Ülkede siyasi hava birden ısındı; bir başbakan değişimi meydana geldi. Ahmet Davutoğlu ayrıldı, yerine Binali Yıldırım geçti. “Niçin Binali Yıldırım?” sorusuyla başlayalım isterseniz. Birçok alternatif varken neden Binali Yıldırım tercih edildi?
Sığ bir bakış açısıyla soruyu ele aldığımızda, “Cumhurbaşkanı, Davutoğlu ile anlaşamıyordu, Binali Yıldırım ile daha iyi anlaşacaktır, o yüzden tercih etti” gibi bir değerlendirme doğru olabilir. Ama bu çok basit bir değerlendirme olur. Neden uyum arandı? Bu kısma biraz bakmak lazım.
Yahut nerede uyumsuzluk yaşandı?
Evet, niye uyumsuzluk vardı ve uyumdan amaç ne? “Ben ne dersem onu yapan bir başbakan olsun” beklentisi mi var acaba? Buna bakmak lazım. 21 ay önceki döneme gittiğimiz zaman Sayın Erdoğan’ın şunu çok net ortaya koyduğunu görüyoruz: Siyasî tarihimizde Yıldırım Akbulut diye bir tecrübe vardır. Böyle bir tarzı arzu etmediğini ortaya koymuştu Sayın Erdoğan. Gerçekten böyle bir düşünceyle uyumlu değişimin yapıldığını düşünürsek, o zaman şunu sormamız lazım; “niye aynı tercihi yapmadı?” Şunu da diyemeyiz “herhalde o zaman Davutoğlu’nu tanımıyordu, şimdi daha iyi tanıdı”. Bunu diyemeyiz, çünkü Davutoğlu’nu iyi tanıyordu. Sonuçta daha önce dışişleri bakanlığını, danışmanlığını ve büyükelçiliğini yaptı vesaire. O zaman burada farklı kriterlerin olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu, “bugün Türkiye Kurtuluş Savaşı yıllarından çok farklı bir dönemde değil” diye değerlendiriyorum. Mücadelenin şekli farklı olabilir ama esas itibariyle aynı durumdayız. Bunu fırsat buldukça her yerde dile getiriyorum. Dolayısıyla mesele, “beni anlayan, beni dinleyen birisi olsun”dan daha öte bir anlam kazanıyor… Sayın Erdoğan’ın şahsî tavrı, kendine has tarzı ve üslubu olabilir. Bazı kesimler “diktatör” gibi yorumluyorlar; ama bu çok sığ bir yorumlama. Şuraya gelmek istiyorum; insanlar ferdî olarak farklı mizaçlara sahip olabilir. Bu ölçü değil. Genel itibariyle uyguladığı politika, duruşu, mücadelesi ve Türkiye’nin sahnesine çıktığı zamandan bu yana bakarak şu sorunun cevabını bulmak lazım: “Erdoğan nerede duruyor?” Biraz önce, Kurtuluş Savaşı yıllarındayız diyerek bir çerçeve çizdik. O zaman bu dediğimiz mücadelede kişinin bulunduğu nokta çok önemli. Buradan baktığımız zaman ben şunu söyleyebilirim; bugün Sayın Erdoğan, Türkiye’nin millî ve manevî değerlerini muhafaza ve müdafaa etme noktasında belki de en çok gayret eden kişidir. O zaman bu tercihleri, bu “zorlama” diye nitelenen şeyleri bu açıdan değerlendirmek gerek diye düşünüyorum.
Şöyle de bir algı var; bütün meseleler Erdoğan’ın şahsî bir meselesiymiş gibi görülüyor, ona irca ediliyor. Nedense bu algı da bir türlü değiştirilemiyor. Bu konuda ne söylemek istersiniz?
Az önce kısaca değindik: Sayın Erdoğan’ın bu kadar yıllık siyasetçi olmasına rağmen, hala o samimi duruşunu değiştirmemesi, öyle düşünenlere bir miktar malzeme vermiş gibi duruyor. Yani o içi dışı bir oluşu, açık sözlü olması, bu tür yorumlara malzeme oluyor. Bunlar aynı zamanda çok ucuz yorumlar… Biraz daha derine indiğimiz zaman şunu görmemiz gerekiyor; bugün Erdoğan, Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflamasından bu yana, kimin hem Osmanlı hem de Türkiye ile hesabı varsa dünya üzerinde, hepsinin tekerine çomak sokmuştur. Bunu “one minute”da görebiliriz. Bu bir slogan ve ifadeden ibaret bir şey değil… Erdoğan yıllardan beri Türkiye’nin üzerinde hangi oyun varsa meydanlarda bunu açık ediyor. Bu oyunların büyük bir kısmı ifşa olmuş durumda. Bu tamamen önlenmedi. Doğu ve Güneydoğu’da PKK ile mücadele ediyoruz. Aslında biz sadece PKK ile mücadele etmiyoruz, yedi düvelle mücadele ediyoruz. Ekranda göründüğü gibi PKK değil. Eskiden PKK’nın kullandığı bir argüman vardı, “Kürt halkının menfaatlerini koruyoruz” diye ifadeleri vardı. Kürtlerin oradaki mağduriyetlerini öne sürüyorlardı, ki bu biraz da gerçekti. O zamanki uygulamalarda bu mağduriyetler vardı.
Ama bugün masaya oturduklarında, kadın haklarından başka ortaya koyabilecekleri bir şeyleri yok.
Yanlış anlaşılmasın, terör hiçbir şeyin gerekçesi olamaz; ama PKK’nın o zamanlar bir inandırıcılığı vardı. Şimdi böyle bir şey yok. O zaman niye hala savaşıyor PKK, bunu düşünmek lazım. Çünkü PKK kendisi için falan savaşmıyor, hep böyleydi bu. Öbür her şey onun için bir malzemeydi.
Konuyu dağıtmadan şunu da ilave edelim: Geçtiğimiz günlerde Hakkari’de helikoptere atılan füze... Helikopterin düşmesine sebep olan silah, kaçakçılık piyasasında olan bir silah değil. Devletler eliyle dağıtılan bir silah...
Sadece o değil. Biz manşet yaptık gazetede. Amerika Başkonsolosluğu yalanladı hatta. İki gün sonra da Sayın Erdoğan bizim manşetimizi doğruladı. Hatırlarsanız o hendeklerden birinde, insansız hava aracı ele geçirilmişti. Bu tür silahlar Türkiye Cumhuriyeti’nin parasını peşin bastığı halde, almakta zorlandığı silahlar. Kırk soru soruyorlar, “kime karşı kullanacaksınız, insan hakları, vesaire”. Ama bir terör örgütünün hendeğinde bulunuyor bunlar. Dolayısıyla her türlü malzemeyi vererek Türkiye’ye karşı savaştırıyorlar. Otuz yıldır kullanıyorlardı bunu. Yani 1980 öncesinde, üniversite yıllarımdır, başka argümanlar kullandılar, sağcı-solcu diye ikiye bölerek. Türkiye’de yaşayanlar şunu karıştırıyor bilerek yahut bilmeyerek; Türkiye, İskandinav ülkeleri gibi, İsviçre gibi bir ülke değil. Tabiri caizse, orduyu beslemesine bile gerek olmayan bir ülke değil. Erdoğan, “çok değerli bir ülkede yaşıyoruz, ama bin yıldan beri biz bunun faturasını ödüyoruz” demişti. Onun için burası herkesin kendi haline bırakacağı bir yer değil. Eskiden komünizm, ülkücülük kullanıldı, şimdi Paralel ve PKK kullanılıyor. Bilmiyoruz yarın ne çıkacak. Sürekli argümanlar değişti. Şimdi de bu argümanlar içeriye sıçramış durumda. Bugünkü yapılan tercihleri bu bahsettiklerimize bakarak değerlendirmek lazım.
Başbakan ve hükümet değişmesi, başta dış politika olmak üzere ne gibi yenilikler getirecek? Geçtiğimiz günlerde katıldığınız televizyon programında bir demeciniz vardı “Mısır ve Suriye politikalarında değişim yaşanabileceğini” söylemiştiniz.
Sayın Binali Yıldırım’ın öyle bir mesajı var. Şimdi şöyleydi o, deminden beri bulunduğumuz konum ve coğrafyayı konuşuyoruz. Zaten etrafımıza baktığımızda bunları anlamak için dışişleri uzmanı olmak gerekmiyor. Dört tarafımızdan sınırlarımıza dayanmış durumda zorlamalar.
Hatta sokaklarda bile yaşanıyor bahsettiklerimiz.
Buna rağmen şükürler olsun ki ülkeyi yönetenlerin sağduyusu var. Dört tarafımız kuşatılmış durumda… Buna rağmen hâlâ ülkede bir huzur ortamı var. Hala da çöl içerisinde bir vaha gibi bu ülke... Bu çok değerli bir şey; Allah korusun, bunu ancak kaybedince anlarız. Bunu anlamak için Suriye’ye bakmak yeterli. Böyle bir bölgede yaşıyoruz. Türkiye’nin Suriye ve Mısır politikası sürekli eleştiriliyor. Siz bir kere ne olursa olsun, ülkeniz dışındaki gelişmelerin tamamını, kendi menfaatleriniz doğrultusunda yönlendiremezsiniz. Buna ancak gayret edebilirsiniz, bunları şekillendiren bir sürü parametre var. Burada sizin nerede durduğunuz çok önemli. Mesela Suriye, Mısır, hatta İsrail konusunda Türkiye’ye baktığımızda son derece onurlu ve son derece tabanı olan bir tutum ortaya koyduğunu düşünüyorum. Suriye’de biz insanlığın onurunu tercih ettik. Mısır’da demokrasiyi tercih ettik. Ama bizim arzu ettiğimiz yönde gelişmedi olaylar. Hatta Türkiye bu tavrını, kendi ulusal çıkarlarının aleyhinde olacağını bile bile kabul etti. Düşünün bir yerde darbe oluyor, sizin için çok önemli bir ülke. Darbe olmuş. Kendi ulusal çıkarlarınızı tercih etmek isterseniz, “giden ağam, gelen paşam” deyip diğer ülkeler gibi kol kola girersiniz olur biter. Ama Türkiye ulusal çıkarlarını hiçe sayarak, “bu darbedir” dedi. Ama dediğimiz gibi, bilhassa Amerika başta olmak üzere Avrupa’nın desteğiyle bu böyle sürüyor. Suriye’de Türkiye başından beri sırf insan onurunu dikkate alarak, insanların yanında yer almıştır. Siz dış gelişmelerde çok doğru bir noktada olsanız bile, istedikleriniz olmayabilir. Bu sizin elinizde değil… Bir diğer husus da dış politikada bir kere bir şey söyleyince bir daha oradan hayatta dönülmez diye bir şey olmaz. Dış politika kompleks ile yürümez. Biz bir kere “Esed ile bu iş olmaz” dedik. Bir daha Esed ile ilişki kurmaya kalkarsak, bu komplekstir işte. Dış politikada ülkenin menfaatleri esastır ve sizin duruşunuz önemlidir. Tamam Türkiye elinden gelen gayreti sarf ediyor Suriye için ama Suriyelinin nihai huzuru yaşanabilir bir Suriye’nin gerçekleşmesinden sonradır. Bunun için uğraşmak gerekir, Suriyeliyi burada beslemekle bu iş olmuyor.
Suriye meselesi etrafında bir hadise yaşanıyor, beş ülke aynı yerde duruyorsunuz, dördü kayboluyor ve biri tek başına kalıyor orada. Bir şey yapmanıza da müsaade etmiyor o dördü.  
Dış politika da yaşayan bir süreçtir, bir organizmadır. Gelişmelere göre siz de durumunuzu güncelleyebilirsiniz. Bunlar nasıl yapılır? İşte bu tür görev değişiklikleri bir manevra alanı sağlar size. Dolayısıyla görev değişikliğiyle beraber dış politikada değişimden doğal bir şey olamaz. 
Mısır meselesinde Türkiye’nin bu kadar karşı çıkmasının sebeplerinden biri de acaba şu mudur; Türkiye ile Mısır çok yakınlaşmıştı. İki ülkenin bu yakınlaşma dolayısıyla bir hesapları vardı. Bu hesap bozuldu diye mi acaba?
Doğru ama tek ölçü o olsa, yürüyen otobüse binersiniz; “geçmiş olsun Mursî” dersiniz ve diğerleriyle aynı ilişkiyi kurmaya çalışırsınız. Zaten böyle bir harekette bulunursanız o yönetim Türkiye gibi bir ülkeyle ilişki kurmak için can atar. Zor değil aynı şeyi sürdürmek.
Sizin de bir gazetenin genel yayın yönetmeni olmanız hasebiyle şunu sormak istiyoruz; Suudi Arabistan’da bir İslâm Ordusu tatbikatı gerçekleştirildi. Çok da büyük bir tatbikattı. Buna mukabil bu Türkiye’de gündem olmadı. Sanki alelade bir şey varmış gibi orada. Hâlbuki hilafetten beri İslâm ülkelerini bir araya getiren, bir payda, bir faaliyet; önemli bir şeydi. Bu konu neden gündeme gelmedi, manşetlerde de olmadı?
Sorunuzu bir tek cümle ile cevaplamanın mümkün olduğunu sanmıyorum. Zaten medyamızın bir kısmını bu dediğiniz şeyler çok da fazla ilgilendirmiyor. Bahsettiğiniz şey çok önemli. Ben bununla alakalı birkaç yazı yazdım, Papa ile Patrik’in Küba’da bir araya geldiği zaman. Yazımda İslâm Birliği’nden bahsetmiştim. Bu çok önemli bir konu, hilafet kaldırıldı.
Hilafet demek siyasî bir müessese zaten…
Bu da istismar edilen bir şey; “bir halife olsun başımızda, bütün şeyleri o denetlesin” anlamına gelmiyor zaten hilâfet. Bu önemli bir şey, İslâm coğrafyasının yaşadığı şeylerin izahıdır bu konu. Çünkü başıboş kalmıştır İslâm coğrafyası. Ferdîleşmiş, sahipsiz kalmıştır. Dolayısıyla çıtır çıtır yiyor diğerleri de. Öbür taraftan tahrif edilmiş, değiştirilmiş doğruluğu kalmamış Hıristiyanlık Papa-Patrik gibi bir şey altında toplanabiliyor. Bunlar bu birliği siyasî anlamda kullanıyorlar. İslâm Hakk din olmasına rağmen biz bu şeyi kuramadık. O bakımdan bu yöndeki her adım çok önemli. Zaten bu tatbikat bazılarını çok da fazla ilgilendirmiyor. Geriye kalanımız, bu konuya alaka duyanlar yani biz, muhtemelen o kadar hızlı ve keskin bir şey yaşıyoruz ki, Türkiye’de bir gün önce attığımız manşet sonraki gün geçerliliğini kaybediyor. Çünkü bir şey oluyor, ondan sonraki gün ondan çok daha üst seviyede bir şey geliyor. Bir de hükümet değişikliği vesaire derken, bu mesele biraz iç sayfalarda kaldı.
Yine medya ile alakalı soruyla devam edelim. Türkiye’de medya iktidar yanlısı ve muhalif olmak üzere iki kampa ayrılmış vaziyette. İktidardan yana olan medyanın rolü, yalnız hükümeti karşıdaki muhalif medyadan korumak mıdır yoksa ön açıcı, çıtayı daha yukarı taşıyıcı, iktidarı da peşinden gitmeye zorlayıcı, aydın ve vizyon sahibi rolünde mi olması gerekir? Bu vaziyet hakkında ne söylemek istersiniz?
Her iki tarafın da böyle bir fonksiyon üstlendiğini söylemek çok zor… Başta da bahsettiğimiz bir realite var, gerçekten Türkiye’de bir savaş var. Bu ayrışmanın asıl sebebi de bu aslında. Zaten iktidar yanlısı ifadesini kullandığınız zaman şu algı ortaya çıkıyor “bir kesim var iktidarın nimetlerinden istifade ediyor, bir de karşı kesim var” bunu çok ciddi anlamda tartışmak lazım. İktidar yanlısı olarak isimlendirilen medya bu tutumuyla bahsettiğimiz menfaatler doğrultusunda ne kazanıyor ve ne kaybediliyor. Bu hiç tartışılmıyor; çünkü buna hiç sıra gelmiş değil. İşte “iktidara yakın olduğu için filan yere adam atamak, filan yerden bir tane daha fazla bir şey almak” bunlar çok cüzi şeyler. Aslına baktığınız zaman peşinden çok büyük mağduriyetler getiriliyor. Nasıl ki, Sayın Erdoğan gibi bir isim mağdur duruma düşürülebiliyorsa, bu medya çok daha fazla mağduriyet yaşıyor maddî ve manevî. O bakımdan başka bir şeyde aramak lazım bu ayrışmayı. Yani “birileri iktidarın imkânlarından yararlanıyor, yandaş olmuş. Diğerleri de yararlanamadığı için muhalefet olmuş”; bu kadar ucuz değil. Başka bir şey var. Savaş burada da devam ediyor. Dolayısıyla medyanın ileriye dönük ne yapması gerektiği vesaire artık hepsi bir kenara bırakılmış durumda. Savaş burada da sürüyor.
Kavga var, yani.
Elbette. Siz de bu ülkede yaşıyorsunuz. 7 Haziran öncesinde bir sözleşmeyle imzalanmış bir koalisyon değil ama şöyle bir şey yapıldı; bu ülkede hizmet için kurulduğunu iddia eden ve yıllar boyunca bir ur gibi sömüren kesim, Paralel’den başlayan, CHP, HDP, hatta ve hatta bütün siyasî mücadelesini terörle mücadele üzerine kurmuş olan MHP, hepsi işbirliği yaptı. Bu adı konulmuş bir koalisyon değildi. Fakat MHP’nin herhangi bir seçim meydanında HDP’yi ve Demirtaş’ı ciddi anlamda eleştirdiğini gördünüz mü? Mesela Paralel Yapı’nın çok yoğun bir şekilde HDP’yi desteklediğini biliyorum. Bunu siz de biliyorsunuz. Daha da ötesi 7 Haziran seçimleri öncesinde “başı örtülü” ablaların gidip “HDP’ye oy vermezseniz, çok büyük vebal altına girersiniz” diye oy toplattıklarını biliyoruz. Nişantaşı’nda Beyaz Türkler denen muhalif medya, kendilerini “iktidar yandaşlarına karşı erdemli bir savaş” verdiğini düşünen kesim canla başla HDP’yi desteklemedi mi? Neydi buradaki amaç? “Bugün bir yoğun terör var veya o dönemde bir çatışmasızlık vardı, terörün tamamen ülkenin gündeminden düşmesi için mutlaka HDP’nin meclise girmesi ve mecliste HDP’nin öncülüğünde teröre siyasî çözüm bulunması gerektiğini” söylediler. Bunu onlar ifade etti, doğru mu?
Evet.
Halk buna inandı ve bugüne kadar hiç %6’nın üzerine çıkmayan bir partiye %13 oy verdi. Ne oldu peki? Öyle bir şey olmadığını gördük biz. Bu bir algı operasyonuydu. Paralel Yapı’nın HDP ile ne işi olabilir? Nitekim şimdi daha çok MHP ile ilgileniyor.
Aslen de biraz ırkçıdır Cemaatin başındaki şahıs.
Evet. Nişantaşı’nın ne işi olabilir HDP ile? Şimdi niye desteklemiyorlar. Demirtaş’ı kullanıp kullanıp attılar çöpe. O zaman AK Parti’yi düşürmenin tek bir yolu vardı; dördüncü bir parti meclise girerse, ancak o zaman AK Parti düşüyordu. Dolayısıyla böyle bir ortamda siz bu oyunu görüyorsanız, ki görmemek mümkün değil, siz bu yapılanların ülkenin geleceğine büyük bir darbe olduğunun farkındaysanız sizin de bir yerde konumlanmanız lazım. Önemli olan bu olup biten karşısında durmaktır. Bunun öncesi de var; Gezi’ye de gidin. İsimler değişebilir ama meseleler aynı… Kurtuluş Savaşı’na kadar gider bu. Ülkenin ve milletin düşmanı var, siz bu oyunu görüp konumlanacaksanız. Hakikaten neye göre, niçin, nerede konumlandığınıza bakmak lazım. Ne yaptığınızı bilerek konumlanmışsanız, ister “yandaş” ister “hükümet yanlısı” desinler. Ne derlerse desinler. Bu ayrışma buradan kaynaklanıyor zaten. Yoksa biz bu arkadaşlarla beraber yıllarca aynı ortamlarda bulunup aynı mesleği yürüttük. Bugünkü gelinen noktanın sebebi başka... O zaman şunu sormak gerekiyor; isterseniz yandaş deyin, isterseniz hükümet yanlısı deyin. Bizim yerimiz bu… Peki, siz kimin yandaşısınız, siz kime hizmet ediyorsunuz, sizin varmak istediğiniz hedef ne? Oraya bakmak lazım… O yüzden diyorum işte, “hükümetin nimetlerini kullanmak” falan meselesi değil. Bugün şu tartışılabilir; hükümete karşı olan özel sektörden tutun da nereye bakarsanız bakın, onlar bu tutumuyla çok daha büyük menfaatlere kavuşuyorlar.
Sermayenin hâlen hükümet karşıtlarının elinde olması...
Evet. Hatta şunu söyleyeyim; o kesimlerin yanında olan kurumların ve bilhassa bireylerin büyük çoğunluğu bugünkü ortamda hala genel anlamda maddî menfaatin orada olduğunu gördüğü için oradalar. Bu gazeteci olabilir, işadamı olabilir, bir öğretmen olabilir. Mesele buysa eğer…
Teşekkür ederiz, vaktinizi aldık.
Estağfurullah, ben teşekkür ederim.
 
Baran Dergisi 490. Sayı