Son kuşakla önceki kuşak arasında bir uçurum gözlemleniyor. Burada bir kuşak çatışmasından bahsedilebilir mi?
Toplumlar, genelde genç kuşaklarını geleceğin umudu/teminatı olarak değerlendirirler. Umutlanarak parlak gelecek temennisinde bulunurlar. Fıtrî/tabiî seyir içinde olması gereken de budur. Eskiden, toplumsal dayanışmanın ve aile birliklerinin ön planda olduğu toplumlarda/topluluklarda kuşaktan kuşağa aktarılan bir birikim söz konusu olurdu. Bugün ise gençlikle arada bir kopuş yaşanıyor. Bu kopuşun kaynağını modern, postmodern, çoğulcu hayat tarzında aramak lazım. Nihilizme kayacak kadar ucu açık bu kopuşun. Bugünkü gençliğin vazgeçilmezi internet ve sosyal medya. Gençler akıllı cep telefonuyla meşgul olduğu sanal dünyanın dayatmalarıyla karşı karşıya. Bu hayat tarzında gençler sanal dünyaya kayarken sıcak insan ilişkilerinin sonunu getiriyor. Çekirdek ailelerin de parçalandığı bir zaman dilimi bu. Bireyselleşmenin korkunç derecede artış kaydettiği bir atmosfer, bütün dünyayı etkisi altına almış.

Gençlik aradığı örneği bu şartlarda bulabilir mi?
Haz ve hızı esas aldığından, kendini özgürlüğün zirvesinde görüyor. Sanal dünyada hemen her şeye açık ve aşina; fakat gerçek dünyada ailesine bile yabancılaşıyor. Bu çelişkili bir durum yaşatıyor. Özellikle ergen dönemin savaş oyunlarıyla, bilim kurgu fantezileriyle büyüyor. Bu onları zihnen mekanikleştiriyor. Gerçeklik boyutu hayattan kopuk. Bu bilim-kurgu onları daha acımasızlaştırabiliyor. Holigan ruhuna büründürüyor. Bu durumda bir yandan kendinde aşırı özgüven bulurken bağlılık ve aidiyet hissini, bir şeye sığınma ihtiyacını kaybetmesine sebep oluyor. Diğer yandan ise bireyselleşmenin getirdiği müthiş bir yalnızlaşma var. En basit bir krizi bile yönetemez duruma düşebiliyorlar.

Hayat tecrübesi yetersizliği mi?
Evet. Dolayısıyla panik ve telaşa kapılıp kaos sergileyecek tutuma başvurabiliyorlar. Kendine oluşturduğu güvenlik alanı dışında herkesi, hatta ailesini bile tehdit olarak algılayabiliyor. Bazı işadamlarının öz oğulları tarafından öldürüldüğünü görüyoruz. Bu, anlatmaya çalıştığım acımasızlık duygusunun baskın oluşundan. Bu kopukluk içinde büyüme sergiliyor.

Sürekli gerilim hali?
Kendini sürekli ikircikli buluyor. Sanalda kazandığı özgüvenle gerçek hayattaki yalnızlığı çatışıyor. İşte bu, korkuyu da beraberinde getiriyor. Korku ile özgüven arası gerilim. Kendilerine atfettiği yeterlilikten dolayı geleceğe hazırlanma çabasını boş veriyorlar. Neredeyse hiç çaba sarf etmeden istedikleri hazlara uzanabildiklerine inanıyorlar. İster cinsel yönden olsun ister başka bir şey, kendini sunarken, gösterirken “her şey” elinin altında...

Cinsellik önemli bir zafiyet mi?
Önemli; fakat buna kolayca alışabiliyorlar. Çok kısa zamanda “sevgili” değiştirmek mesela... Bu tür hazlara ulaşabilme rehavet de oluşturuyor. Eski dönemin şartlarında kişinin çeşitli arzu ve hevesler bir yana ihtiyaçlara bile ulaşması zordu. Eski kuşaktan insanlar Anadolu’dan gelmiş, tek derdi çalışmak, iyi beslenemeden hayatını sürdürmek durumunda, çocukken hastalıklar geçirmiş... Eski çocuklar kuşpalazından tutun verem, kabakulak, dizanteriye kadar hastalık geçiren kuşaklara mensuptu. Şimdiki nesil bu tür hastalıklara da yabancı. O insanların çocukları şimdikiler... Dolayısıyla daha iyi ekonomik imkânlara, ortamlara, fizikî şartlara, konfora, belli bir beslenme alışkanlığına sahip oldukları için özgüveni yüksek. Bunlar özgüveni artırıcıdır. Fizikî dayanıklılık söz konusu. Bu anlamda kendilerini prezante edebilmeleri de kolay.

Eğitim sistemi, söz konusu özgüvenle hayatın gerçekleri arasındaki açıkları, çıkmazları, çelişkileri aşma noktasında gerekli donanımı kazandırıyor mu?
Eğitim bu kuşak için diploma almak tasasıyla yönlendiklerinden kemmiyete dayalıdır. Şu kadar okul açmak, şu kadar derslik, şu kadar öğrenci, şu kadar üniversite ve derece... Bu düzeyde bir değerlendirme hakim. Türkiye’de eğitim sistemini eğitimde patronajı elinde tutan tüm hükümetlerde ciddi anlamda geleceği öngören yatırım olmadığından problem devam ediyor. Bir zamanlar Fen Liseleri vardı. Bunlar da düştü. Talim ve terbiye zaten çok zayıf. Önceki kuşak ahlâkî eğitimde çocuklarına belli disiplini verirdi. Üç kuşak bir arada yaşadığından dede-baba-torun yani geniş aile dediğimiz vasat bitti. Çekirdek aile statüsüne geçildi. Bu aileler de bahsettiğim bireyselleşmeye, tekleşmeye, yalnızlaşmaya giden insan tipini ortaya çıkardı. Uzun yıllar süren evliliklere çok nadir rastlanır oldu, kalmadı neredeyse...

Sabır ve sebat eksikliği...
Kendilerini “stand-up”a endeksliyor. 5-10-20 dakika herhangi bir şeye zaman ayırmıyorlar, ayıramıyorlar. İki sayfalık bir metni bile uzun görüp okumak istemiyorlar. Birer paragraflık okumalar tadılıyor. Aslında internetten bir çok şeye ulaşmak mümkün, indirebiliyorlar. On binlerce kitap, eski baskı eserleri elde edebilmeleri de çok kolaylaştı. Hatta yazma eserlere ulaşmak çok çok kolaylaştı.

Lüks bir imkân olmaktan çıktı...
Eskiden bir kütüphaneye gitmek, fotokopi çekmek, fotokopiden de önce gidip elle yazarak kopyalanıyordu.

Mesela ödev verirdi hocamız, kitaptan araştırılırdı. Şimdi bunu birkaç tuşla elde etmek mümkün...
En kötü ihtimalle, bulunamasa bile yurt dışı dahil istediği yerden sipariş etmek kolaylaştı. O tür kitaplara ulaşmak imkânsızdı. Bir mikrofilm getirmek çok büyük masraf ve zaman isterdi. Bu rehavete rağmen tahammül ve sabır neredeyse yok.

“Uyaran”ları çok fazla...
Evet, bu da ani değişiklikleri beraberinde yaşatıyor. Bu sosyal medyada çok önemli bir mevzudur. Mesaj paylaşılıyor, en fazla on dakika görülüyor. En fazla bir saat sonra sosyal medyadan düşüp kayboluyor. İlgi ve dikkat çekici olmaktan çıkıyor. Durumlarını bu şartlara göre endeksledikleri için gelecek yatırımı düşünülmüyor, yapmıyorlar. Kendilerini yeterli buldukları için eksikliklerini göremeyip bir donanım ihtiyacı içinde olduklarını hissetmiyorlar.

Son on yıldır bir “orta sınıf” oluştu. Bu oldukça geniş tabakada hem “seküler” hayat tarzı yaşayan var, hem “muhafazakâr” olanı var. Yüksek eğitime yönelen gençliğin bir kısmının yöneldiği İmam-Hatip okullarının zaman zaman tartışılan son durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu gençlerimiz inanç krizine sürükleniyor. Bundan yaklaşık beş yıl önce bir TV kanalının haber programında, Türkiye’den Hacc ve Umre’ye gidişlerde artış olduğu, özellikle gençlerde de buna rağbetin arttığından söz edilerek, ayaküstü röportajlar yapılıyordu. Umre’ye giden genç bir çift ile konuşma esnasında çiftten erkek olanı Kâbe’de şu şekilde duâ edeceğinden söz ediyordu: “Allahım! Sen bizi sev ki, biz de seni sevelim!” Adeta “Tanrı bizim hayatımıza karışmasın.” diyenler var. Deizme yöneliş var. Dinî emir ve kuralları red tavrı yaygınlık kazanmış durumda. Hz. Peygamber’e saygısızlık, kendi ailesine saygısızlık... Türkiye’de Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile birlikte dinî eğitim kurumlarının tamamı kapatıldı. 1933’te dinî eğitime şiddetli yasaklar getirildi. Bu, 1948’e kadar sürdü. O tarihten sonra cenazelerimizi kaldıracak hoca kalmadı gibi itirazlar sonucunda Kur’an kursları açıldı. Bu DP döneminde İmam-Hatip okullarına dönüştü. 50’li yılların sonunda Yüksek İslâm Enstitüleri açıldı. Bunlar da İmam-Hatip mezunlarının yüksek eğitimi için dizayn edildi. İmam ve vaizler eskiden mülakatla alınıyordu. Medrese temelliler dahil. Bu uygulama da İmam Hatiplerin gelişiyle kaldırıldı. Fakat bu okullar açıldığında Kemalizm İslâm’ı, Müslümanları şehirlerden kovmuştu. Daha açık söyleyeyim. Atatürk Müslümanları şehirlerden kovdu. Kırsala hapsedildi Müslümanlar. Bu kırsaldan gelenler daha sonra büyümüş şehirlerin varoşlarına yerleşti. Şehirde yerleşik olan seküler ve kendini elit bulan kesimler bu sefer dindarları dışlamaya, aşağılamaya başladı. Bu insanlar da meslek olarak vasıfsız sayıldığından kapıcı, hademe gibi iş sahibi olabiliyordu. En fazla evladını İmam-Hatip okuluna veriyordu. Bu okullar da alay mevzuu yapılıyor, sürekli ezik muamelesi görüyordu. Topluma da böyle yerleşti.

İlk yılların din nefretiyle büyüyenler inkârcı bir kuşak yetiştirince...
Bu alaycı kuşak, “Beyaz Türk” ve “Beyaz Türk’e özenen” olarak kendini gösterdi. Sekülerliğe özenen aileler. Biz çocukluğumuzda bu tür sıkıntıları çok yaşadık. Bu elitlere ve elitliğe yıllarca hakaretler edildi. İmam Hatipler bu nedenle özgüveni yıkılmış ve ezik insan tipi ortaya çıkardı. “Hacı-hoca” yaftası basıldı. Zamanla yerleşen aşağılık kompleksi ilahiyat fakültelerinde zirveye çıktı. Birçok gencimiz İmam Hatiplerden kaçmaya çalıştı. Çünkü başka yüksek okullara alınmıyordu. Diğer liseli ve hele Sen Michel, Sen Benua, Sen Josef, Notrdamme gibi Fransız kolejlilerine, Amerikan Robert, Avusturya Lisesi veya Almanca eğitim yapan İstanbul Erkek Lisesi’ne karşı müthiş bir eziklik duygusu içerisindeydi. 70’li yıllardan bahsediyorum. Buralardan çok az dine saygılı, dindar çıkardı.

Bunlar arasında sonradan alakasız mesleklerde şöhret olanlar da var...
Tabiî... Bizim İmam Hatipliler “Biz nasıl fark derslerini verip başka üniversitelere girebiliriz?” diyorlardı. Veya İmam-Hatip’ten kurtulmak için 2.-3. sınıfta başka okullara kapağı atmak. İmam Hatip hocalarının bir kısmı eski, yüksek ilim sahibi hocalardı. Merhum Ahmet Davudoğlu vardı. Üsküplü Mahmut Bayram hoca vardı. Fakat daha sonra gelen hocalar çok daha düşük, meslek derslerinde bile zayıf eğitimli insanlardı. Bunlar pedagoji bilmiyordu. Talebelere iyi davranmayı bırakın, nefret ettiriyorlardı. Birçok meslek hocası öğrenciyi dinden nefret ettirirdi. Toplumdaki dışlama ise sadece sokakta değil zamanın basınında da açıkça görülürdü. Hatta ilkokulda “devrimler” falan anlatılırken ilkokul dergilerinde bile sürekli aşağılama vardı. Mesela eskiden “sıbyan mektepleri” olarak anılan Kur’an mektepleri aşağılanırdı. İslâm harfleri hakkında “La leyli lala lula da cumbur leyli cap cup” gibi alaycı karikatürler yapılırdı. Hoca da sonunda elindeki sopa ile öğrencilerin kafasına vuruyor. Böyle çizilirdi. Bu Milli Eğitim’in ilkokul dergilerinde görülürdü. İmam Hatipler marjinalize edilen okul olmaktan kurtulamadı. Özellikle İlahiyat Fakülteleri arasından çıkan bir kısım akademisyenler daha da kötü oldu. Onlar da bu kompleksi içselleştirdiklerinden dine hürmetin kaldırılmasını hızlandırdılar. Dine güvensizliği, inançsızlığı derinleştirip yaydılar.

Hem dini eğitim görmek hem dini hakir görmek, bu nasıl oluyor?
Modernleşmeci ilahiyatların yaptığı bu oldu. Din tarihi bir vaka, peygamber tarihten gelip geçmiş bir insan... “Tarihselcilik” yani. Din bir kadavra gibi görüldü. Artık müftü, imam, vaiz olmak istemeyen akademisyen olmak istedi.

Diyanet ve ilahiyatçı akademisyenler arasında zaman zaman görülen çatışma da buradan ileri geliyor olmalı.. Yani ilahiyatçı “elit özentisi” oluyor, Diyanet de “taşralı”...
Evet. İlahiyatçılar sonradan görme... Şehirli olarak nitelendirebileceğimiz bir Salih Akdemir vardı; “perişan Salih” derlerdi. O da aşırı modernist idi. Durum bu vasata evrilmişti.

Böylece kontrolden çıkmış olmalı...
Gençlik kontrolden çıktığı gibi dinin geleceği tehlikeye girdi. Şimdiki gençlikten “Allah bana ne karışır!” gibi laflar işitiyoruz. Cemaatler de küçüldü. Siyasete angaje oldu. Bir kısmı paraya angaje oldu. Eskiden cemaatler gençlik üzerinde çalışırdı. Cemaatler gençliği kötü yetiştirdi.

Nasıl?
Yani bir kışla disiplini gibi, bir gencin duygularına tercüman olamadılar. Onu bütün olarak ele almadılar. Gençlik tutkuların şekillendiği bir çağdır. Bu potansiyeli cemaatler bastırmaya çalıştı. Ergenlik dönemi dahil... Bu 70’lerde korkunçtu. Gençlerin kişiliği ezilirdi. Buradan kopanlar da zemberekten boşalmış gibi toplumdan kopup tam karşı tarafa geçebiliyorlardı. Çok travmatik ve trajik hikâyelere rastlıyorduk. Eşcinselliğe kayanlar bile...

Buna müsebbib olan öne çıkmış kurum veya şahıslar var mı?
Bin tane öğrenciyi tek bir binaya tıkarsanız, oradan eğitimi bırakın insan çıkmaz. Bunların çoğu güneş yüzü görmemiş. Hayattan koparılmış insanlar. Bu zavallıların bütün duyguları bastırıldı. Bu süreç şu an tam tersi bir vasatı doğurdu. O kadar sıyrıldı ki, hiç bir şeye saygıları olmayan, ifrattan tefrite savrulmuş bir nesil tipine yol açtı. İmanın gereği olan “Havf ile Recâ” yani “korku ile ümit” arasının yerini alan, Nihilizm’e kapı açan tüm bu faktörlerle genç kuşaklar, sanal aleme, bilgi çeşidinin yaldızlı büyüsüne aldanarak hakikî, kalıcı bilgiye, hikmete, bilgeliğe algılarını kapatıp, “İman”ı tehdit eden ontolojik bir çıkmaza sürüklenmektedir.

Nasıl kazanabiliriz, koruyabiliriz, kurtarabiliriz?
Bu gençliği anlamak, yardımcı olmak lazım. Eskiden “abilik” yapmaya çalışılırdı cemaatlerde... Bu ağabeyler terör estirirdi zavallılar üzerinde. Yani bunlar, bir komutanın önünde disiplin adına baskı ve zulme varan muameleler görürlerdi. Ağabeyleriyle iletişim bile kuramazlardı. Bunlarla ilişkileri hep “dikey”di. “Yatay” ilişki kurulamazdı. Şimdi dikey ilişki tersine döndü. Gençlik kendisinden önceki kuşaklarla dikey bir ilişki içerisinde. Tepeden bakıyor. Diyor ki, “Sen yaşlısın, işe yaramazsın artık. Fiziki olarak bitmişsin... Sen muhafazakârsın, biz değiliz, özgürüz. Çünkü sen yaşlandığın için gençliğinde elinde olanı kaybediyorsun, bu kaybettiklerini muhafaza etmek güdüsüyle hareket ettiğin için muhafazakârsın...” Her şeye fizikî ve biyolojik hayatiyet içinde bakıyor.

“Biz her zaman değişime açığız, sen değilsin” mesela...
“Biz daha da ilerlemek istiyoruz. Sen ise ilerleme yerine geçmişe ait kalıntıları korumaya çalışıyorsun.” diyorlar. Bunlarla yatay ilişkiye yani sağlıklı bir iletişime geçmek lazım. Bu gençliği en fazla sanal dünya bize tanıtır. Orada eğilimlerini görebiliriz. Çap ve donanımlarını görebilir, bu veriler üzerinden ilişki kurabiliriz.

“Abilik taslamadan”...
Evet, o da sana “sabunluk” demeyecek.

O ne demek?
“İşe yaramaz”... Bir gençle karşılaştığınızda sizinle konuşmaktan on dakika içinde sıkılıyor. Yeni bir tecrübe, bilgi paylaşamıyorsunuz. Algı kapalı. Beyin fırtınası yapıyorsunuz ama kapalı. Bazı gençler diyor ki, “Fransız İhtilâli’nden beri Batı uygarlığı bize özgürlük vadediyor ve özgürlük veriyor. Tabiî biz bu yolda ilerleyeceğiz.”

“Yaşasın Özgürlük”...
“Yaşasın Fransız İhtilâli”...

Baran Dergisi 654. Sayı
Röp: Cumali Dalkılıç