Ramazan Akkır Kimdir?
Sosyolog Ramazan Akkır, akademik hayata 2003 yılında Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden başladı. 2007 yılında “Türkiye’de Din ve Muhafazakârlık: Turgut Özal Örneği” adlı teziyle, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde yüksek lisansını tamamladı. 2016 yılında da “Cumhuriyet Halk Partisi’nin Din Politikaları ve Kendi Tabanının Bakışı” adlı teziyle, Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde doktorasını tamamlayan Akkır,  Yeni Şafak, Star, Radikal, Millî Gazete gibi farklı yayın organlarında yazılar yazmıştır. 2010 yılından itibaren Milat gazetesinde köşe yazarlığı yapan Akkır’ın, “Türkiye’de Muhafazakârlık” ve “17-25 Aralıktan 15 Temmuz’a FETÖ” adıyla yayımlanmış iki adet kitabı bulunmaktadır.

Türkiye içeride ve dışarıda birtakım kavgalar veriyor; aslında bu neyin kavgası?
Şu anda vermiş olduğumuzun kavganın temel nedeni, Türkiye’nin bağımsız olmak ve bağımsız politikalar üretmek istemesidir. Örnekler üzerinden gidelim... Hollanda Hükümeti, önce Türkiye’nin Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun uçağının iniş iznini iptal etti. Daha sonra Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya’yı, “persona non grata” yani istenmeyen kişi ilan ederek sınır dışı etti. Ardından Avusturya Başbakanı Christian Kern, Avrupa Birliği’ne çağrıda bulunarak, Türk siyasetçilerin referandum kampanyalarına AB ölçeğinde bir yasak getirilmesini talep etti. Benzeri şekilde Türkiye ile Almanya arasındaki ilişkiler son dönemde oldukça inişli çıkışlı bir seyir izliyor. Bunun nedeni oldukça basit aslında; Türkiye kendi bölgesinde aktör olmaya başladığı andan itibaren, krizlerle karşı karşıya kalmaya başladı. Türkiye, bağımsız olmak istemesinin kavgasını veriyor. Bu kavga, istiklal ve istikbal kavgasıdır. Bu, Cemil Meriç’in ifadesiyle Olimpos Dağı’nın çocuklarıyla Hira Dağı’nın evlatları arasındaki bir savaştır.

Kavganın önemli bir göstergesi de Türkiye’nin son dönemde karşı karşıya kalmış olduğu terör saldırılarıdır. Türkiye bir anda PKK’nın, DAİŞ’in, DHKP-C’nin ve FETÖ’nün saldırılarına maruz kaldı. Bunun temel nedeni, Türkiye’nin kendi bölgesinde aktör olmaya ve kendi bağımsız politikalarını üretmeye başlama çabasıdır. Bu ülke saldırı altında… Tarihin başından beri aynı şekilde işleyen bir mekanik yeniden işlemeye başladı. Küçültülmüş, kontrol edilebilir Türkiye arzusunda olan devletler, taşeron örgütleri vasıtasıyla Türkiye’yi ipotek altına almaya çalışıyor. Siz FETÖ’nün sadece yerli bir organizasyon olduğunu mu düşünüyorsunuz? FETÖ, Amerika’nın ve küresel sistemin bir taşeronudur.

Hollanda’nın tavrı iddia edildiği gibi sadece Türkiye’de gerçekleşecek olan cumhurbaşkanlığı referandumu ile mi alâkalı, yoksa sadece sebeplerden birisi mi bu?
Hollanda şu anda hem Almanya’nın hem de Avrupa’da yükselen aşırı sağın borazanlığını yapıyor. Hollanda özelinde yaşanan kriz, temelde bir değer üretemeyen Avrupa’nın krizidir. Öncelikle Avrupa, güçlenen bir Türkiye istemiyor. Bir de tarihsel olarak Türkiye ile Avrupa birbirinin ötekisi olmuştur. Avrupa, Türk korkusu üzerinden kendi kimliğini inşa etmiştir. Rivayetlere göre, Fatih’in ünlü komutanı Gedik Ahmet Paşa’nın 1480 yılında İtalya’nın Otranto şehrini fethetmesi üzerine bölgede bir Türk korkusu oluşmaya başlar ve bu korku dalga dalga tüm Avrupa’ya yayılır. O tarihten sonra, anneler çocuklarını “Türkler geliyor!” diye korkutmaya başlar. Türk korkusu, Avrupa’nın kimliğinin bir parçasıdır. Yani Avrupa’nın ve Hollanda’nın tavrı sadece referandum ile ilgili değildir. Olayın önemli bir boyutu tarihte saklıdır. Mesela dediğim gibi Türk korkusu bunun önemli bir parçasıdır.

15 Temmuz’un bu kavga içerisindeki yeri nedir ve 15 Temmuz’un diğer darbelerden farkı nedir?
Öncelikle şunu açıkça söylemek lazım; 15 Temmuz’da yaşadığımız darbe teşebbüsü uluslararası boyutları olan bir işgal girişimiydi. Bu ülke 27 Mayıs 1960 Darbesinden beri her on senede bir darbe ile karşı karşıya kaldı. Her darbe girişiminin jeopolitik yani uluslar arası boyutu var. Türkiye üzerinde nüfuzunu devam ettirmek isteyen uluslararası aktörler, şartları olgunlaştırmış ve darbe düzeneğini harekete geçirmişlerdir. Bunu yaparken de kendi taşeron örgütlerini kullanmışlardır. 27 Mayıs 1960 darbesini bu çerçevede kısaca analiz edelim. Bu darbenin jeopolitik boyutu, Türkiye’nin ve Demokrat Parti’nin Amerikanizmin perspektifinden ayrılmaya başlaması ve Rusya’ya yanaşmasıdır. Menderes’li Demokrat Parti’nin eksen değiştirme iradesi göstermiş olmasıdır. 27 Mayıs darbecilerinin idam etmiş olduğu Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu bu durumu şöyle ifade eder; “En büyük hatamız, kayıtsız şartsız Amerika’ya tâbi olmamız… Adnan Bey ısrarlarım karşısında Sovyetlerle ekonomik alanda işbirliği yapılmasını ve üçüncü dünya ülkelerinin lideri durumunda bulunan Hindistan ile ilişki kurulmasını kabul etti. Ben de Başbakan Menderes’in Moskova’yı resmen ziyaret etmesi için gerekli girişimlerde bulundum. Bu girişimlerin özellikle Amerika’yı rahatsız ettiğini biliyorum.” ABD’de oluşan bu rahatsızlığın faturası Türkiye’ye kesilmiş ve 27 Mayıs darbesi olmuştur. ABD’nin uydusu olmaktan çıkmaya çalışan Menderes ve arkadaşları bu çabalarının bedelini canı ile ödemiştir. “Ben MİT müsteşarlığı yapmadım, CIA’in şube müdürlüğünü yaptım” diyen Fuat Doğu gibi, 27 Mayıs Darbesi’nin kilit isimleri hep Pentagon patentlidir. Darbenin kudretli albayları Pentagon’un rahle-i tedrisatından geçmiş kimselerdi.
15 Temmuz darbesinin de baş taşeron aktörü Fetullah Gülen ve Pensilvanya’dır. Aslında Pensilvanya, darbenin jeopolitik boyutu olan ABD faktörünü sembolize eder. Bir de 15 Temmuz, sadece bir darbe girişimi değildir; bu ülkeyi işgal teşebbüsüdür.

Bunun yanı sıra, 15 Temmuz bu halkın demokratik ve siyasal olgunluğunun da göstergesidir. Bunu şunun için söylüyorum. 27 Mayıs darbesinden sonra haksızca idam edilen Adnan Menderes’in Demokrat Partisi 27 Ekim 1957 seçimlerinde % 47 oy almıştır. Bu her iki seçmenden birinin oyu ve desteği demektir. AK Parti, 1 Kasım 2015’te yapmış olduğumuz son genel seçimlerde %49,5 oy almıştır. Bu da Demokrat Parti döneminde olduğu gibi, her iki seçmenden birinin oyu demektir. Ancak bu milletin siyasal bilinci tüm hesapları altüst etmiş ve darbeye geçit vermemiştir. 27 Mayıs’ta suskun kalan bu millet, 15 Temmuz gecesi darbecilerin önüne set olmuştur. Onun için 15 Temmuz siyasal bir destandır.    

Bu süreci, Abdülhamit Han Hazretleri’nin hâl edilmesine kadar götürebilir miyiz?
Kesinlikle ve daha da eskiye gider. Şu ana kadar sadece cumhuriyet döneminde karşı karşıya kaldığımız darbeleri veya darbe girişimlerini konuştuk. Oysa bu tür işgal girişimleri, Osmanlı döneminde de olmuştur. Siyasal ve toplumsal hayatımızı ipotek altına almaya çalışan darbeleri, 29 Mayıs 1876 tarihindeki I. Meşrutiyet Darbesine, 10-24 Temmuz 1908’deki Jön Türk darbesine veya meşhur Babıali Baskınına veya 31 Mart 1909 tarihine kadar götürebiliriz. Aslında sistem hep aynı olmuştur. Jeopolitik boyut, darbelerin hep en önemli gerekçesi olmuştur. Osmanlı’nın son döneminde, Osmanlı üzerinde İngiliz, Alman veya Rus nüfuz mücadelesi, çoğunlukla darbe mekaniği ile beraber işlemiştir. I. Meşrutiyet Darbesi İngilizlerin çıkarı için yapılırken, 1908 yılındaki Jön Türklerin darbesi Almanların çıkarı içindir. Mesela Enver Paşa, Almanya’yı veya Almanlarla ittifak yapılmasını savunur. Alman İmparatoru II. Wilhelm, 1908 yılındaki II. Meşrutiyet darbesi için “İhtilalı Alman gibi düşünen subaylar yaptı” der. Abdülhamit’in Siyonistlere Filistin’de toprak vermemesi, Ermenilere Doğu Anadolu’da devlet kurdurtmaması darbe ile yıkılmasına neden olmuştur.     

Sanki “15 Temmuz’u FETÖ yaptı” denilerek işgal girişiminin arkasında ABD’nin olduğu unutuluyor. Bu bir tehlike değil mi sizce?
Kesinlikle öyle. 15 Temmuz’u yapan FETÖ sadece bir taşerondu. 15 Temmuz’da başarısız olanlar, ABD’nin taşeronuydular. Tıpkı 12 Eylül 1980 darbesini yapanlar gibi… ABD’nin Türkiye’deki icraatlarından birisi, darbeye zemin hazırlatmak ve taşeronlarına darbe yaptırmaktır. Örneğin, “Şartların olgunlaşmasını bekleyen” Kenan Evren, 12 Eylül 1980’de ABD’nin çıkarı uğruna darbe yapmıştır. CIA’in Ankara şefi Paul Henze’in dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter’a darbeyi “Bizim çocuklar yaptı” (Our boys did it) sözleriyle haber vermesi, ABD’nin 12 Eylül Darbesi’yle olan ilişkisini ifşa eder. Aslında bundan da ilginç olanı, üç bin Amerikan askerinin Anvil Express tatbikatı harekâtı adı altında aynı dönemde Trakya’da bulunuyor olmasıdır. Tehlikenin büyüklüğünü anlayabiliyor musunuz?

FETÖ de ABD’nin taşeronluğunu yapıyor. Hatırlayın, MİT tırlarının fotoğraflarını FBI servis etti. Türkiye’de Cumhuriyet, Zaman gibi FETÖ veya FETÖ ile iş tutan yayın organlarında yayınladı.  Olaya biraz daha üst perdeden bakarsak karşımıza şöyle bir tablo çıkar; bizim mücadelemiz Batı’yla, Batılı sistem iledir. Şu ayrıntıya da dikkat çekmek isterim. Avrupa’nın varoluşu, Fatih’in İstanbul’u fethetmesiyledir. Bu fetih ile beraber, Avrupa kendisine “ne oluyoruz” diye sormuş ve toparlanmaya başlamıştır. Osmanlı; ekonomik, siyasî veya içtimai sistemi ile her zaman Batı’nın “ötekisi” olmuştur.  Artık Çinli bir bilgenin dediği gibi “Dostuna yakın, ama düşmanına daha yakın” olmak durumundayız. Unutmak veya uzak olmak, bizatihi tehlikenin kendisidir. Artık düşmanlarımıza daha da yakın olmak zorundayız.

Paul Henze’den bahsettiniz, ondan önceki dönemde birçok Batılı stratejist vardı. Bu ve benzeri adamlar ürettikleri projelerde başarılı oluyordu. Bu adamların şu anda böyle bir kadroları var mı? 15 Temmuz’u, ılımlı İslâm projesinin çöküşü olarak görebilir miyiz?
Yerinde bir soru… Batı ve FETÖ, hem AK Parti’nin, hem de bu toplumun sosyolojisini doğru okuyamadı. Değişim şenliğine katılamadılar. Türkiye, son dönemde hem siyasal hem de toplumsal olarak çok değişti ve dönüştü. Onlar bu farkı ve değişimi doğru okuyamadılar. Türkiye’nin geldiği aşamayı doğru okuyamadıkları için de analizlerinde sürekli yanıldılar.

Bir de olayın şöyle bir boyutu var; FETÖ’nün bir tane aydını veya entelektüeli yoktur. FETÖ’nün yayın organlarında yazan ve konuşanlar hep devşirmedir. Ne Şahin Alpay, ne Mümtazer Türköne ne de Ahmet Turan Alkan, FETÖ’nün rahle-i tedrisatından geçmiş adamlardır. Tabloyu şöyle netleştirelim; FETÖ, 40 yıldan beri neredeyse devletin omuriliklerine kadar sızmış bir örgüttür. Anladığım kadarıyla da bu 1970’lerde başlayan bir proje… Mesela bu ülkede Sovyet tehlikesine karşı, CIA destekli Komünizm ile Mücadele Dernekleri kurulmuş veya kurdurulmuştur. Erzurum’da Komünizm ile Mücadele Derneği Fetullah Gülen tarafından kurulmuştur. Yani Fetullah Gülen’in Gladio ile bağı çok eskilere gider…

Şu anda ılımlı İslam projesi çökmüş görünüyor. Ancak küffarın oyunu bitmez. Mesele bizim sürekli uyanık olmamız ile ilgilidir. Türkiye kendi dinamiklerine uygun stratejiler geliştirmelidir.

Türkiye’nin Almanya ile İlişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öncelikle Türkiye ile Almanya ilişkileri, tarihlerindeki en kötü dönemlerinden birini yaşıyor. İlber Ortaylı “İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı” isimli kitabında Osmanlı üzerindeki Alman etkisinden bahseder. Osmanlı’nın son döneminde Almanya’nın Osmanlı üzerindeki nüfuzu oldukça yoğundur. Mesela Enver, Talat ve Cemal Paşalardan oluşan İttihatçı Triumvira, Almanlar ile ilişkili ve onlarla ittifak etmeyi düşünüyorlardı. Osmanlı’yı I. Dünya savaşına Almanların yanında sokan bu ekip ve kafadır. Daha sonra 1945’ten sonra ABD’nin küresel sistemde bir güç olarak yükselişiyle birlikte Kıta Avrupa’sı ve Almanya, Türkiye üzerindeki etkisini kaybetmeye başlamıştır. Almanya neredeyse bu tarihten beri Türkiye’yi ABD’nin ileri karakolu olarak değerlendirmiştir. Hatta bundan dolayı Türkiye’nin AB’ye üye olmasına da hep karşı çıkmıştır.
Bu anlam çerçevesince Almanya zayıf, güçsüz ve bölünmüş bir Türkiye’den yanadır. Bunun için uğraşmaktadır. Bundan dolayı, hem FETÖ’yü hem de PKK’ya kucak açmıştır. 1400 PKK mensubu Almanya’dadır, 15 Temmuz sonrasında bu ülkenden kaçan FETÖ’cüler de Almanya’dadır. Şimdi de HDP ve PKK’nın tüm organizasyonuna izin veren ve neredeyse terörün arka bahçesine dönüşen bu devlet, AK Parti’nin hiçbir organizasyonuna izin vermiyor.

Türkiye hâlâ ABD’nin ileri karakoludur diyebilir miyiz?
1947 Truman Doktrini ile birlikte Türkiye “bağımsızlığını” neredeyse ABD’ye teslim etmişti. Hatta 1940’lı yıllardan itibaren geliştirmeye çalıştığımız birçok politikanın arkasında hep ABD faktörü olmuştur. Hep ABD’nin gizli bir gölgesi var olagelmiştir. Türkiye’nin tarım politikası, Marshall yardımları hep ABD’nin Türkiye üzerindeki nüfuzunun aparatlarıdır.

1980’den sonra Liberalizmin Türkiye’ye yerleşmesi...
Tabii ki… 1980’deki darbenin jeopolitik gerekçesi neo-liberalizmin Türkiye’ye sokulmak istenmesidir. AK Parti’ye kadar Türkiye, ABD’nin ileri uç karakolu olarak değerlendirildi. Türkiye 2010 yılından itibaren ABD’nin kendi üzerindeki hegemonyasını kırmaya ve bağımsız politikalarını üretmeye başladı. Hakan Fidan’ın MİT’in başına atanması, Mavi Marmara Krizi veya  “One minute” çıkışı tamamen Türkiye’nin bağımsızlığıyla ilgilidir. Türkiye, kendi prangalarından kurtulmaya çalışıyor. Bir de bağımsızlık veya güç, ağır sanayi ve üretim ile ilgilidir. Türkiye kendi üretebildiği, savunma sanayi gibi farklı alanlarda dışa bağımlılıktan kurtulabildiği oranda bağımsız olacaktır. ABD’nin veya farklı bir devletin Türkiye üzerindeki nüfuzunu bu hamle bitirecek veya belirleyecektir. 

16 Nisan referandumunda evet oyu çıkarsa cumhurbaşkanlığı sistemine geçilecek. Size göre bu da mevzu bahis kavganın bir safhası mı?
Tabiî. Kavga, Türkiye’yi zayıflatmak veya kontrol altında tutmak kavgasıdır. Batılı müttefiklerimiz(!) bu ülkeyi yıllardan beri alıştıkları biçimde idare etmek veya o istikamette uluslar arası ilişkilerini sürdürmek istiyor. Cumhurbaşkanlığı sistemi ile ilk defa olacak olan güçlü yürütme ile Türkiye kendi politikalarını geliştirebilecek ve farklı operasyonlara maruz kalmayabilecektir. Koalisyon veya cumhurbaşkanı seçemediğimiz dönemleri hatırlayınız. Bu toplumun ruhuna uygun olan bu sistem ile öncelikle toplum, ekonomik ve siyasal istikrar sağlanabilecek. Ekonomik büyümenin ön koşulu istikrardır. Demirel’in meşhur bir lafı vardır; “Türkiye yönetilemez ancak idare edilebilir.” Başkanlık sistemi ile Türkiye, kendi seçtikleri tarafından yönetilebilir bir ülke olacaktır. 

 Bir de önemli olan, kendi ruhumuza ve toplumsal kodlarımıza uygun bir sistem inşa etmek olmalıdır. Öncelikle biz, lider merkezli bir toplumuz. Tarihimizde hatırladığımız şahıslara bakalım; Yavuz, Fatih, Alparslan, Demirel, Özal, Erbakan vs. bu ruh, bizim dini akidemizden de kaynaklanıyor. Biz, üç kişi olduğumuzda içimizden birini imam seçen bir medeniyetin mensuplarıyız. Bunun yanı sıra, bu toplum, partiden öte lidere oy verir. Millet, Erdoğan’a oy verirken muhafazakâr demokrasiyi veya muhafazakârlığı asla aklına getirmedi veya AK Parti’nin siyasal hüviyetinden dolayı oy vermedi. Bu millet, en başta Erdoğan’a oy verdi.
Türkiye’nin şu anda en büyük sınavı cumhurbaşkanlığı sistemiyle ilgili… Türkiye referandumda “Evet” demeli. Çünkü Türkiye’nin temel problemi yürütmeyle ilgilidir. Türkiye bu sisteme neden geçmeye çalışıyor, ABD’de bu sistemin güzel işlediğinden dolayı mı? Tabii ki hayır... Bir sistem Amerika’da ya da Almanya’da güzel işleyebilir. Önemli olan, kendi toplumsal ve siyasal kodlarımıza uygun bir sistem inşa etmek olmalıdır. Bizim tarih boyunca en büyük handikabımız neydi? Biz, Borçlar Kanununu İsviçre’den, Ceza Kanununu İtalya’dan, bazılarını da Almanya ve Fransa’dan almadık mı? 

 Taklitçilik...
Artık bu taktikçiliği aşmamızın zamanı geldi.

Bu sistemin kendi değerlerimize dönmek için bir aşama olduğunu düşünüyorsunuz, öyle mi?
Öyle. Ben bu halkın seçilmiş bir halk olduğunu düşünüyorum. Ve bu halkın basiretine güveniyorum. Bu seçilmiş millet, askerin yapmış olduğu 1982 anayasasına yüzde doksan iki gibi büyük bir oran ile destek verirken ilk fırsatta askerin istemediği bir adamı lider koltuğuna oturttu ve bu ülkeyi yönettirdi. Artık Türkiye istikrara kavuşmalı ve çağ atlamalı. Ya da yeni bir çağı fitilini ateşlemeli. Unutmayınız ki, Türkiye’nin ekonomik yahut toplumsal anlamda “çağ atladığı” dönemler tek parti tarafından yönetildiği ve güçlü yürütmenin olduğu dönemlerdir. Demokrat Parti dönemi, Özal Dönemi, Erdoğan dönemi Türkiye’nin çağ atladığı yıllar olmuştur. Bu toplumun Erdoğan’a olan desteğini iyi okumalı ve değerlendirmeliyiz.

Galiba toplum, Erdoğan’ın temsil ettiğini düşündüğü şeye oy verdi.
Evet… Milletin gönlünde Erdoğan, güvenilirliği ve liderliği temsil ediyordu. AK Parti on beş yıldan beri reyini artırarak iktidarını koruyor. Bundaki başarının en önemli faktörü Erdoğan’dır. Dediğim gibi bizde aktörler önemli. Mesela çoğu kimse ANAP’ın programını bilmez ama Özal’ı bilir. Ben, Süleyman Demirel’i sevmem; ama toplumun önemli bir kesimi Doğru Yol Partisi’ni bilmeden Demirel’i bilir ve desteklerdi. Bu algı ve anlayış, toplumun sosyolojisine uygun… Lider güçlü olduğu zaman, bu toplumu arkasında sürüklemeyi bilmiş, becermiştir. Kısacası bu bizim ihtiyacımız olan idare ruhuna dair bir değişikliktir.

Bir yazınızda Hz. Ömer’in yönetim anlayışına dâir muazzam ölçüsünden bahsetmiştiniz.
“Korkarım ki, Fırat kenarında bir oğlak kaybolsa veya bir kurt bir koyunu kapsa kıyamet gününde onun bile hesabı Ömer’den sorulur!” diyor Hz. Ömer. Evet, bu toplumun liderleri böylesi bir idrake sahip olmalı veya olmaya çalışmalıdır. Bizim medeniyetimiz, insanlığın kültür ve irfan hazinesinden beslenmiş ve beslenmeyi bilmiştir. İslam dünyasındaki tercüme faaliyetleri, Beytül Hikme’ler (Hikmet Evi) bu anlayışın yansımalarıdır. 

Devlet ortaya bir ideal koymadığı müddetçe, toplumdaki bozulma kaçınılmaz değil mi?
Şu anda Türkiye’nin önündeki en büyük engel sekülerizm ya da dünyevileşmedir. Sekülerizm, dinin etkisinin fert üzerinde azalıp kaybolması hadisesidir. Müslüman camia kendi değerlerinden uzaklaşmaya ve hatta kendi değer dünyasına yabancılaşmaya başladı. Sokağa bir bakın, toplumun ne kadar değiştiğine tanıklık edeceksiniz. Değişim kaçınılmaz; ancak dönüşüm sağlıklı ve kendi irfan dünyamız merkezinde olmalı. Bu büyük bir tehlike... Şeklî değişikliklerin yanında aynı zamanda devletin de bir felsefesi olmalı. Bu topluma ait kendi kafa kâğıdına uygun felsefe… Unutmayalım ki; “Siz nasılsanız öyle yönetilirsiniz.”
Ben Anadolu mayasını önemsiyorum. İnşa etmemiz gereken toplum, bizim değer sistemimize uygun olmalıdır. Bundan dolayı da, Türkiye’yi Anadolu mayası ile mayalamalıyız. Bizim hem Ehl-i Sünnet’ten beslenen bir aydın sınıfına hem de Anadolu mayasına ihtiyacımız var.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda temel ideoloji Kemalizm idi. Kemalizm, İslâm’ı Anadolu’dan kaldırmaya, Müslümanları sindirmeye yönelik bir projeydi. Daha sonra FETÖ devletin önemli merkezlerine sızmayı başardı. Ilımlı İslâm projesi icra edilmeye çalışıldı. Onun da gayesi İslâm milletinin anlayışını bozmaktı. İkisi de ortadan kalktığına göre devletin merkeze alması gereken fikir nedir?
Kemalizm’in dinle ilgili ciddi bir problemi vardı. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren inşa edilmeye çalışılan şey; seküler veya dinsiz bir toplumdu. Din önce yok edilmeye daha sonra da vicdanların demir kafesine hapsedilmeye çalışıldı. Cumhuriyetin kurucu aktörleri, böyle bir toplumun inşa edilmeyeceğini anladı zamanla. Daha sonra bir dönem, Luther’in Batı’da yaptığını burada yapmaya çalıştılar. “Millî din” projesi ile din milli bir hüviyete büründürülmeye çalışıldı. 1930’lu yıllarda yaşadığımız, dinde reform projelerini hatırlayınız. Ezanın Türkçe okunması, camilerin kiliseye benzetilmeye çalışılması, camilere sıralar ve orglar koyulması hep bu projenin eseridir. Bu projelerden sadece birisi tuttu, o da Türkçe ezandır.  Bu ülkede on sekiz sene minarelerden Türkçe ezan okundu. FETÖ bu sapkın projelerin neticesinde doğdu. FETÖ ile Kemalizm’in oldukça girift bir ilişkisi var.

“Biz FETÖ’nün babası Kemalizm’dir” diyoruz.
Çok yerinde bir tanımlama… İnsanlar Tek Parti döneminin baskıcı ortamında din eğitimi alamıyordu. Din eğitimi yasaklanmış ve yer altına inmişti. Kurumlar da kapatılmıştı. CHP’nin 1947 Kurultayında Hamdullah Suphi Tanrıöver’in bir konuşması var. Konuşmasında “Köylerde ölülerimizi yıkayacak imam yok” diyerek yakınıyor. Daha sonra din eğitiminin önü biraz açılmaya başlanıyor. Böylesi baskıcı bir ortam, FETÖ ve benzeri organizasyonların önünü açmıştır. Onlar bu boşluktan istifade etmişlerdir. Çünkü tabiat boşluk kaldırmaz.

Çalışmalarınızda başarılar dilerim.
Teşekkür ederim, kolay gelsin...

Baran Dergisi 531. Sayı