Dinine, diline, kültürüne, tarihine yabancılaşmış insan tipi yaygınlaşmaya başladı. Siz nasıl bir tablo görüyorsunuz?
Herhangi bir canlıyı ayakta tutabilmek için gıdalandırmamız lazım. Bunu bitkilerde de hayvanlarda da tecrübe ediyoruz. İnsanların da özellikle insani tarafı, duygu, düşünce, maneviyat, ruh ve ahlâk dünyası var. Dolayısıyla bizde Batılılaşma rüzgârıyla birlikte bu tesire karşı koymak sadece aileye kaldı. Ve aile çocuğunu hayata hazırlarken onun ahlâkî ve manevî yönünü desteklemeye çalıştı. Fakat bu arada eğitim kurumları ve medya dediğimiz basın-yayın kuruluşlarına günümüzde internet de katıldı. Bunlar üzerinden de çok daha hızlı, etkili, yoğun ve çok daha “cazibeli” şekilde bir kültür ve anlayışı aktarılmaya başlandı. Bu noktada –hep söylediğim gibi- medyanın aktardığı şey bir “ideoloji” değil. Medya tüketim odaklı bir sektör olarak yerleştiğinden, para kazanmak için her şeyi metalaştırıyor, her şeyi harcıyor. Medyanın işleyen mantığı bu. İnsan ve toplumu bu çerçevede yönlendirmeye odaklanmış. Ailenin vermiş olduğu terbiye ve eğitim bu tesir karşısında zayıf kalıyor. Bir de sadece teorik kalıyor. Aile çocuğunu yetiştirirken onu kontrol altına almak, yönlendirmek, sevgi-saygı aşılamak için çabalıyor ancak çocuk dışarı çıktığında farklı bir dünyayla karşı karşıya kalıyor. Sosyal dünya dediğimiz bir dünya. Fakat bu dünya günümüzde sosyalliğini de kaybetmiş durumda. Yani ilişkiler, bilgilenmeler, temaslar karşılıklı olarak değil de, insanı eşya yerine koyan bir kültürün etkisiyle asosyal hale getirerek kendini empoze ediyor. 

Tüm nesli, gençliği de etkisi altına alıyor?
Evet, bu hem çocuklar için hem gençler için geçerli olan bir durum. Dolayısıyla çocuk ve gençlerimiz artık medya tarafından “eğitiliyor” ve medya tarafından yönlendiriliyor. Aynı medya tarafından bir “dünya görüşü” onlara sunuluyor, zihinlerine zerk ediliyor. Kültür ve ahlâkla ilgili sağlıklı eğitimi olmayan bir toplumda elbette dejenerasyon, elbette insanımızda önemli değer kaybı ve erozyonu ortaya çıkıyor. Artık o çocuklar da “bizim” olmaktan çıkıyor. Ailenin değil birtakım tüketim merkezlerinin “alet”i haline geliyor. İdeolojiler bile geride kalıyor. Batılı veya değil. Bundan daha çok hedonist, zevke ayarlı, eğlenceci bir ortam ve alışkanlığa sahip oluyor. Bedeniyle yaşayan, ruhu bir anlamda pasifize olan bu kitlenin bir anlamda duygu dünyası da zayıflıyor. Artık ihtiras ve gösteriş, kendini beğenmek, kendini her şeye layık görmek gibi seçkinlik iddiacısı oluyor. Ben haklıyım, benim olmalı şeklinde narsist bir psikolojiye de sürüklenebiliyor.
 
“Çöküş İşaretleri Var”
Nereye gidiyoruz?
Ben gerçekten ahlâk ve kültürün giderek hayat dışına itildiği bir dünyada yaşadığımızı düşünmeye başladım. Bana göre bu, bir toplumun çöküşüdür. Şu an bir çöküş evresindeyiz. Nereye kadar gider, bu çöküşü nerede ve nasıl durdurabiliriz emin değilim. Eskiden eğitimcilerin ve aydınların meselesiydi fakat şimdilerdeartık eğitimciler ve aydınların itibarı kalmadığı gibi, değer de verilmez oldu, önemsizleşti. Maalesef yönetimler bu konuda dayatma veya zorlamayla, medya ve propagandayla halletmeye çalışıyor. Burada tabiî ruh ve zihin etkinliğini kaybediyor. Bir nevi şartlandırma dediğimiz, propaganda araçları devreye giriyor. Uzaktan yönetilen insanlar haline dönüşülüyor; kişilikten kitle durumuna düşüyoruz. Kitlesel birtakım sunumlar yapılıyor. Kitlesel tesir mekanizmaları çalıştırılıyor. Maalesef bu da bir çöküşün içine girdiğimize işaret ediyor.

Yabancılaşmanın, bahsettiğiniz kitlesel kopuşun önünü alacak, insanımıza yeniden aidiyet duygusu kazandıracak faaliyetleri ortaya koyacak şartları yakalayabilir miyiz?
Çok ciddi bir silkiniş gerekiyor bunun için. Maalesef yöneticilerimizde bu yönde bir hazırlık, hamle henüz göremiyorum. Bir defa hangi inancın, hangi kültürün, hangi medeniyetin insanı olduğumuzu bilemezsek, bu şuur içinde kendimizi konumlandıramazsak başaramayız. Şu anda yaşanan da böyle bir his ve şuurdan, düşünce ve eylemden uzak tutucu tesirler bütünü zaten... İnsanımızı günübirlik yaşatıyor. İnsanlar eşyalarla, metalarla kendini avutuyor; aidiyet duygusunu bununla kuruyor. Yani önemli ve hayati hedefleri akıldan, zihinden siliyor. Şu anda fikri, kültürel, sosyal bir kargaşa yaşıyoruz. Kendiniz olamazsanız zaten yabancısınız. Yabancılaşma diyoruz ama zaten mesele kendimizin tanımlanamayışımız. Kendimiz olamayışımız, kendi değerlerimizi, düşünce sistemimizi, toplum düzenimizi kuramamamız. Kendi varlık sebebinizi kaybettiğiniz zaman zaten yabancılaşmışsınız demektir. İster kapitalist, ister liberal, ister sosyalist, ister pozitivist, ister ateist olun. Ne olursanız olun. Hepsi de bu toplumun dokularına ters ve zıt. Kendi kültürünüzle bir şey üretemediğiniz zaman yabancılaşma başlar. Bu da bizim Tanzimat’tan, Meşrutiyet’ten bu yana gelen bir hadise, gerçek. Din konusunda bile ait olduğumuz dinin ne olduğunu bilmiyoruz artık. Kültürün ne olduğunu bilmiyoruz. Belirsizlikler içindeyiz. Halinden teselli bulanlarımız da var ama bunun neye dayanarak söylendiğini bilemiyorum. Tablo ortada.

Topluma da sorumluluk düşüyor oysa?
Tabii ki... Ancak bırakın toplumu, aydınlarımızın çoğu bu gidişe “Dur!” diyecek cesareti kendinde bulamıyor. Ümidini kesmiş gibi görünüyor. İç dünyalarını bilemem.

Gerçek aydın yetiştiremediğimizden olabilir mi?
Evet... Her şeye “eyvallah” diyen, bir şekilde hallederiz kafası yaygın. Veya, “vardır mutlaka bir hikmeti, bildiği” deniliyor. Kardeşim bildiği varsa bana da söylesin de ben de ona katılıp katılmadığımı söyleyeyim. Yok öyle bir şey. “Vardır bir bildiği” lafı sorumsuzluktur. Böyle karamsar bir tablo çizdim ama sosyal dinamiklerin değişiminde önemli olan zaman değildir. Önemli olan bir şeyin idraki, kavranması ve kavranır kavranmaz harekete geçilmesidir. Ne yapılması gerekiyorsa... Bunun için de çok geç değil. Yeniden ayağa kalkmak için vakit geç değil. Ama bu uyuşukluğu, sorumsuzluğu, her gün bir yanımızı aşındırdığımızı, kaybetmeye başladığımızı da görmemiz lazım.

Istırabını hissetmekte zorlanıyoruz galiba...
Rahat olmamak zorundayız. Her şeyi kanıksayıcı bir psikoloji bizi perişan ediyor. Bu birçok toplumda olan şey. Kayıplara üzülmek ve pişmanlık duygusu çok düşük seviyede maalesef...

Baran Dergisi 610. Sayı