Bugün Fransa’da yaşananlar ortada biz aslında bunu kendi dergimizde “IŞİD meselesinde asıl hadisenin Avrupa’dan gelen bu insanlar kendi ülkelerine dönüp eylemlerine başladığında patlayacak” şeklinde yaklaşık 7 ay önce yazmıştık. Siz bu olayları nasıl değerlendiriyorsunuz?.. 
Esasında eğer işi polisiye bakımdan ele alacak olursak, Batı istihbaratları açısından büyük bir trajediyle karşı karşıyayız. İki nedenden dolayı… Bunlardan birincisi, IŞİD’in yükselişi döneminde durumu tam olarak kavrayamayıp, kendi vatandaşlarının bu örgüte yönlenmesini izleyemeyip, bu vatandaşlar nereye gidiyor diye bakmayıp, daha sonradan Türkiye’nin kapısına dayanarak “Sen bu sınırı neden kontrol edemiyorsun?” diye feryat figan etmeleri, ciddi bir Batılı istihbarat zaafıdır. Eğer onlar işlerini doğru düzgün yapsalardı, Türkiye de gerekeni yapardı. Ama ne zaman ki yumurta kapıya geldi, ne zaman ki, IŞİD Musul’a saldırdı ve bütün Ortadoğu dengelerini ve ulusal devlet sınırlarını zorlayan bir atak yaptı, devamında istihbaratçılar Ankara’ya listelerle geldiler. Türkiye de son açıklamalara göre, son 6 ay içinde sınırında 7900 küsur Batılı unsuru kontrol altına aldı. Eğer bunu baştan yapsalardı, 7900 değil de, 19000’i unsuru kontrol altına alacaklardı. Türkiye gibi yılda 30 milyona yakın turist alan bir ülkeye, sınır kapılarında insanları tasnif et düşüncesiyle gelmeleri bile Türkiye’yi ikinci sınıf bir ülke olarak gördüklerini kanıtlar niteliktedir. İspanya’ya bunu diyebilir misiniz? İspanya biliyorsunuz Kuzey Afrika geçişli pek çok unsurun transit kullandığı bir ülkedir ve yılda ortalama 30-35 milyon küsur turist alır. Onlara gidip “sınırlarınızı kontrol edin Cebelitarık’ta kötü şeyler oluyor” diyebiliyor musunuz?.. Diyemiyorsunuz… Bize nasıl dediler onu da anlamadık. İkinci vaka daha vahimdir. Şöyle ki; dönenleri kontrol edemiyorlar. Yani istihbaratları ikinci bir atlama yapıyor.
Bütün bu olaylar bir şeyin sonucu..  Mesela bu insanlar neden Fransa’dan kaçıp Suriye’ye gitsin? Nasıl bir sıkıntıdan dolayı?
Buradaki sıkıntı şu; Avrupa, gerek Anglosakson medeniyeti, gerek Alman ve Fransız kültürleri bakımından, ne yazık ki ne kadar liberal ve özgürlükçü olduklarını iddia etseler de, yabancı kültürleri gettolaştırmayı öngören yapıya sahiptir. Batı medeniyeti, insanları gettolaştırmayla iki hedef gözetiyor; birincisi bu insanların ana akım sisteme entegrasyonunu engelliyor ya da geciktiriyor. Böylece ana akım sistemde kendi vatandaşlarının ve kültürlerinin rekabetle karşılaşmasını önlemek istiyorlar. İkincisi gettoyu kontrol edebileceğini ve orayla ilgili politikaları rahat sürdürebileceğini düşünüyorlar. 
Almanya ve Fransa, gettolaşmayı yani yabancı kültürün belirli bir yerde toplanmasını önemli bir kontrol ve dışlama nedeni olarak gördü. Mesela Berlin’deki Kreuzberg buna bir örnektir. Oraya biz Türk gazetecileri “küçük İstanbul” deriz. Sonuç itibariyle Almanların Türklerle bir arada yaşamama kaygısının veya Türklerin dışlanmasının tipik bir örneğidir. Buna benzer Paris ve gettoları, Marsilya’daki Arap mahallesi bir Cezayir, bir Fas gibidir. Fransızlar bundan rahatsız olmamışlardır ve “entegrasyon” dedikleri şey de zaten “siz bizim kurallarımıza uyun biz de adam gibi geçinelim” demektir. Bu kadar dışlanmışlık, bu kadar gettolaşma doğal olarak üçüncü kuşak dahi olsa özellikle Arab gençlerinde bir tepkinin doğmasına ve bu tepkinin de ne yazık ki, demokratik bir sivil tepki olmaktan ziyade radikal bir tepkiye yönelmesine sebep oldu. Şimdi bunu yaşıyorlar, 50-60 yıllarını bir özeleştiriden geçirmeleri lazım. İkinci önemli nokta şu: Aşırı çifte standartçı ve adillikten uzak bir dünya sistemini destekliyorlar. Niçin? Müslümanlar hangi milletten olursa olsun, birçok şeyi artık kaldıramıyorlar. Birincisi Filistin, özellikle Gazze’de her iki yılda bir yapılan katliamlara Batı’nın bu kadar esnek, bu kadar gizli saklı tepki vermesi bütün Müslüman vicdanlarda Batı’ya karşı müthiş bir güvensizlik ve tepki doğuruyor, bu birinci gerçek. İkincisi ise, Irak ve Suriye coğrafyalarında kanlı olaylar var, Amerikan işgali öncesi ve sonrasıyla yaklaşık 1 milyon Iraklı Müslüman’ın ölümüne neden oldular. Suriye’de yaşananlar, bütün dünyaya çağrıda bulunmamıza rağmen, şu ana kadar 300.000 masum insanın ölümüyle sonuçlandı ve bir toplumun yaklaşık üçte birinin mülteci olmasına sebep oldu ve bütün bunlara kimse tepki vermedi. Öyle ki Suriye’de bir rejim kimyasal silah kullandı, bu gerçeği Rusya ve Amerikan hattında bir manevrayla örtbas ettiler. Şimdi bunlar zannediyorlar ki, dünya eski dünya, Müslümanlar eskinin kapalı toplumları ve dünyadaki bu gelişmeleri tam anlamıyorlar veya idrak edemiyorlar
Bir defa bu çifte standartlar ve adaletten uzak tutum, radikal akımların güçlenmesine ve normal küresel adalet sistemi içindeki hak arayışlarının sonuçsuz kalmasına neden oluyor ve bunun dışında sokakta yaşayan insanın, içinde yaşadığı ülkenin rejiminin bir şekilde emperyalist güçlere bağlı olduğunu düşünmesine yol açıyor; demokratik, daha özgürlükçü bir ortamda yaşama taleplerinin emperyalist yapıyla birlikte hareket eden bu kadrolar tarafından hunharca bastırıldığını görüyoruz.
2006 yılında Ortadoğu’da iki tane seçim oldu. Biri Bağdat’ta, diğeri ise Filistin’de oldu. Amerika yönetiminin kurmuş olduğu yapı içinde Bağdat’ta yapılmış olan seçim, şaibelerle yüklüydü; fakat Amerika başta olmak üzere bütün dünya o seçimi meşru kabul etti. Filistin’de yapılan seçim AGİD’den gelen gözlemcilerin de desteğiyle bugüne kadar Ortadoğu’da görebileceğimiz en meşru seçimlerden biriydi. Gazze’de HAMAS kazandı, halkın talebi buydu; ama Irak’taki şaibeli seçimi meşru kabul eden Batı, İsrail’in zorlamasıyla 2006’daki HAMAS zaferini gayrimeşru kabul etti, HAMAS’ı terör örgütü ilan etti ve Filistin halkının bütün demokratik taleplerini reddetti. Devamında ise, 2008-2010-2012-2014 yıllarında katliamlar yapıldı. 2013’te de Mısır halkının tercihini yok saydılar ve askerî darbeyi desteklediler. 
Şimdi biz kendi coğrafyamızdaki gençlere nasıl “sakin olun” diyebileceğiz? 
İki asırdır dünyayı kana boğup hiçbir şekilde karşı bir saldırı olmamasını arzu etmek, beklemek nasıl mümkün olabilir, bu nasıl bir kötülüktür?
Olay bu tartışmaya geliyor ve bu tartışma Batı için bir züldür… Esasında böyle olmaması gerekiyor.
Peki, Batı bunu tartışabilir mi?
Tartışır. Demokrasilerin vicdanı vardır. Bazen bu vicdan körelebilir, törpülenebilir, siyasî nedenlerle veya vicdansız unsurların sesinin yüksek çıkması nedeniyle gölgede kalabilir. Fakat Batı’nın rasyonel-akılcı bir geleneği vardır ve bununla beraber doğmuş olan bir tehdidi daha akılcı tespit edip bunun üzerine daha farklı formatlar atmak gibi bir becerileri vardır. Bunu mutlaka bugünden itibaren tartışıyorlar. Zaten görüyoruz da bunu, orada vicdan patlamaları da var. Biz nasıl Ferguson’daki Afrikalı gencin öldürülmesine tepki koyduysak, Gazze saldırısında da Amerikan kamuoyunun büyük bir bölümü Filistinlilerin yanında yer aldı. Bunları görmeden hesap yapamayız.
Az önce söylediğiniz, hem Batı’nın uygulamalarının insanları radikalleştirmesi, hem de I. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan kuyrukçu düzenler vasıtasıyla bölgenin aydınlarının ortadan kaldırılması ile ortada bir fikir kalmamıştı. Müslümanların geçmişiyle bugünü arasında bir kopukluk var. Ortadoğu’da kaybolan fikirler yeniden filizleniyor, bunun bir kaosu yaşanıyor, doğuş süreci biraz sancılı geçiyor diye düşünüyoruz, siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Müslüman coğrafya iki büyük anormalite yaşadı, bu iki anormalitenin devamını soruyorsunuz. Biri, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş sürecinde, Ortadoğu’nun İngiltere ve Fransa tarafından suni sınırlarla oluşturulmuş devletlerle yapılandırılması. Yaklaşık 600 yıl aralarında hiçbir sınır olmadan yaşamış olan milletlerin arasına ulusal devlet sınırlarının çok yüksek olarak örülmesi, öyle ki geçişkenlik yok. Biliyorsunuz Sinan Çetin’in “Propaganda” filminde bir köy ortadan bölünür ve köylü neye uğradığını şaşırır. Aslında o film o köyün özelinde, bütün bir Osmanlı coğrafyasının yaşamış olduğu büyük bir şaşkınlığı sembolize eder; çünkü Kahire-Bağdat-Şam-İstanbul-Saray Bosna arasında 300-400 yıl hiçbir sınır olmadı.
2. Dünya Savaşı'ndan sonra daha vahimi oldu. Sınırları bir de ideolojik sınırlar kapadı. Bir ulusal devlet sınırları vardı; birdenbire baktık ki, bir de ideoloji var. Sovyetler Birliği’nin yandaşı Saddam-Hafız Esad, biz NATO üyesiyiz. Araya önce ulusal sınırlar girdi, sonra da tercih ve ideoloji sınırı girdi. Şimdi bu iki anormalite bir araya gelince müthiş bir kopuklukla karşılaştık. Sadece biz Arap Dünyası veya Ortadoğu’yla kopmadık, Araplar da kendi aralarında koptular. 
Şimdi bu anormalitelerden sonra şu anda biz yeni bir zeminde normalleşmenin kavgasını veriyorduk ki yine bir parmak girdi.
Türkiye çok eleştirildi. Şamgen’de aslında Türkiye’nin yapmaya çalıştığı, Suriye, Irak ve Ürdün ile Türkiye’nin sınırlarını şeffaflaştırmak, insanların geliş gidişini arttırmak ve bu çerçevede de yatırım ve ticaretin arttırılması sağlamaktı. Bu yeni Osmanlıcılık olarak adlandırıldı. Hayır! Bu esasında ne Osmanlıcılık, ne de başka bir şeydi. Bu doğrudan doğruya bu bölgenin gerçeğinin tarifiydi. Yarın bir gün bu savaşlar bittiği zaman, orada işbaşına gelecek daha demokratik rejimlerle Türkiye aynı yolu bir daha açmak zorunda kalacak. Çünkü bu jeopolitiğin gerektirdiği bir şeydir. Misak-ı Milli sınırları çizilirken, Batum şehri Türkiye’nin içinde gösterilmişti, sonra Cemiyet-i Akvam, yani zamanın Birleşmiş Milletleri tarafından Batum bizim elimizden alındı. Bugün Batum, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının pasaportsuz gittiği bir şehir ve THY’nin de seferlerinde iç hat olarak geçiyor. Biz yayılmacı değiliz, biz Misak-ı Millî’yi yeniden temine mi çalışıyoruz? Hayır! Ama yaşadığımız ülkenin jeopolitiği Batum’un o statüde olmasını gerektiriyor. Başka bir şey yapamazsınız. Çünkü Doğu Karadeniz’in yaşam alanının uzantısıdır Batum. Sovyetler Birliği zamanında Sarp sınır kapısı kapalıydı, o yüzden koptuk; ama aslında biz oradan jeopolitiğimiz sebebiyle hiç kopamadık ki. Nitekim Soğuk Savaş’ın sonuna doğru ilk Sarp sınır kapısı açıldı.
Rusya ve Batı arasında bugün yaşanan kriz, petrol fiyatlarının anormal derecede gerilemesi vs. Bu işte Suudi Arabistan tek başına mı yoksa birilerinin güdümünde mi iş yapıyor?
Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri ABD ve İngiltere’nin dışında kendi başına hiç bir şey yapamaz.
Katar’ın durumu nedir burada?
Katar bir zamanlar küçük Arap ülkesi fakat büyük oyuncu rolündeydi; fakat orada beklemediğimiz bir emirlik değişimiyle beraber olacağına vardırıldı... Bu çerçevede baktığınız zaman zengin petrol emirliklerinin İngiltere ve ABD iradesi dışında çok büyük bir manevra alanları olacağını sanmıyoruz.
Katar, Suriye’de ve Mısır darbesi sırasında Türkiye’nin yanında yer aldı; ama benim gördüğüm kadarıyla son dönemeçte tekrar Suudi Arabistan’ın çizgisine daha yakın bir noktaya geliyor.
Petrol fiyatları düşüyor, bunun Türkiye için belki faydaları var, diğer taraftan uzun vadede bazı sakıncaları da olabilir. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Avrupa’nın eski hastalıklarının nüksettiği bir dönemden geçiyoruz. Türkiye’ye nasıl bakıyorlarsa, Rusya’ya da o şekilde bakıyorlar. Türkiye şu an Avrupa için bir tehdit değildir. Türkiye Avrupa için 1923’ten bu yana bir tehdit değildir. Tam tersine, Soğuk Savaş yıllarında NATO’da bulunduk, Sovyetler Birliği’nin yayılmacı politikalarına karşı bir cephe ülkesi olarak Avrupa’nın yanında yer aldık. Bunda bizim ulusal çıkarlarımız da vardı; fakat Avrupa’nın çıkarları daha çoktu. Fakat Avrupa’nın yükselen Türkiye değerine iyi bakmadığını hepimiz biliyoruz. Bunu ben Türk Dışişlerinin duayeni rahmetli İhsan Sabri Çağlayangil’e sormuştum. Kendisiyle yaptığımız sohbette çok net söyledi, ben soruyu şu şekilde sordum; “Batı Türkiye’nin nereye kadar güçlenmesine izin verir ve nerede ‘dur’ der?” O da dedi ki; “İsrail’i tehdit etmeyecek, Yunanistan’ı ezmeyecek kadar.” Bu benim için daima bir şiar olmuştur. Bugün baktığım zaman Türkiye’ye Recep Tayyip Erdoğan’ın 12 yıllık kararlı politikası sonucunda şöyle bir yere geldik; ben o gün bugündür hep rahatsızım, Yunanistan kendisi battı, yani bizim ezmemize gerek kalmadı. Şu anda Almanya tarafından lime lime doğranıyor, biz bir şey yapmıyoruz, aksine destek olmaya çalışıyoruz. “One Minute”den bu yana da İsrail Türkiye tarafından tehdit ediliyor zannında. Şimdi Çağlayangil’in o denklemine göre biz çizmeyi aşmış bir durumdayız, bu doğru. Dikkat edin: Belki Yunanistan meselesinden değil ama “One Minute”den beri Türkiye’nin başına sürekli çorap örülmeye çalışılıyor. 2008 yılından sonra gizli gizli sürdürülen, 2010’dan sonra açıktan artan ve 17 Aralık 2013’te ayyuka çıkan bir durumla karşı karşıyayız. Öyle bir şey vaaz ediliyor ki Türkiye’ye, “siz bu Recep Tayyip Erdoğan’dan kurtulursanız, her şey normale dönecek” deniyor adeta. Bunu söylemelerinin sebebi, tehdidi Tayyip Erdoğan’dan zannetmeleri. Bence yanılıyorlar. Tayyip Erdoğan orada çok düzgün bir siyasi denge. Bir, ülke nüfusunun  radikalleşmesini önlüyor; ama sokaktaki insanın duygularına tercüman oluyor, sadece tercüman olmakla kalmıyor, devlet politikasını da sokaktaki insanın duyguları çerçevesinde geliştirebileceği kadar geliştiriyor. Bunu yapmasaydı Türkiye’de insanlar Mavi Marmara katliamına tepki vermeyecekler miydi? Vereceklerdi. Bunu yapmasaydı radikal tepkiler daha yükselecekti; ama Türk toplumunun sokaktaki insanı, İsrail’in Gazze’de yaptıklarını vs. kendi devletinin en üst makamı, gereken tepkiyi gereken olgunlukta gösterince doğal olarak herhangi bir harekete ve herhangi bir taşkınlığa ihtiyaç duymadan yaşamaya devam ediyor. Halid Meşal’in Şubat 2006’da ilk kez Türkiye’ye geldiğinde bu ziyaretin çok hayırlı olduğunu bu ülkede iki kişi yazdı köşe yazarı olarak, geri kalanının tamamı Türkiye’nin ziyaret nedeniyle cezalandırılacağını savundu. Bunlardan biri bendim, diğeri de Yeni Şafak’tan İbrahim Karagül. “Eğer Hamas ile Batılı bir güç temas içinde olacak ve Hamas’ı daha ılımlı; ama Filistin halkının haklarını sonuna kadar savunacak bir çizgiye çekecekse bu Türkiye olmalı. Biz olmazsak bu güç İran veya Rusya olacak. Bu mu Batı’nın daha çok işine gelir, yoksa Türkiye’nin olması mı?” dedik. Bugün Amerikan Dışişleri Sözcüsü’nün basın toplantısında gazeteciler Halid Meşal’in geçtiğimiz haftalarda Konya’ya gelmesinden dolayı bastırıyorlar. “Bir terör örgütü lideri bir NATO ülkesinde nasıl böyle karşılanabilir?”, “Zevahiri böyle karşılansa aynı şekilde sessiz kalır mıydınız?” gibi sorular soruyorlar. Oysa Halid Meşal Gazze ağır saldırı altındayken direniş sergileyen bir partinin lideridir, terörist değildir. Yahudi lobisi ve İsrail böyle görmediği için mesele büyüyor. Biz Halid Meşal’i ağırlıyoruz diye tehdit görüyorlar bizi. Türkiye’nin kimseyi tehdit ettiğine inanmıyorum. Ege’de Yunanistan kara sularını 12 mile çıkarırsa savaş çıkar mesela.
Şimdi bir değişim süreci içerisindeyiz. Geçen sayımızda kapağımızda da işledik. Amerika çöküyor, tek kutuplu dünya düzeni sona eriyor, diğer taraftan yükselen ülkelere baktığımızda (Türkiye, Rusya, Çin, Hindistan, Brezilya vs.) tek ortak özellikleri geleneklerine bağlı olmaları. 
Çin ve Rusya’yı uzun uzun anlatmaya gerek yok; fakat Hindistan’ın tam bir başarı öyküsü olduğuna inanıyorum. 1,2 milyar nüfusları var ve bunun 300-320 milyonu Avrupa standartlarında orta direk olarak kabul ediliyor. Avrupa Birliği’nin toplam nüfusu kadar orta direk Hindistan’da yaşıyor. Elbette fakirlik var; ama 2030 planlarına göre bu sayıyı 500 milyona çıkarmayı hedefliyorlar. Bu hedef gerçekleştirildiği zaman ne ekonomik, ne siyasî olarak diş geçirebileceğiniz bir yapı değil. 
Tarihe baktığınız zaman, Çin kültürü, Hint kültürü, Rus kültürü, Türk kültürü var olan kavramlar, ne yaparsanız yapın değiştiremiyorsunuz. Brezilya, Portekiz’in sömürgesiydi; ama Portekiz Kralı’nın da son sürgün yeriydi. Dünyanın üretim dengelerinin, orta direklerinin çok harmanlandığı bir çalkantı döneminden geçiyoruz. Bu dönemde eski büyük güçler hem siyasî, hem ekonomik ayrıcalıklarını koruma gayreti içindeler.
Mesela Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “dünya beşten büyüktür” lafı, “ben geliyorum; ama sen bana yer açmıyorsun” demek. Hindistan’a da, Brezilya’ya da yer açmıyorlar. Eskiden G-7 önemli bir dinamoydu, Batılılar baktılar G-7 ile yürütemiyorlar, G-20’ye sarıldılar. Ekonomik olarak G-20’ye sarıldıysan Birleşmiş Milletler’in yapısını da değiştireceksin. II. Dünya Savaşı’ndan kalma yapı ile devam etmeye direniyorlar ve Suriye bu hâle geliyor. 
Suriye’yi bir kenara koyalım, Fransa da bu hâle geliyor.
Evet, bu bir realite... Almanya’yı, Japonya’yı, Türkiye’yi, Güney Afrika’yı, Brezilya’yı, Hindistan’ı dışlarsan bu dünyanın sorunlarıyla nasıl baş edeceksin? Edemiyorlar… 
Rusya’ya ambargo koyarak da diz çöktüreceğe benzemiyorlar, öyle değil mi?
Ruslar sert millettir, bize benzerler. 1974’te Kıbrıs’ın yarısını aldığımızda koymadıkları ambargo kalmadı. 41 yıldır aynı ambargo sürüyor biz Kıbrıs’ı verdik mi? Aynı şekilde Rus’u kessen, “Moskova’ya nükleer bomba atacağım” desen o Kırım’ı vermez. Bunu Avrupalı anlayamamış. Üç yıl açlıktan ölseler yine vermezler. 
Diğer taraftan bu zorluk halkın daha çok kenetlenmesini sağlamıyor mu? 
Tabiî ki, %81’e çıkmış Putin’e destek. Ekonomik kriz yaşayan bir ülkede halk liderini bu oranda destekler mi?  Rus’un karakterini bilmiyorsan böyle davranırsın. Ruslar, Türkler gibi iş ulusal bir noktaya geldiği zaman hiçbir taviz vermez. Gerekirse en ağırını da yapar. O yüzden gidip müzakere edeceksin. Batı, Ukrayna’yı bir sokak darbesiyle ilhak ettiğinde kimsenin ses çıkarmasını istemiyor, ses çıkarınca da “agresifsin” diyor. Sen Ukrayna’da, Gürcistan’da ortalığı karıştırırken demokrasi, Rus kalkıp “ne yapıyorsun?” dediği zaman da sana ambargo uygulayacağım. Ruslar bunu yemez. Yemeyeceğini bildiğimiz için de Putin’e sahip çıktı Erdoğan. Rusların devlet hafızası çok güçlüdür. Erdoğan’ın Putin ile zor günlerinde poz vermesini Rus devlet aklı önümüzdeki 300 yıl unutmaz. Kolay günde herkes her şeyi yapar, Erdoğan zor günlerinde yaptı. Erdoğan’ın “Güney akımı bitmiştir, Türk akımı gelmiştir, Rusya ile projelerimizi sürdürüyoruz” demesini Rus aklı unutmaz, zaten Putin de çıktı “bu adam sağlam adam” dedi.
Ukrayna’da bir takım operasyonlar yaptılar Rusya’yı yıpratmak için, Türkiye’de de buna benzer operasyonlar gördük. Önce Gezi Parkı hadiseleri ardından Cemaat operasyonları… Siz Cemaati Gladio-B olarak nitelendiriyorsunuz. Peki, Gladio-C nedir, sırada ne var?
Türkiye’nin kimyasını bozan Soğuk Savaş’tır. NATO’ya girdik ve çok kısa bir süre sonra istihbaratımız ABD’ye bağlandı, ordumuz Pentagon’a bağlandı. Bununla da yetinmedik, Soğuk Savaş’ın bitiminde bütün NATO ülkelerinde devletin içyapısından sökülüp atılan; fakat PKK tehdidi nedeniyle bizim devletimizin içinden sökülüp atılamayan Gladio-A dediğim derin bir yapılanmayla karşılaştık. Bu yapılanma Türkiye’nin NATO ve ABD tarafından kontrol altında tutulmasını sağladı. Keşke PKK gibi bir sorunumuz olmasaydı ve bu derin yapı varlığını sürdüremeseydi. İtalya’daki, Fransa’daki gibi 1991-94 arası o yapıyı tasfiye edebilseydik. Tam tersi o derin yapı 1993’te Özal’ın ölümü ile beraber bir nevi örtülü darbe ile yönetime el koydu. Siyaseti sarmaladı, medyayı kontrol altına aldı ve 28 Şubat’ı yaşadık. 28 Şubat Gladio-A’nın ulaşabileceği en üst mertebe idi; ama başarısız oldular. Bu ikinci bir kartın devreye girmesine sebep oldu. Bunu 17-25 Aralık’ta gördük. Ben buna “Gladio-B” diyorum. Bu yapı ile mücadeleyi Cumhurbaşkanı ve Başbakan kararlılıkla sürdürmekte ve azimli gözüküyorlar. Gladio-C olmadan, Gladio-B devre dışı kalamaz. Tayyip Erdoğan, Gladio-C’nin ilk kanadını, kendisine büyük sermaye grupları ve ekonomi bürokrasisinden gelen “IMF ile anlaşma yap” baskısına direnerek ve IMF’yi Türkiye’den söküp atarak ve hatta IMF’ye borç verip yönetimine bir Türk’ü sokarak muhtemel bir Gladio-C’nin önünü kesmiş gibi gözüktü. Benim kaygı duyduğum konu Türkiye’nin yumuşak karnı olarak kabul edilen ekonomi alanından gelecek bir darbe ile karşılaşacağımızdır. Sayın Cumhurbaşkanı’nın bir yıldır açıkça ifade ettiği bir rahatsızlığı var. “Merkez Bankası’nın yüksek faiz oranları benim ülkemin kalkınmasının önündeki en büyük engel, burası özerk bir yer olduğu için ben siyaseten söylememe rağmen uygulamıyorlar ve benim yapabileceğim bir şey kalmıyor” diyor. Her toplantıda bunu söylüyor. Bu boş bir feryat değil. Belli ki bu, devletin zirvesindeki adamın risk gördüğü bir noktaya işaret etmesi… 
Yunanistan’ın canını okudular. Ekonomik kriz Yunanistan ve İtalya’da teknokrat hükümetler kurdurdu. Siyasal demokrasinin içinden geçmeyen adamlar başbakan oldu, Merkel ile Sarkozy onayladı. Bu adamlar ülkelerini Almanya ile Fransa’nın talepleri doğrultusunda istikrar programları uygulatarak %30 ekonomik çöküntü ve fakirlikle karşılaştıran adamlar. Karşımızda örnekler var. Adlandırmak istemiyorum; ama Türkiye’nin Gladio-C’sinin ekonomiden kaynaklanacağını düşünüyorum. 
Siz böyle söyleyince bizim kafamızda bazı isimler canlanıyor. Peki, ne yapılması lâzım?
Oyunun kurallarını küresel ekonomiye hâkim olan emperyalist güçler koymuş. Mesela Arjantin Cumhurbaşkanı ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yapmış oldukları konuşmaların paragraf paragraf aynı olması belki başkaları için şaşırtıcıdır, ama ben hiç şaşırmadım. Arjantin Cumhurbaşkanı emperyalistlere “benim ülkemin ve milletimin üzerine yüklemiş olduğunuz dış borçlar benden önceki yolsuzlukçu ve rüşvetçi, sizinle işbirliği yapan kodamanların eseridir. Ben bu pisliklerin ülkeme yükledikleri dış borcu yapılandırır, bir kısmını da silerim” dedi. Demek ki gelişmekte olan ülkeler bu riski görmeye başladı. 
Bu işi ilk Putin yaptı değil mi?
İlk oligarkları yok ederek Putin yaptı. Mesela 25 Ocak’ta Yunanistan’da genel seçim var. Sol SYRİZA partisi lideri Aleksis Çipras “2010 ile 2014 arasında AB’nin istikrar programlarında benim halkım yok oldu, bu istikrar programı çerçevesinde bütün bu borçları ülkeme yüklemiş olan benim sermaye sınıfım kârlarına kâr katarak devam ediyor” diyor. Almanya da “ben seni AB’den atarım” diyor. Adam “kardeşim burada bir yanlışlık var, siz benim gırtlağıma binmişsiniz, ulusal egemenliğimi, varlığımı bir ekonomik krizle mahvetmişsiniz. Ben bunu düzeltmeye geliyorum, bu pisliği ortadan kaldıracağım” diyor. 
Bizim basımız da manşet atıyor “Yunanistan’ı Kuzey Kore’den beter edecek” diye.
Bravo. Hepimizin bundan sonra dikkat edeceği nokta, siyaset, ordu değil; ekonomi. Adamı ekonomiden bir yakalarlarsa ne ulusal egemenliğini, ne seçimini, ne geçimini bırakıyorlar. O yüzden ben bütün projektörlerimi ekonomiye döndürdüm. 
Salih Mirzabeyoğlu, DGM’de yaptığı savunmada “T.C. içinde yaşayan 3000 aile; hukuk da bunların çıkarına göre, ekonomi de, siyaset de, ordu da, polis de... Kendi aralarındaki dalaşmalar bir yana, bunlar hukuk üstü imtiyazlı bir zümredir!” diyor. Bunların imtiyazlarında da belli problemler çıkmaya başladı. İşler varlık-yokluk noktasına doğru gidiyor. Tedbir almak konusunda ne yapmak lâzım?
Oyunu kuralına göre oynayacağız. Bunun birinci şıkkını gerçekleştiriyoruz, ekonomik istikrarı ayakta tutuyoruz. Sosyal reformlarla bunu destekleyen yapının devam etmesi lâzım. Hesapta olmayan sorunlar da var. Bugün çevremizde yaşanmakta olan iç savaşlar, benim hesabıma göre Anadolu sanayisi için yaklaşık 200 milyonluk bir pazarı kaybetmemize neden oldu. 
Bu işler 1990’larda olsa Türkiye ne hâlde olurdu?
Biz yoktuk, biz de içeride savaşıyor olurduk.
200 milyonluk bir pazar kaybıyla karşı karşıyayız. Irak, Suriye, Ukrayna, Mısır, Libya… Bu pazarları kendi suçumuz olmadan birileri bize kaybettirdi. Buna rağmen ayakta kalıp ekonomik büyüme kapasitemizi ayakta tutuyoruz. Bunu da demokratik sistem içerisinde yapıyoruz; Çin gibi yapmıyoruz. Bu ekonomik istikrarı IMF’nin, Dünya Bankası’nın veya AB Merkez Bankası’nın eline düşmeden ulusal kimliğimizle ayakta tutmak zorundayız. Yunanistan ve İspanya örnekleri ulusal para biriminden vazgeçmenin büyük bir risk olduğunu, emperyalizmin boyunduruğu altına girmek olduğunu bize gösterdi. Eurolaşmadan en çok Alman sermayesi kazandı. Ulusal para birimimizi güçlü bir şekilde korumalıyız. Bu ülkenin ekonomisi bir ara dolarizasyona girmişti ve sonrasında ne krizler yaşadığımızı biliyorsunuz. Çok şükür bu hükümet dolarizasyonu ortadan kaldırdı ve Türk lirasıyla her şeyi yapar hâle geldik. Bu politikalar devam etmeli. Bu politikalar devam ettiği sürece üzerimize gelecekler.
Dediniz ki “kuralları onlar koydu ve ona göre hareket etmeliyiz”, bu kurallar içerisinde oynamak zorunda mıyız?
Esasında biz bunu yaptık ve Türkiye’yi belli bir yere oturtamamalarının sebebi bu. Erdoğan ilginç bir karakter, takdir ediyorum. Pragmatik yönleri de var; ama en önemli yönü siyaseten çok sağlam ve seri tehdit algılaması yapabiliyor. Tehdidin geldiği noktaya da tavizsiz yürüyor. Bu bazen iç politikada tartışmalara yol açabilir; ama Türkiye’nin genel gidişatı açısından tehdit algılamasıyla tehdide karşı tedbir alma süresinin kısalığı Türkiye için bir avantaja dönüşmüş durumda. Paralel yapıyla mücadele ederken ekonomide doğabilecek bir zafiyetin bütün mücadelenin canını okuyacağını bilerek davranıyor. Tek bir yöne odaklanmıyor. Aynı zamanda hükümet çok iyi sosyal programlar açıklıyor ve sokaktaki insanı rahatlatıyor; bu bir yönüyle bir oy avcılığı, demokrasinin bir gereği. Lakin bir yönüyle de mevziiyi tahkim ediyor. Bu dış mihrakın ve içerideki işbirlikçilerinin hareketsiz kalmalarına neden oluyor. Hareket etseler bile cürümleri kadar yer yakabiliyorlar. 
Bir de bir tarafa cephe alırken kendi safında bulunacakları çok iyi tayin ediyor kanaatimizce.
Bu bazen dediğiniz gibi oluyor. Bazen ise kendiliğinden… Mesela benim bu mücadelede Ak Parti’nin yanında yer almam kendiliğinden oluşan bir durum. Ben sol kanattan gelen bir insanım; ama Tayyip Erdoğan’ın 12 yıllık serüvenine baktığım zaman Türkiye’nin en antiemperyalist hükümet yapılanmasını görüyorum. CHP’yi de hayretle izliyorum, Tayyip Erdoğan ve kadrolarından daha sağda kaldığı için. 
Artık kriter samimiyete döndü. İnsanlar hangi davadan olursa olsun, samimiyet kriter.
Samimi değiller evet. Samimi olsalar, “sen Kürt sorununun çözümünü mü istiyorsun, al sana çözüm” der bir metin koyarlar ortaya; ama yok. Kürt sorununun çözümünde “sosyal demokratız” diyen bir partinin, “muhafazakâr demokratız” diyen bir partinin gerisinde kalması Türkiye açısından ve dünya siyaseti açısından ilginç bir deneyim. Sosyalist Enternasyonal’e gittiklerinde nasıl hesap verdiklerini merak ediyorum.
Siyaset önemli… Siyasetin bel kemiği ve rotası önemli... Özgürlükçü, antiemperyalist, dünyadaki adaletsizliğe karşı çıkan, kuzey-güney arasındaki olağanüstü sosyal adaletsizliği kavramış olmak. Bugün Ahmet Davutoğlu “bugün kuzey-güney arasındaki eşitsizliği nasıl gideririz” diyor; ve bu benim düşüncemle aynı. İnsanların 1,1 milyarı temiz suya ulaşamazken, Amerikalıların obezite tedavilerine yılda 93 milyar dolar harcamaları normal değil. Ya Amerikalılar biraz az yiyecek ve o 93 milyar dolayı güneye indirecekler ya da güneye o 93 milyar doları kazanacakları imkânı sağlayacaklar. Bunların hiç birinin yapılmadığı bir dünyada, gelişmiş sanayi toplumlarının çözümünün diyetisyenlerden gelen reçeteler olması ve bunun karşılığının da Suriyeli çocukların soğuktan donması ise bizim burada Müslümanlar olarak, sosyal demokratlar, muhafazakâr demokratlar, solcular, liberaller olarak; insan olarak hepimizin ortak bir noktada buluşması gerekir. Ben Türkiye’de yaşıyorum ve güneyimizdeki sorunların bizim sorunlarımız olduğunu biliyorum. Bu sorunlara çözümler getiremeyen bir siyasî hareketle birlikte olmam düşünülemez. Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu muhafazakâr ve Müslüman kimlikleriyle bu hassasiyeti yakalamış iki insan. Bu hassasiyeti ben de farklı düşüncelerle yakalamışım. İnsanlığımız bizi aynı masanın etrafında topluyor. Bazı arkadaşlar bunu kategorik olarak reddediyor, onlara da “beyaz Türk” diyoruz. Beyaz Türklük faşizmdir.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Hayır, teşekkür ederim.
Biz de teşekkür ederiz, ağzınıza sağlık.