“Ekonomik Savaş” olarak adlandırılan bu sürece nasıl gelindi, kısaca özetleyebilir misiniz?

Şöyle özetleyeyim. ABD, bundan yaklaşık yetmiş yıl önce, yani kırklı yıllardan itibaren, özellikle iki dünya savaşını arka arkaya yaşayan dünyada, topraklarında tek kurşun atılmamış olmasının avantajıyla dünyanın en önemli ekonomik ve siyasi gücü olarak ortaya çıktı. Aynı dönemde Avrupa, Asya, Pasifik yıkılmış, perişan olmuştu. ABD, 1944’ten itibaren dünya ekonomi-politiğine hakim olacağını da öngördü. Uluslararası bir ekosistem oluşturdu. Bu ekosistemin bir bacağında Dünya Bankası, bir tarafında BM, bir tarafında genişletilmiş tarifelerle ticaret anlaşmaları ki sonradan Dünya Ticaret Örgütü’ne dönüştürdüler ve bir diğer tarafa da NATO. Böyle bir dünya teşkilatlanması. Fakat 2000’li yılların başlarından itibaren çok enteresan gelişmeler oldu. Dünyada yeni ülkelerin yükselişini gözlemlemeye başladık. Rusya’da Yeltsin, 31 Aralık 1999 gecesi milenyuma girerken ani bir kararla, koltuğu Putin’e bıraktı. Putin’le birlikte Rusya’nın farklı bir tırmanış sürecine şahit olduk. Çin, bu dönemde dünya ekonomisindeki hızını arttırdı. Brezilya, maalesef siyasi operasyonlara maruz kalan fakat o dönem Brezilya’nın kurtarıcısı olarak görülen Da Silva’yla çok önemli bir yükseliş trendi yakaladı. Türkiye aynı dönemde AK Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte önemli bir yükseliş ritmi tutturdu. Büyük reformlar gerçekleştirildi. Bu süreçte Amerika, kendi hegemonyasıyla kurduğu kuruluşlarda istediği gibi at koşturamadığı bir konjonktürde buldu kendini. Kendisi açısından bunun en büyük şoku, eski ABD Genelkurmay Başkanı ve o dönem dışişleri bakanı olan Colin Powel’a, BM Konseyi’nde, elinde tüp filan, “Saddam Hüseyin’in elinde milyonlarca insanı öldürecek kimyasal silah var” şovu yaptırmış olmasına rağmen Rusya ve Çin’in vetosuyla, diğer ülkelerin de tepkisiyle, tarihte ilk defa BM’den yapmak istediği operasyonla ilgili meşruiyet onayı alamadı. BM desteği olmaksızın Irak operasyonunu yapmak zorunda kaldı. Irak’ta yaşananlar, milyonlarca insanın ölümü ve göç trajedisiyle sonuçlandı. ABD, 1960’lı yılların sonundan itibaren Vietnam saldırısıyla nasıl itibar kaybına uğradıysa, bu dönemde de aynını yaşamaya başladı.

Hatta ABD’nin Irak’ta başarısız olduğu konuşulurken, ABD’nin içeride yaşanan ekonomik durumdan sıyrılmak için “savaş ekonomisi” uygulandığı iddia ediliyordu. Dönemin başkanı Obama bunun aksini söylese de…

Obama, bütün o nazik görüntüsüne rağmen başarılı bir başkanlık gerçekleştiremedi. Başarısızla sonuçlanan Irak ve Afganistan operasyonlarında yaşamını yitiren onca Amerikan askerinden kaynaklanan tepki, oğlunu kaybeden Amerikalı bir annenin 5-6 milyon anneyle birlikte Washington’da çok büyük bir protesto yürüyüşü yapmasına sebeb oldu. Olaylar, Obama’yı savaşı bitirme ve Amerikan askerlerini anayurda geri çekme noktasına getirdi. Sadece bu sebeble Obama bir kez daha seçildi diyebiliriz. 
BM’de ABD’nin yaşadığı en büyük şok ise büyükelçiliklerini Kudüs’e taşımak kararına Türkiye’nin öncülüğünde gerçekleşen geniş itirazdı. 196 ülke karşı çıktı ve bu hiç beklemedikleri bir gelişmeydi. BM üyelerinin en büyüklerinden biri olarak, BM’ye ödemesi gereken aidatı ödemeyerek kuruluşu mali bunalım içine soktu ve intikamını öyle aldı. Bu konjonktür içerisinde Başkan Trump’ın göreve gelmesiyle birlikte, süreci hızlandırma kararı aldılar. Trump’a, zembereğinden boşalmış hareketler yaptırmanın daha kolay olduğunu farkettiler. Trump üzerinden AB ile, Kanada’yla, Meksika’yla, Çin’le, Rusya’yla ve hemen hemen tüm ülkelerle büyük kavgaya girdiler.

Evanjelikler…

Evanjelikler, oğul Bush dönemindeki 8 milyon üye sayısını, yanlış hatırlamıyorsam, 30 milyona çıkardılar. Bugün 300 milyon civarında olan Amerikan nüfusunda Evangelistler yaklaşık 50 milyonluk bir sayıya ulaşmış durumda…
50 milyon çok ciddi bir rakam. Başkan Trump’ın yardımcısı Mike Pence’in koyu bir Evangelist olduğu aşikâr. Bu koyu akımın Amerikan devletine hakim olması, İsrail yönetiminin işine geliyor. ABD’yi dünya siyasetinde yalnız bırakacak, daha sorunlu ilişkilerin içerisine sokacak tutum izlemesine sebep oluyor. Bunun dünya siyasi çevrelerine şaşkınlık yaşattığını ifade etmek lazım. O nedenle, ABD’nin Türkiye’ye açtığı ekonomik savaştan memnun olmayan AB de açıklama yaptı. Almanya dışında İtalya’dan enteresan bir açıklama geldi. “Türkiye gibi bize de bu tür saldırılar olmasından endişe ediyoruz” dediler. İran zaten, İsrail’le uzun zamandır süren problemlerin adeta bedelini ödetecek şekilde ekonomik yönden kıskaca alınmakta. Amerika bir bakıma “yıldız savaşları”nı başlattı. Türkiye gibi 8-10 tane yıldızı parlayan, yükselen ekonomi var. Bu ülkelerin dünya siyaseti ve ekonomisinde de ağırlıkları arttıkça, milli egemenliklerinde ve milli iradelerinde güçlenme görülüyor. Bu nedenle, bu ülkelerle anlaşamadığı bir dönemin içerisine girdi ve kendi sözünün beklediği kadar dinlenmemesi, istediği kararları aldıramaması gibi nedenlerden dolayı ciddi rahatsızlık içinde.

Öte yandan ABD’nin dış borcunun boyutları, cari açık rakamları ortada, buna rağmen…

Bununla ilgili ABD içerisindeki saygın iktisatçılar endişelerini dile getirseler de Amerikan yönetimi istediği ölçüde ABD doları basıyor, açıklarını finanse ediyor, dünyanın ABD dolarına bağlılığını devam edeceğini düşündüğünden, işin aslı pek de bu vaziyeti umursamıyor. En son sayın Cumhurbaşkanımızın katıldığı BRICS zirvesinde olduğu gibi Çin, Hindistan, Rusya, Türkiye, Brezilya, Güney Afrika ve diğer ülkeler, kendi aralarında, kendi paralarıyla küresel ticaret yapma sürecini hızlandırır ve ABD dolarının kullanımında giderek artan bir zayıflama görülmeye başlanırsa, açıkçası ABD’nin bundan haz almayacağı aşikâr. 

İçerden ve dışardan manipülasyonlar devam ediyor. Ekonomi Bakanı gece yarısı açıklama yapmak durumunda kaldı. Türkiye ekonomisi bu saldırılara karşı bazı tedbirler alıyor olmakla birlikte piyasaların girdiği şoku bu şiddette yaşamasının sebebi ne olabilir, nasıl sonuç alabiliyorlar?

Sonuç almalarının birkaç net gerekçesi var. Birincisi, her ne olursa olsun Türkiye Osmanlı’dan beri tasarruf açığı devam eden bir ülkedir. Bir ülkenin tasarruf açığı olması demek, ekonomide yapmayı hedeflediğiniz tüketim ve yatırım harcamalarına tasarruflarınız yetmediğinden dolayı bunu karşılamak için, mutlaka dünyadan kaynak bulmanızın gerekli olduğuna işaret eder. 

Ne gibi kaynaklar?

Bu sıcak para olabilir. Dış borçlanma ve yatırım da olabilir. İşte, böyle bir konjonktürde yapabileceğiniz şey öz kaynaklarınıza nisbetle ayağınızı yorganınıza göre uzatmaktır. Bu durumda bu tür sorunlarla karşı karşıya kalmayabilirsiniz. 

Bu aynı zamanda toplumumuzu da ilgilendiriyor olmalı, öyle değil mi?

Herkes, yani hane halkı da gereken fedakârlığı yapacak. Yani birkaç sene cep telefonu yenilemezsek, o zaman yurt dışından ithal edilen ve bedeli birkaç milyar doları bulan cep telefonlarını ithal etmeyeceğiz. Elimizdekilerle yetinmek durumundayız. Topyekûn ayakları yorgana göre uzatma ve tefekkür dönemi. Böylece ithal tüketime olan merakı azaltıp, tamamıyla yerli ürünlerle yola devam edilebilir. İthalatımızı da önemli ölçüde kısarak, cari açığımızın milli gelire olan oranını yüzde 4’ün altına indirir, aynı şekilde kamu kesiminin harcamalarını da kısmayı başarırsak, Türkiye ekonomisi için önemli bir tasarruf gücü, dövize bağımlılık noktasında da önemli bir hareket kabiliyeti kazanmış oluruz. Böyle bir ekonomik savaşta bunlar Türkiye’nin elini güçlendirecektir.

Toplum olarak bunu başarabilir miyiz?

Tabii… Türk halkına bu savaşın nasıl yönetileceği, üzerine neler düşmekte olduğu noktasında gereken çağrıyı yaparsanız, vatandaşımız da gerekeni yapar. 
Yalnız bu dönemde, halkın bankalardaki döviz mevduatına, altınına el konulacağı izlenimi veren manipülasyonlara bir saniye bile izin vermeyip, ağır bir şekilde cezalandırmak suretiyle engel olmak lazım. Vatandaşın en hassas olduğu nokta budur. Bu noktada iletişim stratejisi çok önemli.

Akademi dünyamızda ciddi sayıda ekonomistimiz var. Analizlerini dinliyoruz. Halkımızın kafasının karıştığı nokta ise bazı akademisyenlerin yabancı verilere, analizlere yaslanarak konuşması. İktisatçı akademide çatlaklara yol açan bu akademisyenlere karşı ne yapılabilir?

Şimdi vatanseverlik konusunda birçok akademisyenimizle ilgili herhangi bir sorun olmadığı kanaatindeyim. Fakat bununla birlikte, kişi vatansever olsa dahi, çok farklı bir iktisadi anlayışı olması, mesela bize göre daha liberal anlayışta olması nedeniyle veya bizim kadar küresel ekonomi-politikaya bakma alışkanlığı olmayan, düz mantıkla, İMF ile masaya oturup bir stand-by anlaşması yapmanın ülke için daha iyi olduğunu da düşünebilir. Kişinin bunu düşünmesi, meselenin illa da vatanseverlik olduğu anlamına gelmez. Konu şudur; söz konusu hoca, küresel ekonomi politiği bilmeyen, sadece düz iktisad mantığıyla meseleye bakarak, tekliflerinin sonucunda bir fikri olmadığını gösterir. Bizim gibi analiz yapmıyor olması onun eksikliğidir. Böyle bir kitle var. Bunun dışından beynini ve kariyer beklentilerini tamamen Atlantik’e, dolayısıyla Batı camiasına dayamış, onlardan beslenen, sürekli onlarla iletişim içerisinde olansa az bir kitle var. Bunlar için zaten yapacak bir şey yok. Onlar açısından bakılırsa hata Türkiye’de… ABD ile ilişkilerde üst üste hatalar yapmıştır. “Türkiye kim oluyordur da, bunları yapma cesaretini kendinde görmektedir” şeklinde konuşurken görürsünüz onları. 

Veya “hamaset” yapılıyor şeklinde çatmak?

“Efendim bu işler hamasetle olmaz…” Bu lafların kimlerden çıktığını biz biliriz. Bunlara dikkat etmek lazım. 

Akademi dünyasında da kimin kim olduğu öğreniliyor?

Evet, mesela İş Bankası Genel Müdürü Adnan Bali, çok önemli tespitlerde bulundu. 15 Temmuz hain darbe girişiminde ve bu dönemde de sayın Adnan Bali’nin, bir bankanın genel müdürü olarak ne kadar vatansever, milli, nitelikli bir duruş ortaya koyduğunu görüyoruz. Türk bankacılığının ve sektörlerinin gerçeklerine yönelik, aynı zamanda toplumdaki bütün kesimlere nasıl bir duruşa sahip olmaları gerektiği noktasında çok önemli tespitlerde bulundu. Bence kafası karışık olanların Adnan Bali gibi güvenilir kişilerin duruşlarına bakıp hemen şüphelerinden arınmaları gerekir.

TÜSİAD da tepki çeken birtakım değerlendirmelerde bulundu. TÜSİAD’ın da mı kafası karışık?

Açıkçası TÜSİAD hem Atlantik kanadıyla hem Asya-Pasifik kanadıyla ilişkileri güçlü olan işadamlarının olduğu bir camia. Atlantik kanadıyla ilişkiler kopma noktasına mı geliyor, şeklinde bazı endişeleri olabilir. Kendine göre Asya-Pasifik ilişkileri güçlendirelim ama Atlantik’le ilişkilerimiz devam etmeli yönünde görüşü olabilir.  

Yeni dönemde milli sermaye örgütlenmesi nasıl şekillenecek?

Türkiye’nin milli sermaye yapısı geniş. Türkiye Ekonomisini 'küresel' operasyon birimlerine çerez yapmamak önceliğimiz ise, gerekirse 2 yıl için tüm mega projeleri, ancak uluslararası yükleniciler talip olursa devam ettirmeliyiz. Bu tedbirlerin etkili uzantısı olarak, 2018'in ikinci yarısı için kamuda 35 milyar liralık tasarruf ve gelir artırıcı önlemle faiz dışı fazlanın 5 milyar liraya yükseltilmesi, Bakan Albayrak ve ekibinin kararlılığı açısından önemli bir gösterge. Keza, Hazine'nin kredi çevirme oranını önce yüzde 100'e, 2019'da ise, başarabilirsek, bu oranın altına da çekmemiz, faiz oranlarının düşmesine önemli katkı sağlayacaktır. Ve tüm bu tedbirler, 'Yeni Ekonomi Modeli'yle birlikte, 2019'da enflasyonu elbette ki hızla tek haneye çekecek. Ekonomik dengelenme döneminde elde edilecek sonuçlar, tasarrufların artırılması, daha etkin bir kamu mali disiplin ve küçülen cari açık 'psikolojik hazırlığı' sağlayacak. İstikrarlı büyüme koşullarının sağlanması ekonomide daha adaletli paylaşımla, nitelikli insan gücü ve toplum başlıkları ise 'lojistik hazırlık'. Strateji üretme kapasitesinin katılımcı bir anlayışla güçlendirilmesi, hızlı refleks kabiliyeti, güçlü temeller ve değişim odaklı hedefler ise 'son savunma' taktiğimiz olacak. 'Yıldız Savaşları'nı birlik ve beraberlikle, daha yoğun strateji üretme kabiliyetiyle aşacağız ve bu savaşı kazanacağız.

Teşekkür ederiz.

Ben de teşekkür ederim.
Baran Dergisi 605. Sayı