Söyleşi: Faruk 
            İlk olarak Charlie Hebdo baskını ile başlayalım; sizce bu hadisenin fikrî ve psikolojik altyapısında ne var?
Öncelikle, bu derginin, başta Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- ve İslâm dini olmak üzere, bütün dinî inançlara ve dinî gruplara saldıran bir yaygın organı olduğunu belirtmemiz gerekiyor. İşin, katliamın failleri açısından görüntüsü, bu yönüyle oldukça net. Ancak karikatürlerin yayınlanmasının üzerinden bu kadar süre geçmişken, saldırıların zamanlaması bana oldukça manidar geliyor doğrusu. Tam da bütün dünya İslâm karşıtlığının yükseldiği, IŞİD dolayısıyla İslâm’ın karalanıp kötülendiği , bütün Avrupa’da yürüyüşlerin düzenlendiği bir dönemde bu saldırının gerçekleştirilmesi, olayın yanına bir ünlem koymamızı gerektiriyor.
Saldırının oluşturduğu atmosfer içinde, Müslümanlar bile sokaklara çıkıp, “Ben Charlie Hebdo’yum” deme noktasına geldi, getirildi. Yani kendi kutsal değerlerine söven bir yayın organını sahiplenmek zorunda bırakıldılar. Saldırı, bu yönüyle de bana çok dikkat çekici geliyor.  
Son dönemlerde Fransa’nın, Rusya ve Türkiye ile bir yakınlaşma çabası içinde olduğu görülüyordu. Eğer bir komplo teorisi üreteceksek; bu olay ile Fransa’yı İslâm karşıtı, Doğu karşıtı bloğun saflarına mı çekmeyi amaçladılar sizce?
Tabiî ki işe düz mantık ile bakacak olursak; “Fransız Parlamentosu Filistin’i devlet olarak tanıyan bir karar aldı. Dolayısıyla bu olayı da İsrail planladı” diye düşünenler de çıkabiliyor. Aslında uluslararası ilişkilerde de, Ortadoğu’daki ilişkilerde de bir olayı birden fazla yolla izah edebilirsiniz. Ancak dediğim gibi ben bu olayın zamanlamasını manidar buluyorum ve komplo teorilerine girmekten çok, olayın sonucunun değerlendirilmesi kanaatindeyim.
Müslümanlar açısından bakıldığı zaman bu olayın sonucu nasıl değerlendirilmeli?
Gelinen noktada, bu saldırı, biz Müslümanları, “Bu adamlar bu karikatürleri yayımlayarak yanlış yapmışlardır”  bile diyemez duruma getirdi. Çünkü adamlar öldürüldü ve ‘mazlum’ durumuna geldiler.
Bu karikatürlerin ifade özgürlüğü ile bir ilgisi var mı ya da Cumhuriyet Gazetesi’nin bunu yayınlaması ifade özgürlüğü ile ne kadar bağdaşır?
Bugün dünyanın hiçbir yerinde sınırsız bir ifade özgürlüğü yok. Mesela Fransa’da Yahudilerle dalga geçtiğiniz zaman ifade özgürlüğü bitiyor, Fransa’nın devlet sırrı niteliğindeki bilgilerini kamuoyu ile paylaştığınız zaman ifade özgürlüğü bitiyor. Bu durum ABD’de de, İngiltere’de de böyle. Sanki tüm dünyada sınırsız bir ifade özgürlüğü varmış da sadece Müslümanlar buna katlanamıyormuş gibi bir algı yaratılıyor. Aslında Charlie Hebdo, Hıristiyanlardan da oldukça tepki gördü, çünkü onlarla da dalga geçiyorlardı; mesela Papa bile “anneme tokat atarsan dayağı yersin” dedi. Bu, bir Müslüman’ın vereceği tepkiydi aslında.
Müslümanların vereceği tepkiye misalen; geçenlerde Fatih Camii önünde bir eylem oldu, o eylemde “sizin sınırsız ifade özgürlüğünüz varsa bizim de sınırsız eylem yapma özgürlüğümüz var!” pankartı açıldı ve bu en azında Müslüman hissiyatını yansıtmaz mı? Bizim anamızdan, babamızdan çok değer verdiğimiz Peygamber Efendimiz’e (SAV) dil uzatanlara bir kin, nefret ile bakarız hâliyle…
Elbette Paris’te yapılan saldırıyı olumlu karşılayan, doğru bulan gruplar da var İslâmi camia içinde. Bu yönüyle, birilerinin çıkıp, kızgınlıkla saldırıları benimsemesi ve desteklemesi de normal. Ama bu tavır, sonuca etki etmiyor maalesef.
Batı Müslümanlara karşı her türlü iğrençliği yaparken biz tepkisiz mi kalacağız?
Şimdi burada söylediklerim hiçbir tepki verilmesin mânasına da gelmemeli. Bir tespit olarak söylüyorum: Böyle olaylarda verilen tepkilerin aşırılığı, “Her ağzını açanı öldürelim” gibi bir durum ortaya çıkıyor ve bu da İslâm Dünyası’nın imajını oldukça zedeleyen bir durum; anlatmak istediğim budur esasında.
Ortadoğu’ya gelirsek, I. Dünya Harbi’nden sonra bilindiği gibi bu bölgede suni sınırlar ile Müslümanlar birbirinden koparıldı, yeni bir düzen oluşturuldu ve bu düzen çerçevesinde devletlerin başlarına da diktatörler yerleştirildi. 2010 itibariyle bu coğrafyada bir takım sosyal hareketlere şahitlik ettik. “Arap Baharı” olarak tanımlanan bu hareketleri sonuç itibariyle nasıl değerlendirebiliriz?
Arap Baharı hakkında genel itibariyle iki tanım yapıldı. Birinci bakışa göre, bu eylemleri ABD önceden planlamıştı; ikincisine göreyse bu eylemler tamamıyla halk iradesince gerçekleştirildi. Bence iki görüş de yanılsamaydı. İlk olarak, “ABD her şeyi dizayn etti, her şeyi planladı” diye düşündüğünüzde bir Müslüman olarak bu, imanınızla çelişir. Çünkü öyle bir ABD portresi çiziliyor ki; her şeyi gören, duyan, bilen, takdir eden vs… Bu Rabbimize yakıştırdığımız sıfatları ABD’ye yakıştırmak oluyor ve kökten yanlış bir yaklaşım. Öteki yandan da “halk iradesine sahip çıktı” gibi söylemler bulunuyor; mesela, “Mısır halkı iradesine sahip çıktı” gibi söylemler de sahadaki durumla birebir örtüşmüyor. Çünkü tüm dünya Tunus’u izledi “acaba ne olacak, yerine ne gelecek?” gibi endişeler içerisinde olayları takip ettiler ve olaylar Mısır’a, Suriye’ye sıçradığı zaman dış ülkelerin istihbarat birimleri, dışişleri bakanlıkları durumu çözmüşlerdi zaten. Mesela Tahrir Meydanı gibi önemli bir yerde Mübarek’i devirmeye yönelik eylemler olduğunda ABD Büyükelçiliği de buna “hayırlı olsun” demez, duruma uygun strateji geliştirmeye başlar hemen. Yani bu anlamda hayalci de olmamak lazım. “Olaylar nereden başladı, kim başlattı?” gibi sorular sık sık yöneltiliyor bana. Bölgede on yılların biriktirdiği sıkıntılar vardı, bu olaylar elbette ki patlayacaktı…
Bir de olayları biri başlatmış da olsa, bir raddeden sonra başlatan da dizginleri tutamaz, öyle değil mi?
Tabiî ki bunu halk da tutamaz, başlatanlar varsa onlar da tutamaz. Mesela “her şeyi ABD kontrol ediyor” deniliyor ama ABD’nin inisiyatifi dışında gelişen onlarca olay var bölgede. Bir de Arap Baharı’nda olayları sürükleyebilecek nitelikte bir lider yoktu bölgede. Mesela Suriye’de en büyük eksiklik hâlâ o. Halkı peşinden sürükleyebilecek bir lider yok ortada. Bu durumda da olayın bir çığ gibi büyüyüp gittiğini ve çoğu zaman da çevresine zarar verdiğini hele hele şu anda olaylara “bahar” diyemeyeceğimizi görürüz.
Bu süreç sonunda Türkiye’nin bölge ülkeleriyle arasının önceki duruma göre çok daha kötüleştiğini gördük.
Bugünlere bir günde gelinmedi. Mesela bugün Sisi ile aranızın iyi olması demek Müslüman Kardeşler’e yapılan haksızlıkları onaylamanız demek olur.
Aslında Sisi ile aranızın iyi olması demek Mısır Halkı ile aranızın kötü olması demek…
Şimdi bizim “halk” dediğimiz nedir, hangi kesimdir buna bakmak lazım. Örneğin Mısır halkı orduyu seven bir millet ve İhvan’ın halktan gördüğü destek % 25-30 dolaylarında; dolayısıyla burada bizim kıstasımız halksa, halkın büyük çoğunluğu Sisi’yi istiyor, seviyor maalesef.
Türkiye yalnızlaşmamak için dış politikada ne gibi adımlar attı?
Türkiye adım atarken ilkesel davranmasaydı, mesela “başa kim gelirse gelsin ben bununla çalışırım” deseydi ortaya daha faydalı bir tablo çıkabilirdi. Bir de Türkiye bazı fırsatları da yakalayamadı. Bu durum Türkiye’nin bölgeye hâkim eleman ve yetişmiş kadro eksikliğinden kaynaklandı. Mesela Suriye politikasında birtakım hatalar oldu, bunu dışişleri bakanıyken Ahmet Davutoğlu da söylemişti: “Bir takım yanlış değerlendirmelerimiz olmuş olabilir” diye. Tabiî ki burada tüm sorumluluk Türkiye’ye ait değil. Bölgeye Rusya ve İran’dan beklenmeyen derecede destek geldi ve bu tahmin edilemeyecek bir şeydi. Mesela İran ile bizim aramız çok iyi, ama Suriye ile İran’ın arası bizden de iyi. Bu anlamda bazı ilişkileri Arap Baharı’yla fark etmiş olduk, bu normal bir şey. Bundan sonra, bölgeye dair algılarımızın daha gerçekçi hale gelmesine yardımcı oldu yaşananlar.
Türkiye’nin Suriye ile komşu olması dışında, Suriye’ye bu kadar önem vermesi ve olayların bu kadar içinde olmasının başka sebebi var mıdır? ABD’nin Irak müdahalesi sonrası Türkiye’nin güneyinde bir Şii eksenin oluştuğunu görüyoruz. Suriye’de Sünnî bir yapının yönetime gelmesi midir Türkiye’nin amacı?
Bizim Suriye ile olan ilişkimiz mezhepler arası ilişkiden çok daha farklı. Eğer dış politikamızda Sünnîlik diye bir kıstas olsa bugün İran’la aramız bu kadar iyi olmazdı, yaşanan tüm olaylardan sonra aramızın bozulmadığı tek ülke İran.
Her devletin bir hinterlandı vardır, sizce Türkiye’nin hinterlandı Ortadoğu değil mi?
Ben Balkanlar olduğunu düşünüyorum; genel kanının tam zıddına. Türkiye’nin kendini en rahat hissettiği ve hareket ettiği bölge Balkanlar.
Ortadoğu’da yeni bir dizayn yapıldığını görüyoruz; bu dizaynda temel aktörler kimlerdir sizce?
Ortadoğu neredeyse her yüzyılda sarsıntı ve dönüşümlere şahit olmuştur. 1916-17 yıllarında Osmanlı’nın yıkılış süreciyle değişen Ortadoğu’daki sistem, 2000’li yılların başlarında tekrar sarsılmakta gördüğümüz gibi. Ama bana kalırsa pek de değişen bir şey yok. Bölge ülkelerinde her zaman ABD’nin hâkimiyeti olduğundan söz edilir; ancak sahadaki asıl güç İngiltere’dir. 1971’lerde Katar, Bahreyn, BAE gibi körfez ülkeleri bağımsızlığını kazandığı zamandan beri orada bir İngiliz etkisi hâlâ mevcut. Şu anda ABD, körfezde geçici bir üstünlüğe sahip; ama sahada istihbaratıyla, dışişleri uzmanlarıyla ve diğer unsurlarıyla hep İngiltere var. Dolayısıyla ben bir değişim göremiyorum.
Bölgede yükselen ciddi bir Şiî-Sünnî gerilimi var. Hizbullah’ın 2006 yılında Lübnan’da İsrail’e karşı gösterdiği direniş Sünnî-Şiî farkını ortadan kaldıran bir etkendi, insanlar Nasrallah’ın posterlerini evlerine astılar. Onun Şiî olduğunu hiç düşünmediler. Tabiî Arap Baharı’yla birlikte kimin, neye, nasıl direndiği de ortaya çıktı. “Ulus devletlerden kaynaklanan bir menfaat mi; yoksa kendi menfaatine rağmen İslâm Dünyası’nı savunmak mı?” diye zor bir ikilem ortaya çıktı. Irak ve Suriye’de IŞİD üzerinde ortaya çıkan gerilim artık Şii ve Sünnî dünyaları net şekilde birbirinden ayırmaya başladı. Bölgede liderler gelip gidicidir, bu bakımdan dengeleri analiz edebilmek için halka bakmak lazım. Burada hem sosyolojik, hem de dinî durumlar baz alınmalıdır. Demek istediğim yüzyıl sonra durumlar oldukça farklı olacak İslâm dünyasında.
Son zamanlarda çokça sözü edilen Müslümanların birlik olması durumu var. Müslümanların bu meselede bir cehdi, bir hamlesi var mı, bu mümkün mü?
Bence Müslümanların birlik olması günümüzde oldukça zor gözüküyor. Zaten tarihe de baktığımızda ne zaman bir olabilmişiz ki? Tarihte de buna dâir bir emare göremiyoruz. Ancak Ehl-i Sünnet bazında yorumlarsak, ortaya güçlü bir adam çıkacak ve diğerlerini bastıra bastıra, gücünü kullanarak Müslümanları birleştirecek. Hep böyle olagelmiş. Şu anda öyle bir adam yok. “Müslümanlar akıllanacaklar, birleşecekler” gibi söylemler tamamen ütopik söylemlerdir. Bugün IŞİD’in ortaya çıktığı topraklar, geçmişte Hariciler’in ortaya çıktığı topraklar. Şaka değil, tesadüf  de değil. Bugün Şam-Bağdat çekişmesi aynı zamanda geçmişte yaşanmış bir çekişmeden geliyor. Tarihin ameliyat noktaları, hâlâ dikişlerden patlıyor. Mesela Suudiler petrol fiyatlarını olduğunca aşağıya çekiyorlar, sırf  İran’ı vurmak için, başka hiçbir sebebi yok bunun… 
İran'ı mı yoksa Rusya’yı mı vurmak için?
İran-Rusya beraberler bugün. Zaten Rusya elinde ciddi bir doğalgaz kaynağı barındırıyor, bu açıdan Rusya çok daha önemli kozlara sahip. Dolayısıyla asıl hedef İran’dır. Mesela bugün Suriye Suudiler ile İran arasında bir pinpon masasına döndü. Aynı şekilde Yemen de öyle.
Peki, bu kavga nasıl sonuçlanacak?
Bunu söylemek çok zor... Mesela biz şu anda konuşurken bir saldırı olmuş olabilir, bir suikast haberi düşebilir vesaire… Arap Dünyası hakkında ileriye dönük bir şey söylemek oldukça zor... Tabiî ki bazı göstergeler var, mesela su kaynakları etrafında bir takım çekişmeler, petrol üzerinden yaşanan kavgalar... Tabiî ki bunların Müslümanlar arasında yaşanıyor olması oldukça üzücü…
Bir de “fikri birlik” sağlanmadan bu savaşın bitmesi, birleşmeye dönük hareketlerin olması çok zor görünüyor…
Fikir birliği çok zor ne yazık ki... Arap Baharı fikir birliğiyle mi ortaya çıktı? Araplar, “Ben de Twitter’e gireceğim”, “Ben de refahtan pay alacağım”, “Ben de iyi yaşayacağım” dediler. Arap Baharı’nda müthiş bir İslâmî canlanma, hareketlilik ortaya çıkmadı. Arap Baharı bu gibi basit isteklerden ibaretti. Arap Baharı tamamen bu ekonomik ve psikolojik arka plan eşliğinde gerçekleşti. “Arap Baharı’nı halkın bütün kesimleri ve ortak iradesi başlattı” diyemeyiz. Mesela Tahrir Meydanı’na insanları dökenler solcular ve liberallerdi başlangıçta; 90 milyonluk ülkede 1 milyon insanın başlattığı bir hareketlenmeden söz ediyoruz. Müslüman Kardeşler bile “acaba ne olacak” diye bir kenarda bekledi.
Bir de İhvan’ın iktidara gelmesi kendilerinin de beklemediği bir durumdu ve hazır da değillerdi.
İktidara gelebileceklerini ummuyorlardı, olaylar bir anda gerçekleşti. Mesela Mursi’nin cumhurbaşkanı seçildiği seçimlerde, Ahmet Şefik’in seçimleri kazandığı, fakat ordunun küçük bir farkla bu işi Mursi’ye ihale ettiği çok ciddi olarak söylenen bir şey. Ülkenin devasa sorunları vardı, bunu hazırlıksız bir ekibin de çözmesi imkânsız olduğundan, bir sene sonra ordu “beceremeyeceksen çekil” dedi ve darbe yaptı.
Bölgeyle yakından ilgilenen bir insan olarak, bölge insanının Türkiye’ye bakış açısı gözlemlerinize göre nasıl?
Tabii ki bir sempati var bize karşı. Ama Osmanlı’nın kılıçla girdiği noktalarda duygular tamamen bıçak sırtıdır. Osmanlı’nın kılıçla girmediği İslâm Ülkeleri’nde Türkler çok sevilir. Yönetici, yönetilen ilişkisinin klasik tezahürleridir bunlar… Yavuz Sultan Selim, ilk önce Dulkadiroğulları’nın ortadan kaldırır; sonra Suriye, Hicaz ve Yemen’i kılıçla alır. Mısır ve İran da aynı şekilde kılıçla alınır. Bu o dönemin jeo-stratejik zorunluluğudur. Bu bölgeler Osmanlı’nın güçlü zamanlarında elinde tutabildiği bölgelerdir; ama zayıflama dönemlerinde de ilk isyanların patlak verdiği yerler kılıçla alınan bu bölgelerdir. Yani bakıldığında bölge, Osmanlı’ya pamuk ipliğiyle bağlıydı zaten... Mesela bugün biz Mısır’a gidip “biz geldik” desek, insanlar “Türkler geldi” diye düşünmez, “Osmanlılar geldi” diye düşünürler. Bu minvalde mesela Mısır ile ilişkilerimizde hâlâ bunun izleri var.
Bu söyleşi için teşekkür ederiz
Ben teşekkür ederim.