Malumunuz fıkıh, “fehim, anlayış” mânâsına geliyor. Hicrî ilk asırlarda böyle anlaşılıyordu. Sonra fıkıh ilmi çerçevesinde icar, seleme, talak, lian bahislerine irca oldu. İmam-ı Gazali Hazretleri de bunu İhya’da ifade ediyor. Fıkıh kavramıyla “fıkıh ilmi” arasındaki farkla birlikte fıkh-ı zahir ile fıkh-ı batın arasındaki farkı bize belirtebilir misiniz?
Hamd, Allah’a mahsustur sözüyle başlayayım. İmam Gazali Hazretlerinden söz açmanız iyi oldu. Gazali Hazretleri hakikaten büyük bir iddiayla bu muazzam eseri, İhya-u Ulûmud-Dîn adlı eserini yazıyor. “Din ilimlerinin ihyası”, canlandırılması anlamına geliyor. Aslında kitabın adı bir meydan okumayı da ifade ediyor. O güne kadar din ilimlerinin üzerinde adeta bir ölü toprağı olduğunu, hazretin gelip o ölü toprağını silkelemeye gayret ettiğini ve dinî ilimleri canlandırdığını ifade ediyor. Hicrî 5. Asır’da doğdu ve eserler verdi.. Bu asra baktığımız zaman büyük bir fikri kargaşa içinde olduğunu görürsünüz. Batınîliğin, yani dinin içini boşaltmaya yönelik bir akım olan Batıniyye mezhebinin yaygın bir şekilde varlığını sürdürdüğünü görüyoruz. İmam-ı Gazali’nin hayatı bunlarla mücadeleyle geçiyor. Bu eserin ilk bahsi “kitabu’l ilim”dir. İlimle ilgili ayetleri, hadisleri tasnif ve izaha kavuşturuyor. Hadisleri zikrederken meşhur bir hadisimiz var; Buharî-i Şerif’te geçen; “Allah kime hayır murad ettiyse, onu dinde fakih kılar.” Yani başta ifade ettiğiniz gibi, dinde anlayış sahibi yapar. Dini kavrama ve idrak etmede ona imtiyaz tanır. Bu hadis-i şerifi verdikten sonra peşine şu notu düşer; “Sakın zamanımızın fukahasına, hocalarına bakarak bu hadisle ilgili şüpheye düşme! Allah bunların neyine hayır murad etmiş?” 

Hicri 5. Asır’da saltanatla ilgili fetva verenler ve ayrıca, “aslolan insanın kalbinin temizliğidir, amele gerek yok” gibi ifadelerle bâtınî düşünceyi savunanlar var. Dinin içini boşaltmaya yönelik operasyonlar var. Bir bakıma günümüzü hatırlatıyor. O dönemde Kudüs’ün yitirilmesi gündem. Haçlılar Kudüs’ü işgal etmiştir. Gazali Hazretleri bu hadisle ilgili “şüpheye düşmeyin”derken fıkıhta geçen amellerle ilgili bahislerden selem, oruç, namaz gibi mevzuata hakim olmak mânâsına gelmediğini, “Fıkıh bilmenin ahiretin dünyadan hayırlı olduğunu asgari düzeyde bilmek”olduğunu ifade eder. Fakih, dünyada yaptığı her şeyin hesabını ahirette vereceğine inanan kişidir ve bunu hayatında gösteren kimsedir. Allah’ın huzurunda hesap verme bilinci içinde olmak demektir.

İmam-ı Gazali şunu da diyor; “Din ilimlerini formel hâle getirirseniz ölür. Ben dinin ruhunu ele aldım…” Şekil ve zahiri öne alıp ruhunu ihmal etmek tehlikesine dikkat çekiyor olmalı?
Bir insanın içinin düzgünlüğü dışının düzgünlüğünden belli olur. Bir adam namazı namaz gibi kılıyorsa bu adamın içi de düzgün demektir. Hadis-i şerifte de geçtiği gibi tavuğun yem toplaması gibi kılıyorsa problemli demektir. İbadetimizi Allah’a tahsis edip kulluğumuzu öyle yapabiliyor muyuz? Nasıl ki, “içim temiz, dışım önemli değil” demek batınîliğe götürürse, “dışından iyi ol, için nasıl olursa olsun” düşüncesi de münafıklığa götürür. Dış ve iç düzgün olacak. Fıkıh bunun sanatıdır.

Tasavvuf da burada kendini gösteriyor olmalı, tasavvufun dindeki yeri nedir hocam?
Tasavvuf dinin bir parçası. “Cibrîl hadisi” diye bilinen, “Cebrail geldi, size öğretti” diye bilinen hadis. Hz. Ömer nakletmiştir. “Bir gün biz otururken” diyor “bembeyaz saçları, bembeyaz elbisesi olan, ama içimizden kimsenin tanımadığı biri geldi, dizini peygamber efendimizin dizine dayadı” diyor. “İman nedir diye sordu”, Hz. Peygamber cevapladı. Demek eğitimde diz dize duruş önemli. İkinci bir husus da, sorularıyla beraber, ihtiyaç içinde geliyor. Eğer eğitimde ihtiyaç yoksa boşa konuşuyorsunuz demektir. Karşılığı varsa anlamı olur. Bugün gençliğimize gerçek ihtiyaçlarını hissettiremiyorsak havada bir eğitim olur. 

Cebrail aleyhisselam daha sonra “İslâm nedir” diyor; peygamberimiz anlatıyor. Peşinden “ihsan nedir” diyor. İşte “ihsan” dediği tasavvufu karşılıyor. Peygamber efendimiz orada da iki şeyden bahsediyor; “Allah’ı görürmüşçesine ibadet etmek, sen onu göremesen de o seni görüyor.”Demek ki, birinci basamak Allah’ı görürmüş gibi ibadet etmek, onu yapamıyorsan, o zaman en azından Allah’ın seni gördüğünü idrak ederek ibadet etmeli. “Murakabe” dediğimiz, yani “Allah’ın kontrolünde olduğunu hissederek ibadet yapmak. Tasavvuf bu… İbadette bir kıvam, kalite, standartlar çerçevesinde, iç bütünlüğüyle, Allah’ın huzurunda olduğunu bilmek. Cebrail aleyhisselâm dördüncü olarak kıyamet alâmetlerini soruyor. En son peygamber efendimiz diyor ki, “Etaküm yuallimekum dinekum”.. yani “Size dininizi öğretmek için geldi” Din dediğinizin içinde ne var? İman, İslâm, Tasavvuf ve Kıyametle ilgilenmek. Nokta.

İlim mânâsında fıkıhçı ile hakîm mânâsında fakih arasındaki farka bir misâl. Şöyle; adam fıkıhçı diye bir gazetede yazıyor. Fakat daha önce “en büyük sivil toplum hareketi” diye Fetullah Gülen’i övücü yazılar yazmış. Hâlâ “fıkıhçı” biliniyor ve köşesinde fıkıh mevzuları yazmaya devam ediyor. Bir başka fıkıhla meşgul olan kişi üniversitede hoca? Ancak FETÖ’nün Abant toplantılarının müdavimi, fahri başkanı. “Ilımlı İslâm ve Dinler arası Diyalog” fitnesine ses çıkarmamış. Basiretsizlikten veya gönüllü hizmetten... Ortada bir basiretsizlik olduğu kesin. Şahıslar üzerinde değil de fikir üzerinde konuşmak gerektiğinden isim vermiyorum. Göz göre göre İslâm için tehdit olan bir yapıyı göremediği halde fıkıhla meşgul, yazıyor, anlatıyorlar?
“Müminin ferasetinden korkun, o Allah’ın nuruyla bakar” buyuruluyor bir hadis-i şerifte. Ne demek Allah’ın nuruyla bakmak? Bir hadis-i kudside de şöyle nakledilmiş; “Kulum bana nafile ibadetlerle o kadar yaklaşır ki, ben onun gören gözü olurum” buyuruyor. “Gören gözü” olunduğu zaman işte o zaman Allah’ın nuruyla bakılmaya başlanıyor. Bunun için de kalbi bir kıvama ihtiyaç var. İhlâs dediğimiz, her türlü eylemde Allah’ın nurunu gözetmek, öncelemek gibi bir gayeye matuf olarak hareket etmek. Şimdi bu hocaların ilmi kıvamı iyi ama işte bu beşinci asırda bahsi geçen ulema sınıfı gibi menfaatini önceliyor. Devlette görevliler, beş bin dinar alıyorlar diyelim. Şimdi bu parayla yaşadığın konforlu bir hayat mı, yoksa yarı aç yarı tok ama Allah rızasına adanmış bir hayat meselesi mi? Burada yaşanan zorluklara sabretmek, ahireti görüyormuş gibi ahirete iman etmekle mümkün. Fakihlik burada. Bu hocalarsa ya bu yapının hizmet ve imkânlarından istifade etmiş veya çocukları onların okullarında parasız veya burslu okutturulmuş. Yurt dışında imkânlarından faydalanmış veya Türkiye’de haklı haksız imtihanlardan geçme fırsatı elde etmişler veya akçeli ilişkileri söz konusu olmuş. Bunlar olunca tabii menfaat gözü köreltiyor, burnunun dibindeki hakikati göremez hale geliyor. Onun için Arapların güzel bir sözü var, “Sevgi, insanın gözünü kör eder” Sevdiğinizden dolayı veya menfaat sevgisinden ötürü kusur göremezsiniz. Bu nedenle bizim Ehl-i Sünnet inancında bütün insanlar günahkârdır. Sadece peygamberler günah işlemez. Siz bir şeyhin, hocanın, imamın bağlısı olabilirsiniz. Ancak her an teyakkuzda olmanız lazım. Bu insan hata yapabilir? Masum değil. Veli, mürşid olabilir ama hatadan beri değil. Hatadan beri derken, çıplak gözle görülemeyecek kadar. Kimileriyse aşırı muhabbetten dolayı göremediler.

Benim de yaşadığım bir olay var. Bu Bank Asya ilk defa kredi kartıyla taksit uygulamasına geçti. Reklamlarında gördükten sonra “bu caiz midir” diye bir hocaya sorduğumda, “hoca efendi bunları gözden geçiriyor, o onay vermeden banka işlem yapmıyor, ancak o onay verdiğinde caiz oluyor” demişti. Bir defa, az buçuk fıkıhtan anlayan biri bu tür bir değerlendirme yapmaz. Dört mezhebin imamına da nisbet edilen bir söz vardır; “kaynağımızı bilmeden bizim sözümüzle amel etmeyin” derler. “Bizim sözümüzle amel etmeyin ancak biz size masum peygamberden naklediyoruz. Görüşlerimizi O’na dayandırıyoruz. O kaynağı bilmeden amel etmeyin.

Sıradan biri için tolere edilebilir bir husustur ama bir fıkıh hocası için tolere edilmez. Bu kadar büyük bir hadiseye dönüştüğünü idrak edebilmek, hakikaten hassas biçimde Allah rızasını terazi edinmiş olanlarda görülür. Ve bu olmuş da. Ben mesela birçok hocadan bilirim, bu hareketle ilgili hiçbir zaman müsbet söz söylememişler, tasvip edici laflar söylememişlerdir. Fetullah Gülen’in eski vaazlarına baktığınız zaman İslam ticaret hukukunda neredeyse taksitli satışı caiz görmeyecek kadar katı Hanefi profili çiziyor. Müşriklerin kastedildiği ayette buyurulduğu gibi, “önce gündüz gözüyle müslüman gibi görünün, akşama doğru da kâfir olun belki onları dinden döndürürsünüz” Bu bir strateji. Hayatınızın ilk devresinde en sofusundan, en takvalısından Müslüman alim profili çiziyorsunuz, insanlar size güveniyor, bağlanıyorlar ondan sonra tedricen -Allah muhafaza- şeytanlaşmaya başlıyorsunuz; ama o güvenlerini kazandığınız için bu şeytanlaşma onlar tarafından fark edilmiyor. Yani ölene kadar kimsenin garantisi yok. Hepimiz tehlikedeyiz. Yarın ne olacağımızı bilmiyoruz.

Şunu anlıyorum hocam, fıkıh ilminde malumat sahibi insanlar olsa da hakiki mânâda fıkıhçı olmadıklarından herhangi bir tavsiyelerine itimat edilemez. Şuraya bağlamak istiyorum; İslâm’a dair bütüncül bir anlayış, İslama muhatap anlayışla, menfaat ve zararını kavramak, bunu da her türlü hadisede gösterebilmektir fakihlik. Allah korkusu ve ilmin beraberliği. Belli bahisler üzerinden hareketle amel olmuyor, külli bir anlayış lazım. Bir ideolojiye getirmek istiyorum meseleyi?
 Dediğiniz şu yönüyle doğru. Müctehidlik bahsinde efendimizin buyurduğu gibi, “ictihadda isabet olursa iki sevap, yanlış yaparsa bir sevap alınır” Neden iki sevap? Çünkü usul ve esastan hareket etmiştir. 

İtikat ve amelde tamamlanmış olan bir hususta içtihat yapmaya kalkışmanın anlamı ve yeri var mı hocam?
Ayet ve hadisle sabit olan hususlar zaten içtihad alanının dışında. İçtihad dediğimiz ayet ve hadisin yorumu üzerinden yapılan bir eylem. Nitekim İmam-ı Şafi ile İmam-ı Azam'ın aynı meselede farklı yorumlarda bulunduğu olmuş. Ehl-i Sünnet’te doğru tek olduğuna göre bir yanlış olabilir. Ama her ikisi de Allah rızası uğrunda gayret ettiklerinden yanlış da yapsalar kazançlıdırlar. Her meseleyi tahlil durumunda olmayan veya herhangi bir hadiseye vukufiyeti olmayan biri “bana göre şöyledir” demeye başlarsa, eskilerin ifadesiyle “ikmal-i nüsah” etmediği yani eğitimini tamamlamadığı için yetersiz bir alanda konuşmaya çalışıyor demektir. Eskiden “sultanları memnun etmek için bu fukaha uğraşırdı” denilirmiş. Bugün de halka hoş görünmek, tribünleri memnun etmek, ekranlarda yer alabilmek için fetva üreten veya dini yorumlamaya kalkanlar için bu doğru olabilir. Laik-seküler bir baskı ortamında insanlar bildikleri hakkı ve hakikati söylemekten korkar hale geldiler. Çünkü sizin ne söylediğinizden ziyade ne anlamak istedikleri üzerinden sizi yargılıyorlar. Mesela Nurettin Yıldız hocanın başına gelen bunun çok basit bir örneği… En üst seviyede tenkit almış bir hocamızdı. Hâlbuki söylediği sözlere böyle konjonktürel bakmadığınız zaman yanlış görmezsiniz. Bireysel yanlış bunlar oysa. İçtihad dairesi içinde kabul edilebilecek yanlışlardır. Fakat linç girişimine muhatap olduğunuz zaman ilim öğreten insanlar savunmaya çekiliyorlar.

Nurettin Yıldız fakihlikte bütüncül anlayışa sahip bir insan mı hocam? Ben Nurettin hocada dinî bir edep göremiyorum. Konuşurken sahabeyi de eleştiriyor. Nurettin Yıldız bahsettiğiniz mevzuda bir haksızlığa maruz kaldı, onu da söyleyeyim.
Yalnız insanları bütüncül kabullerle kabul veya red de yanlış bir şey. Mesela İbn-i Teymiyye’yi tamamen doğru kabul edersen reddedersin, İbn-i Arabi’yi yüzde yüz doğru kabul edersen reddedersin. Bir adamın yüzde 70 doğrusu varsa, ihtilaf ettiğimiz yerlerde de ayrı düşeriz; bu çok normal bir şeydir.

Günümüzde olan tartışmalar İslama muhatap anlayışdaki eksikliklere işaret etmektedir. Bu anlayışın yenilenmesi, mezheplerin gerekliliği, sahabilerin konumunun idraki, sünnetin dindeki yeri gibi bahisler fıkıh ilminin meseleleri değil. Bir kısmı itikada taalluk eden tefekkür, hikmet mevzularıdır. Dolayısıyla bu hususta müslümanlarda bir kafa karışıklığı var. İslama muhatap anlayış olmadan giderilebilir mi? Buradaki sorun ne?
Tabii en basitinden şu misali vereyim; bir dönem ben hocalarımızdan birinin Hz. Ömer’le ilgili ileri geri konuştuğuna şahit oldum. Hatta bir yerde, “Hz. Ömer kaynak mı?” dedi. Bunu söyleyen adamın kendisine bakması lazım. O’nu takmayan adam kim tarafından kaynak görülür? Kendine sorması lazım. Peygamberden sonra ikinci sırada sayılan birini görmeyen biri kendini nasıl kaynak görebilir? Yani ekranlara çıkıp ümmete konuşma hakkını kendisinde nasıl bulabilir? Temel problemimiz bu.

Hocam ben Yüksek İslam Enstitüsü kökenliyim. Orada gördüğüm eğitimde sahabîlere edep ve hürmet tavrını görmedim. Necip Fazıl’ın eserlerini okuyunca gördüm. Hayatımızda karşılaşılan bütün meselelerin, günün şartları dikkate alınarak bütüncül bir anlayış çerçevesinde yani ideolojik anlamda insanımıza sunulması lazım.
Bu arada Nurettin Yıldız hocanın güzel bir sözü var; “Adamın biri Kur’an bize yeter” demiş, bunun üzerine üç saat konferans veriyor. Diyor ki, “madem Kur’an yeter, o halde sus. Peygamberin konuşmasına müsaade etmiyorsun ama bırakın ben konuşayım diyorsun.” Bunlar bizim çelişkilerimiz. Edep olmadan, benden önceki hocalarımızı silsile halinde sevmeden yahu benim konuştuğumu kim dinler? Böyle bir şey var mı? Ben insanlara bağırıp çağırıp hakaret edeceğim; insanlar da beni sevecek sayacak? Böyle saçma bir şey olabilir mi? Ali Fuat Başgil hoca iyi tespit etmiş, “ilahiyat fakültelerinde din alimi değil, din tenkitçisi yetişiyor.” Biz de ilahiyat fakültelerinden geldik, oralarda hocalık yapıyoruz; maalesef dini anlamaktan çok dini tenkit etmek üzere kurgulanmış yapılar.

  Üstad Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü adlı eserinde muhatap anlayıştan da bahsediliyor. Bir fıkıhçı olarak nasıl değerlendiriyorsunuz bu eseri?
Üstad hakikaten çok enteresan bir bakış açısı yakalamış. Üstad’ı Üstad yapan nokta da o farklı bakışı yapabiliyor olması. İdeolocya Örgüsü’nde meselelerin hikmet boyutunu çok iyi algılamış. Mesela benim en çok dikkatimi çeken hususlardan biri; “elimde devlet erki olsa derhal vaizlere vaaz vermekten el çektiririm” diyor. Neden? Çünkü vaaz İslam’da temsil makamı. Oraya İslam’ı her yönüyle temsil edebilecek, denge dini olan İslam’ı insanlara sevdirebilecek insanların hakim olması lazım. Bu donanımda insanların yetiştirilmesi lazım... Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü’yle İslam ceza hukukuna, ibadet hayatına bakışında bütüncül ve işin ruhunu kavradığını, hikmetlerini sezebildiğini gösteren bir eser ortaya koymuş. Özellikle fıkıh okuyacaklar için “hikmet-i teşrî-şeriat hükümlerinin hikmeti” ölçüsünü öğrenmek için şiddet ve hararetle tavsiye ederim. Üzerinde düşünülmesi gereken bir eser. Tabii Üstad bir din alimi değil, din düşünürü. Binaenaleyh din alimiyle din düşünürünü birbirinden ayırmak lazım. Şu anlamda: Üstad’a fetva sorulmaz ama bir hocanın verdiği fetva anlatıldığında o fetvanın hikmetini size söylesin. Zekâtın niçin uygulandığını Üstad’a sorun, zekât müessesesiyle ilgili kitaplarda okuyarak bulamayacağınız hikmetleri İdeolocya Örgüsü’nde çok rahat, anlaşılır bir üslupla ve tatlı bir şekilde anlattığını görürsünüz. Ama şundan bu kadar, bundan bu kadar zekât verilir, bunu Üstad’a sormak abesle iştigal olur. Dolayısıyla teorik olarak bu eser çok önemli bir kaynak. Bu, eserdeki her şeyi kabul ettiğimiz anlamına gelmiyor. Elbette Allah’ın kitabı haricinde her kitabın eksiği gediği olabilir. Ama bu eser bir el kitabı olarak İlahiyat, İmam-Hatip talebesinin dinle, diyanetle ilişkisi olan herkesin elinde bulunması gereken bir kitap. Hatta gruplar halinde okunup müzakere edilmeli ve hazmedilmeli. 

Fıkıh ilmiyle fıkıh hikmeti arasındaki farka bu eser misal verilebilir mi?
Üstad Osmanlı kültürüyle yetişmiş bir şahsiyet. Biliyorsunuz kültür okulla kaim bir şey değil, aile, sokak, toplumla kaim bir şey. Yani bugün devrim yaptım demekle ertesi gün insanları değiştiremiyorsunuz. Zaman alır, eğitim ister. Üstad’ın bakışıyla İslâm izzet kaynağı olarak görülür. Savunmacı bir refleksle hareket etmiyor Üstad. Bugün şahit olduğumuz temel problemlerden biri de, en baba hocalarımızın savunmacı bir refleksle İslam’ı anlatıyor olmasıdır. Adeta İslam adına İslâm’a mazeret üreterek İslam’ı anlatıyorlar. Üstad tam aksine bunu anlamaya mecburuz diyerek hakikati anlatıyor. Allah’ın tevfikiyle ortaya koyduğu bakış çok daha doğru bir yerde duruyor.

Camilerde sık rastlanan bir hal var hocam. Eller göğüste, ayaklar yarım metre açık. Hangi mezhebin uygulaması diye soruyoruz öğrenmek için. Cevaplardan biri şu; “ben kendimi bu şekilde Allah’a daha yakın hissediyorum.”
Öbürü de amuda kalkıp, “ben de böyle daha rahat hissediyorum” der. Özellikle bu ibadet bahisleri, babadan, anadan görerek yapılan hususlardır. Bu, yapana göre doğru mu, yanlış mı tartışması değildir. Nihayetinde dört mezhepte ölçüler belli. Hadislerde karşılığı var. Konformist bir anlayış ibadette olacak şey değil. Müslüman atalarımızın dini üzerine yaşadığı gibi yaşarız. “Atalarım İbrahim, İshak ve Yakub’un milletine tabi oldum” diyor Yusuf aleyhisselam… İyi atalar olduğu gibi, beton ataları olanlar da var. Ayakları açma meselesinde Peygamber efendimiz, omuzlar ayaklara göre safını tertiplemiş. Saflarda o kadar sıkı birbirlerine yapışırlardı ki, Hz. Ömer, elbiselerimizin omuz kısmı aşınıyor diyordu. Hanefi mezhebinde asgari dört parmak mesafe... Azamisi el hizasını geçmeyecek. Ayrıca ayakların kıbleye doğru olması gerek. Bir de şu var; Mekke’de şahit olduğum hadiseyi anlatayım. Cuma veya bayram namazında yer bulmak zordur. Adam geliyor sıkışayım diyor, ters ters bakıyoruz ona? Ee? Oldu o zaman, adamın bir gelse: Ben Müslüman olmak istiyorum dese ne yapacaksın? Sen Allah’a ibadet ediyorsun, O’nun huzurundasın. Senin namazın ne kadar mübarekse, onun ki de öyle. Bu noktayı ıskalıyoruz çoğu zaman. Bu seküler hayat tarzının getirdiği bir tesirdir. Dikkatli olmak lazım... Tesettürün kendisi gösteriş aracı haline gelirse tesettür olmaz ki? İlimde de öyle ben profesör filan demenin alemi yok ki? Kul olmak lazım önce…

Size Üstad’ın yetiştirdiği fikir adamı Salih Mirzabeyoğlu’nun Başyücelik Devleti adlı eserini de takdim edeyim, inşallah ileride tetkiklerinizi alırız hocam… 
Arapçası bana daha önce verilmişti ama Türkçesini tercih ederim. Her tercümede eksiklik, fazlalık olabilir. Allah, hem Üstad’a hem Üstad’ın devamı olan Üstad Salih Mirzabeyoğlu’na rahmet eylesin… Çilesi çekilmeyen hiçbir davanın samimi ürünü olmaz. Bir de takdir örgüsü var. Bazı büyük insanlar dönemlerinden erken gelmiş oluyorlar. Dönemlerinde anlaşılmıyorlar. Geniş kitlelerde karşılığı olmuyor. Fakat burada aracı unsurlara ihtiyaç var. Yani halka inen, halkı inandıran, dönüştüren, halk hareketi olabilen, sonuç alan fikriyatlar hareket olabiliyor. Fakat tarihe düşülecek notlardır bunlar. İrfan kaynağımız olan Üstad’ın ve Mirzabeyoğlu çizgisinin bizim İslamcılık davasında çok muazzam bir  yeri var.  İnşallah yaptıkları ürettikleri şeylerin mükâfatını görüyorlardır. Cenab-ı Allah varsa taksiratlarını affeylesin. Lütfuyla rahmetiyle muamele eylesin. 


Baran Dergisi 609. Sayı