 600 İsrailli öldürdü” diyor. Kendi halkında kaç kişi öldürdü; en az 300 bin kişi…

Bu yeni dizaynda Türkiye’ye biçtikleri rol nedir?

Bu bölgede güçlü ülkeler istemiyorlar… Bu meseleyi şöyle izâh edebiliriz, Arap Baharı’na kadar Türkiye kısmen makbul bir ülkeydi. ABD’nin planı şuydu; İslâmcıları iktidar içerisinde özümsemek hatta Erbakan Hoca’nın 1994 yılında Günaydın Gazetesi’nde yayınlanan, yanlış hatırlamıyorsam Aytunç Altundal’a söylediği “bizi iktidara getirip iktidarda bitirmek istiyorlar” şeklinde bir ifadesi var. Erbakan Hoca tarafından söylenen net bir sözdür. ABD’nin “hibrit” diye isimlendirdiği bir modeli var. Karma yaparak kimlikleri hecin hâle getirmek. 11 Eylül’den sonra İslâmcılarla Türkiye’de görüşüyorlar. İslâmcılardan bazı istekleri oluyor. Kadın konusunda, Şeriat konusunda vesaire… Bu şekilde İslâm’ı sulandırmak istiyorlar…

Ilıman İslâm projesi kapsamında mı?

Tabiî ki… 1 Mart tezkeresi geçmeyince ABD hükümeti Türkiye’ye tabiri caizse mûber olmuştu. Fakat Obama’nın 2009’dan sonra ılımlı sözler söylemesi Ak Parti ile ortak bir zemine yaklaştırdı. Arap Baharı’nda ise tekrar birbirinden uzaklaştırdı. Neden? ABD İslâmcıları tümden iktidarda istemiyor. Birbiriyle bütünleşecek yapılar istemiyor. İsrailli Amos Gilaad adında bir general 2011’de “bizim için tehlike İran’dı, kimyasal silahlar edinmesi sebebiyle; fakat bizim için asıl tehlike Sünnî eksenlidir.” Niye Sünnî eksen üzerinde duruyorlar? Türkiye de onu temsil ettiği için… Onlara göre Osmanlı modelidir. O dönemde Amos Gilaad, “Fas’tan gelip Suriye üzerinden Türkiye’ye kadar uzanan bir Sünnî hat düşünün, bu İsrail’i kuşatacaktır” dedi. Suriye düştüğü zaman Ürdün’ün düşmesi çok kolaydır. Muhammed Mursî’nin Mısır’da iktidarda kaldığını farz edelim, Libya ve Tunus’a kadar uzanacak bir Sünnî hat. Arap Baharı Fas’ı da vuracaktı, kral barajın önünü açtığı için bir uzlaşma sağlandı. Batılılar bunu çok net görüyorlar. Biz net görmüyoruz. Neden? Karartıcı çok yaklaşımlar var. Osmanlı ile Sünnîlik aynı şeydir. İslâm dünyasının bir projesi varsa, bu Sünnîlik üzerine kurulu bir projedir. Tarihten de belli. Yeni Şafak’ın promosyon olarak verdiği “İslâm’ın Serüveni” diye bir kitap vardı. Amerikalı Marshall Hudgson bu kitabında “İslâm’ın merkezî düşüncesini Sünnîlik temsil eder”. Şiilik ne kadar genişlerse genişlesin, Şiilik gittiği yerlerde dikotomi yani zıtlaşmayı beraberinde götürüyor.

Geçmiş süreçte ABD ile İran’ın pek inandırıcı olmayan atışmasına sürekli şahit olduk. BM’de Ahmedî Nejat’ın sert çıkışı vesaire…

Ahmedî Nejat’ın yaptığı şey tamamen takiyye... İki yıl boyunca Amerikalılarla görüştü.

Evet, diğer taraftan Şii hilalinin kurulmasına ABD müsaade ediyor, Irak’ta Maliki’yi iktidara getirerek…

Çok enteresandır ki, ABD ve Batı, söz konusu Sünnî dünya olunca Rusya ile, İran ile husumetlerini unutup dost olabiliyor. Ukrayna meselesinde Rusya ile Batı arasındaki ilişkilerin dibe vurmasını bekliyorduk. Lakin gelişen hâdiseler tam tersini gösterdi ve uzlaşı yoluna gittiler. Sadece Sünnî dünyaya saldırı var. İran ile alakalı çekinceleri elbette var. ABD, İran’ın ne kadar güçlenmesini istiyor, nükleer silahları istiyorlar mı, orası tartışmaya açık. Fakat Batı, kesinlikle azınlıkların güçlenmesini istiyor. Ümmetin bir projesi olabilecek potansiyele sahip bütün yapıları darmadağın etmek istiyorlar. İslâm dünyasının problemlerini artıracak  ülkeleri destekliyorlar. Normalde İran, Batı’nın düşmanı gibi gözüküyor ama değil. Geçenlerde en-Nehar Gazetesi’nden Sarkis Naoum “Esad düzenini koruyan meçhul ortak” diye bir makale kaleme almış. Buradaki “meçhul ortak” tabiî Amerika’dır. Amerika olmasaydı Rusya’nın desteğinin, İran’ın desteğinin hiçbir etkisi olmazdı. ABD burada süzgeci Sünnîlere uyguladı aynen Bosna Hersek’te olduğu gibi… Muhaliflere silah geçirilmesine izin vermedi. Kendisi öldürücü silahlar vermediği gibi Türkiye gibi ülkelerin de silah vermesini engelledi… Hatta silah desteğini verenleri de bir şekilde tasfiye ettiler. İyidir kötüdür tartışılır; ama Bender Bin Sultan buna kurban oldu. Rusya ile İran sürekli ikmal yapıyor Suriye rejimine… Amerikalılar Maliki’ye şöyle dedi “İran uşaklarını kontrol edeceksin.” Sonrasında ise dizginlerini bıraktılar. Sünnilere süzgeç uyguladılar Şiilerin ise dizginlerini bıraktılar.

Türkiye’ye Suriye girmesine yönelik bir baskı var mı?

Türkiye’yi kendi gündemlerinin bir parçası yapmak istiyorlar. Çözüm değil, sorun üretmek için Türkiye’yi yanlarına almak istiyorlar; mesele bu kadar net.

Bir yazınızda Kürt Lawrence’lardan bahsettiniz. I. Dünya Savaşı sonrası kurulan dizayn işlerliğini kaybetti… “Bu yeni dizaynda Arapların yerine Kürtleri kullanacaklar” diyorsunuz. Bunu nasıl yapacaklar? Biz geçen 405. Sayımızda “Emperyalizm Uşaklığından Kürtlere Hayır Gelmez” dedik.

Kullanılabilecek iki tane unsur var, biri Şiilik, diğeri Kürtlük. Bunlar dikotomi üretiyorlar. Birisi din üzerinden, İslâm’ın paralel yapısı olarak Şiilik. Ümmetle kesinlikle uyuşmayan, bağdaşık olmayan bir yapı Şiilik… Şiilik dikotemi üretiyor, zıtlık üretiyor, bu sebeple Batı’nın en önemli araçlarından biridir. İslâm dünyasını bu şekilde çok rahat bir şekilde parçalayabiliyor. İkincisi, Kürtlük… Kürtler bölgede son sıralarda iki unsurla ortaya çıkıyorlar. Milliyetçilik kimliği ve laiklik kimliği… Kürt halkıyla kimsenin sorunu yok tabiî ki… Kürt partizanlar bölgeyi kontrol ediyorlar. Irkçı bir yapıları var, eskiler buna “Şuubi” diyorlar. Bu çatışmacı bir mantık… Sırrı Sakık “Annem kürt, babam Ermeni olabilir” diyor, ben de “deden de Moşedir o zaman” diye yazdım. Adamların tek derdi Türklerle birlikte olunmasın. İsrail, bölgenin gücünün azaltılması ve istikrarsızlaşması amacına bu tür kör dövüşün sayesinde ulaşmak istiyor. İslâmcıları ortadan kaldırdığınız zaman Amerika’ya, Batı’ya kimse “hayır” diyemeyecek, karşı koyamayacak… Bunu da iki şekilde yapıyorlar, İslâm’ı liberalleştirerek. Mesela Mustafa Akyol’un yazıları buna örnek verilebilir, proje olsun veya olmasın bu tür kişileri öne sürüyorlar. Liberalleştirerek ya da karalayarak... İskenderiyeli Mahmud Muhammed Şâkir diyor ki, “İslâm’ı karalayarak, lekeleyerek “siyasal İslâm” ve “cihadçı” dedikleri grupların üzerine giderek bir simyasal kırılma hedefliyorlar”. Bunu da edebiyat vesaire üzerinden yapıyorlar. İran üzerinden yapıyorlar. Kürtler üzerinden yapıyorlar. Laik kurulu rejimler üzerinden, kurulu düzenler üzerinden… İsrail ile İran madalyonun iki yüzü… İslâm dünyasında çözüm değil, sorunun parçaları bunlar. İran, İsrail’e karşı çıktı ama sorun küçülmedi, büyüdü. İsrail ve Batı’nın bölgedeki varlığını pekiştiren unsurdur, “ikinci İsrail”dir. Arap ülkelerine, Suudi Arabistan vesaire baktığımız zaman İsrail ile hiçbir problemleri yok, kalmadı. Bunlar da bir nevi “ikinci İsrail”i temsil ediyorlar… Bu ülkeler çözümün parçası değil, sorun üretiyorlar. İran da, Partizan Kürtler de aynı şekilde “ikinci İsrail” sayılabilir. Kelim Sıddıkî “İsrail sınırındaki Arap ülkeleri İsrail’in zırhıdır” diyerek İran yanlısı olmasına rağmen doğru ve yerinde bir ifade kullanmış. Abdullah Feh Nefisi de Birleşik Arap Emirlikleri için “Körfez’deki ikinciİsrail Birleşik Arap Emirlikleri’dir” demişti. 2013 vakası bunu doğruladı. Darbe süreçleri bunu doğruladı. İktidardaki İslâmcıları tasfiye etmek için bu ülkeler devreye girdi. Yani İslâm’a karşı küresel bir savaş var şu anda.

Mustafa Akyol gibi kişileri çıkartıp kültürel bir baskı uygulamaya mı çalışıyorlar?

Kültürel, açık savaş ve örtülü savaş  hepsi var. Örtülü savaş kalem üzerinden yapılıyor. İslâm’ın içi boşaltılıyor. Mustafa Akyol “İslâm’ın hiçbir zaman idarî bir yönetim amacı olmamıştır” diyor. Bu asla kabul edilemez. Ali Abdurrazık’ın 1925 yılında hilafetin ilgasını meşrulaştırmak için yazdığı “İslâm’da Yönetim Biçimi” kitabının kopyalanmasından başka bir şey değil…

Ehli Sünnet’e aşırı şekilde saldırı var. Bundan en çokta gençler etkileniyor. Meselâ Afganî’nin siyasal İslâm düşüncesine sempati duymaya başlıyor ve oraya doğru savruluyor gençler.

Bir yazımda Afganî’den bahsettim... Mr. Blunt diye bir adam var. Afganî’nin en yakından arkadaşlarındandır. Afganî’nin kabri Afganistan’a taşınmadan evvel onun kabrini İstanbul’da yaptıranlardan birisidir. Bu ilk Lawrencelerden. Araplar hilâfeti projesi için çalışan ve Arapları Osmanlı’dan ayırmak için Abduh, Afganî’nin destekçisi... Zamanında İngilizlerin Mısır’a girmesine vesile oluyor. Ahmet Urabi Paşa’yı ayartıyorlar… Bugün de aynı şeyi Humeyni yaptı. Cemaleddin Afganî’nin yolunu sürdürüyorlar… O dönemde İslâm dünyası çok gevşek, mesela Mısır’da Cemaleddin Afgani Hanefî kimliğiyle, Sünnî kimliğiyle, Afgan kimliğiyle entelijansiyeyi etkileyebiliyor. Bu adam Afgan değil, Sünnî değil, Hanefî değil… Nasıl 1881 yılında Mısır İngilizlerin eline düştüyse, bugün İslâm dünyası da, Humeyni’nin bölgeyi zayıflatmasıyla düştü… Bölge çok iyi değildi, orası ayrı bir tartışma; ama en çok zayıflatan unsur da İran’dır. Geçmiş süreçte İslâmcılar arasında “İrancılık” hastalığını gördük. Bu çok tehlikeli bir şey Allah korusun. Bu arkadaşlar belli bir süre sonra yanlışlarını gördüklerinde de nefisleri araya girdi ve “ben yanlış yaptım” diyemediler. Bu açıdan çok şükür Suriye meselesi kırılma noktası oldu; fakat bedeli de ağır oldu.

Bu yaşananlara aslında oluş sancısı olarak bakmamız gerekmiyor mu?

Geçenlerde Fatih’te yürüyordum. Adamın biri uzun uzun baktı, ben de tanıyor diye selam verdim. “Senin selamını almıyorum” dedi. İran yanlısıydı herhalde.

Selefî akımlara meyleden gençler de çok.

Biz ehl-i sünneti daha iyi temsil eder ve aktif olursak, bize yöneleceklerdir. Tasavvuf meselesinde sıkıntılılar. Mesela Haydar Baş, tarikat zemininden nereye geldi. Çok oportünistler… Haydar Baş Ehl-i tarik, Kadirî ekolünden geliyor; ama “Nakşîlik İngiliz projesidir” diyebiliyor.

Haydar Baş’ın İskilipli Atıf Hoca hakkında söylediklerini göz önünde bulundurunca pek de garipsememek lazım…

Hakikaten doğru söylüyorsunuz.

Bu tarz akımlara doğru gençlerin meyletmesinin sebebi devletsizlik, idealsizlik, dünya görüşü eksikliği midir?

İslâm’ı savunmanın birçok boyutu var. Bunlardan birisi devlet seviyesi… Yarın bir gün devlet seviyesi kaybolursa toplumsal duyarlılık dereye girer. Selçuklu döneminde olduğu gibi… Selçuklular yıkılıyor Osmanlı’ya kadar bir boşluk oluşuyor. Cemaatlerin bu dönemlerde devletlerin fonksiyonlarını üstlendiklerini görüyoruz. Bediüzzaman da, “Kur’an etrafındaki surlar yıkıldı, bundan dolayı Kur’an-ı Kerim kendi kendini savunacak” diyor. Surlar, devlet ve Müslümanlar.

Mesela içten ve dıştan gelen, Kemalist ve emperyalist saldırıya karşı Ehl-i sünnet bugün bir kale olarak duruyorsa, Halid-i Bağdadî’nin Anadolu’ya ekmiş olduğu Nakşîlik tohumu sayesindedir.

Elbette. Potansiyel olarak Ehl-i sünnet güçlü; fakat mesele organize olmak. Devlet organize olduğundan dolayı bu işi rahat götürebiliyor. Bugün toplumlar da o mânada organize olabiliyor. İslâm’a yönelik küresel olarak bir gayri meşrulaştırma kampanyası var. Sağlam duranlar, dik duranlar terörle irtibatlandırılıyor. Onların örgütlenmeleri engelleniyor; ama gayretin önünde kimse duramaz. Baskılar ters etki yapabilir. Biz gayretli olacağız. Türkiye’deki sıkıntı dindarların resmî olarak bir hamisinin olmaması… Türkiye laik bir cumhuriyet olduğu için İslâm’ı himaye etmeye başladığında da sorgulanıyor. İkinci sorun da dindarların kolaycı olması. Organize yapılar 28 Şubat sonrasında çözüldü. Sonra Ak Parti iktidara gelince “nasıl olsa hükümet bizim yerimize birçok şeyi yapıyor” kolaycılığı ortaya çıktı.

Hükümetin kendi yerlerine bir takım meseleleri hallettiğini düşünenler fert olabilme hâlini unuttu diyebilir miyiz?

Tam olarak öyle… Hz. Ömer, Humus’a vali atayacak. O dönemde zengin olan zatlardan birisi atanıyor, ama buna itiraz ediyor. Bunun üzerine Hz. Ömer “kimse bana yardım etmeyecekse ben bu işi nasıl kaldıracağım?” diyor. Kifayet meselesi vatandaşın devlet ile bütünleşmesi ile olur.

Türkiye’de yaşanan hadiselere dönersek, Kobani meselesinde sokakların karışmasında İran’ın parmağı var mı?

İran kışkırtıcı pozisyonda... Dertleri tıpkı Batı gibi Kobani’ye sahip çıkar gibi yapıp Kürtleri ayartmak. İran’ın Türkiye içinde doğrudan bir tezgâhı olamaz; ama Kürtleri kullanarak Türkiye’yi kuşatmak istiyor. Kürtlerin Türkiye’yi zayıflatmaları İran’ın işine gelir. “Türkiye koridor açsın” dediler. Sen Esad ile birlikte Suriyelileri öldürüyorsun, Kürtlerin kerameti ne?

İran Dışişleri Bakan Yardımcısı Abdullahiyan’ın “Esad giderse İsrail’in güvenliği tehlikeye girer” diye bir ifadesi var. Bunu da yalanlıyorlar.

Ankara'ya bir basın ataşesi atamışlardı. Bana görüşmek için bir mail atmış. “Ben de davetsiz olduğunuz yere misafir olmayın ve beni bir daha aramayın” dedim. Yahudiler bile bunlar kadar değil. İran diplomasisi bunun üzerine dayalı. Birisi yazdığı çizdiği zaman onu etkilemeye çalışıyorlar.

Batı menşeili, bu sistem bir değersizlik girdabında, sizce bu değersizliği değer yükleyecek olan ve bizim etrafında toplanmamız gereken ideal nedir?

Biraz önce Ortadoğu’dan bahsettik; İslâmcılar giderse Ortadoğu diye bir şey kalmaz ve Ortadoğu, ABD ve İsrail’in hâkimiyeti altına girer dedik… Peki, Batı bu hâkimiyeti sağlayabilir mi? Bu sorunun üzerine biraz konuşacak olursak, Seyyid Kutup’un 50-60 yıl once yazdığı “Taklitlerin Çarpışması” diye bir kitabı var, “kapitalizmin ve komünizmin birbirinin mukallidi olduğunu ve komünizmin kapitalizmin gayrimeşru çocuğu olduğunu” söylüyor…

Şunu söyleyebiliriz, Fransız Devrimi tüm devrimlerin atası, Rus Devrimi Komünizm tabanlı bir devrim ve bu devrim Fransız Devrimi’ne karşı olarak konumlandırılıyor ve Burjuvazi devrimi olarak nitelendiriliyor… Buna rağmen burjuvazi devrimi olarak konumlandırılan Fransız Devrimi olmasaydı, Komünist Devrim olmazdı… Soğuk Savaş döneminden sonra, Komünizmin kapitalistleşmesinden itibaren Rusya’nın çökmesi ve Çin’in bir şekilde evrim geçirmesi ile birlikte Dünya’da sadece kapitalist sistem ve İslâmî dünya görüşü kalıyor… Bütün kaygı, İslâmî dünya görüşünün fiili olarak tesisi, bunu istemiyorlar… Allah korusun İslâm ve Müslümanlar yenilirse bu kıyamet demek…

Biz sistemimizi hangi dünya görüşüne nisbetle kuracağız?

Bu konjonktürel bir mesele, yani konjonktür ve coğrafya, bölmeyi amaçlayan harici iradeye karşı mukabeleyi zaruri kılıyor.  Mukabele görevi yüklüyor. Konjonktüre de baktığımız zaman bir şekilde Batı diğer dünya düzenleriyle beraber Müslümanları bir şekilde tasfiye etmek ve dağıtmak istiyor... Bu durum karşısında tavrımız “İttahat-ı İslam”ın yeniden tesisi ve bu görüşün de kendi değerlerimizle içinin doldurulması olmalı… Bu gelenek aslında zayıfladı, bahsettiğiniz bölünme aslında “İttihat-ı İslam”ın gerekliliğini ortaya koyuyor... Bir diyalektik kullanarak açıklarsak, birine “sen bu güzel ahlâkı nerden öğrendin?” diye soruyorlar ve şu cevabı alıyorlar; “ahlâksızlardan öğrendim…” Cevabını şöyle açıklıyor; “ahlâksızlığı bir şekilde yaşayanlardan zararlarını görerek, ahlâklı olunması gerektiğini öğrendim”… Bugün baktığımız zaman, dünyada kıyamet sürecinin yavaşlaması, ancak Müslümanların yeniden İslâm’ın değerlerini ortaya koymasıyla mümkün aslında… ABD’li eski CIA ajanı Sheuer diyor ki; “Biz Arap diktatörlerin üzerinden İran’ın ve Şiilerin iktidarlarını korumayı bırakıp, bu tür emperyalist projelerden vazgeçelim.” İkinci olarak diyor ki, “İsrail hem emperyalist, hem ideolojik bir projedir.  ABD olarak ondan da vazgeçelim. ” Yani bu dünyayı anlamlandırmamız lazım, yoksa hayat her safhasıyla çökecek, ferdî safhasıyla çökecek ki, bunu önlemenin yolu imana dayanmak, içtimaî olarak çökecek ki, bunu önlemenin yolu ahlâka dayanmak, siyasî olarak çökecek ki, siyasî olarak da değerler üzerinden ayakta kalmak mümkün… Dolayısıyla bugün, hayat bütün boyutlarıyla anlamını kaybetmiş bulunuyor, Batı çökmek üzere, zaten küreselleşmeyle birlikte, 1991’den sonra ABD’nin tek kutup haline gelmesine rağmen kapitalizm güç kaybetmeye başladı; çünkü küreselleşti, Batı eski gücünde değil… ABD de İslâm dünyasına savaş ilan ettikten sonra, yani 11 Eylül’den itibaren gerileme sürecine girdi… Onun ötesinde zaten Batı’nın bir değerler buhranı var…

17-18. yy dönemde, küreselleşme çok yavaş ilerliyordu ve kapitalizm yayılacak saha arıyordu. 1900’lü yıllardan sonra bir anda kapitalizm dünyanın her tarafına yayıldı ve yayılacak sahası kalmadığı için duraksama dönemine girdi…

Dediğiniz gibi 20. yy’da teknolojik araçlar geliştiği için kapitalizm çok hızlı bir şekilde yayıldı, hatta Ali Şeriati’nin kitabında da var diyor ki “adamlar kapitalizmi yaymak için her yere araçlarını satıyorlardı, bedava malzemeler veriyorlardı…” Kullandıkça da alışkanlık haline geliyor ve bir hayat tarzı şeklini alıyor… Dolayısıyla insanlar kapitalizmin bir şekilde esiri haline geliyor… Bununla ilgili tarihi bir anekdot aktarayım; 1974 yılında Araplar, İsrail’e bir ambargo uyguluyor, Kral Faysal döneminde… Bu ambargo özellikle Batı’da büyük bir etkiye sebep oluyor ve Faysal'la görüşmeye gelip, ambargonun kalkmasını istiyorlar… O dönemde Kuveyt gibi ülkeler bu ambargoya İsrail’e karşı olarak Mısır ve Filistin namına iştirak ediyorlar. Bunun üzerine Kissinger “Bu iş karşılıklı bir ilişkidir biz enerji sağlıyoruz siz ise para kazanıyorsunuz” diyor… Bunun üzerine Kral Faysal “ Doğru söylüyorsunuz, biz yeniden çadırlarımızı alıp çöle çekilebiliriz, bu hayata da pek alışamadık, dolayısıyla kendimizden ve bu teknolojiden feragat edebiliriz. Siz ise vazgeçemezsiniz ve bisiklete dönemezsiniz ” diyor. Zaten Suud ve Vahhabi ihvanı, 1920-1930 yıllarda teknolojinin her şeyine karşıydılar… Yani İbn-i Suud’la siyasî ihtilafları olmakla beraber, teknolojinin kullanımına dair de ihtilafa düşmüşlerdi. O dönemde adamlar “Dünya dönmüyor, Dünya yuvarlak değil dümdüz” diyorlardı ve teknolojiye de karşıydılar… Ama şu gün geldiğimiz noktada 1974’ün üzerinden 40 yıl geçti ve bugün Araplar, Amerikalılardan daha fazla teknolojiye bağımlı hale geldiler… Artık hiç direnme şansları kalmadı… Ama hayat bu defa imtihanlarla insanları eski haline döndürüyor, misal Suriye, insanların durumunu görüyorsunuz, elektrik nerdeyse sürekli kesik, özellikle kırsal kesimlerde… Bu hayat ancak şükürle anlamını kazanıyor, yani şükür etmezsek Allah savaşlar üzerinden bizlere kısa devreler yaptırarak, yine şükreder hale getiriyor…

Yani insanlar alıştıkları şeylerden kolay kolay vazgeçemiyor… Halbuki öbür tarafta insanların bilmediği veya bildiği fakat biraz uzak durduğu tatlar var, mesela hastalık… Bir arkadaşım söylemişti, “ben hasta olunca, bazı şeylerin değerini daha iyi anladım”… Sağlığımın değerini, ilişkilerimin değerini, insanların değerini… Aslında hastalıkta kazandığımız, latifeleri sağlıklıyken de kazanmış olmamız veya onunla iç içe yaşamamız, gerekiyor… Fakat dediğim gibi bu sağlıklı süreç bizi, hastalıkla tanıştığımız değerlerden kopartıyor. Bediüzzaman “şefkat tokatları” diyor, keşke şefkat tokatları olmadan, insanlar tabîi halleri üzerine, olması gereken tarzda yaşayabilseler… Anlatınca da insanlar anlamıyor, zaten ondan dolayı, “bir musibet bin nasihatten iyidir” diyorlar…

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Yok… Teşekkür ediyorum.

Biz de teşekkür ederiz vakit ayırdığınız için…