Kendisini Batılı devlet kategorisinde gören Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, kuruluşundan bu yana başında bulunan bütün hükümetler Batı’nın icazetini alarak posta yayılmışlardır. Kuruluşta, İngiltere, Fransa ve kısmen ABD’ye karşı bükülen boyun, 1930’ların sonundan 1940’ların ortasına kadar da Almanlara karşı göğüs hizasına düşmüştür. Nihayet, daha bir buçuk sene evvel, 15 Temmuz’da kanımızla gevşettiğimiz kemendi, 1940’ların sonuna doğru eline ABD almış ve günümüze kadar da Türkiye üzerindeki tekelini korumuştur. Dediğimiz gibi daha bu kemend boynumuzda, atmış değiliz; fakat insanımızın “İslâma Muhatap Anlayış” nizamına duyduğu iştiyak ve hasretle paralel gelişen kötüye olan düşmanlığı ve iktidardakilerin ABD’ye karşı yetersiz de olsa yürüttüğü hamleler, bağımsızlığımıza engel kemendi koparacak törpüdür. Önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi, ABD’ye karşı olmanın birçok sebebi olabilir; kimi Rusçu olduğundan ötürü karşı oluyorken, Büyük Doğu-İbda ideolocyası “İslâm’ın Emir Subaylığı” olması sebebiyle ABD emperyalizmine karşı mücadelenin yıllardır bayraktarlığını yapmıştır.

Uyaralım: ABD’ye karşı Avrasya bloğu ile ittifak kurmak elbette ki kimseyi Rusçu yapmaz; yeter ki ABD’ye çalışan kadrolardan boşalan yerlere Avrasyacılar dolmasın, ABD’nin tekelinde olan ticaret, sanayi ve bilim, bir başka emperyalist olan Avrasya bloğunun tekeline geçmesin! Rusya ile Türkiye’nin çok köklü bir ilişki tecrübesi var. Fakat bu tecrübeye rağmen ne Türkiye Rusları doğru düzgün tahlil edebilmiş, ne de Ruslar Türkiye’yi… Yapılan bir takım teşhisler ise olan üzerinden değil de olması istenenler üzerinden yapılmış; yani yapılamamış! SSCB zamanı ile şimdiki Rusya arasında isim ve metod haricinde bir fark olmadığını okuyucu bilir; tıpkı Çarlık Rusya’sı ile Sovyetler arasında olmadığı gibi… Hedefler aynıdır, göz dikilen belli başlı mevzularda aksülâmel değişmemiştir vesaire… Bu sebeple Rusların bize ne gözle baktığını, özellikle Sovyet kaynaklarından faydalanarak anlamaya çalıştık.

Türkiye ile RSFSC (SSCB’nin o zamanki adı, Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti) arasında ilk resmi temas Vladimir Lenin’in talimatıyla Türkiye’ye gönderilen Semyon Aralov vasıtasıyla gerçekleşmiştir. Lenin, Kemalistleri ve bunların sütre gerisinde tuttukları asıl gayelerini diplomatına şu şekilde tarif etmiştir: “Mustafa Kemal Paşa tabii ki, sosyalist değildir. Ama görülüyor ki, iyi bir örgütçü, yetenekli bir komutan, burjuva-ulusal devrimini yürütüyor… Emperyalistlerin gururunu kıracağına, padişahı da yardakçılarıyla birlikte silip süpüreceğine inanıyorum.” Bu sözlerin ne mânâya geldiğini Lozan Konferansı bahsinde anlayacağız. Anadolu’ya gelen ilk Sovyet diplomatının hatıralarına baktığımızda çok sathi değerlendirmelerle karşılaştık, hatırat resmen bir militanın ajitasyon maksadıyla hazırladığı broşür keyfiyetinde… Mustafa Kemal ile görüşmelerinde, genellikle onun İslâm’a bakışını aktarıyor ve bu melun, İslâm karşıtı bakışa dayanıp elini ovuşturarak “ilerici” Türkiye’den birtakım kehanetler veriyor. Bunun haricinde, uzun yıllar SSCB Dışişleri Bakanlığı görevinde bulunan Andrey Gromiko’nun hatıralarında da Mustafa Kemal hakkında “devrimci” bir lider olarak bahsedildiğini görmekteyiz. Gromiko, Türkiye-SSCB arasındaki ilişkilerin gidişatındaki bütün menfilikleri İsmet İnönü’ye yükleyerek Lenin ile Kemal arasındaki dostça mektuplaşmalardan bahseder.

Rusların Anadolu’da gözü iki noktaya dikilmiştir; biri İstanbul (Boğazların bulunması ve Ortodoksluğun başşehri olması hasebiyle) diğeri ise Kafkas vilayetleri… Bu mevularda, ülkemizdeki Rusçu maymunlar, fincancı katırlarını ürkütmemek için Stalin heyulasını göz önüne dikerler, Rusların emelleri ile Stalin’in emellerini birbirinden ayrıştırırlar. Ne var ki Çarlık Rusyası’nın İstanbul’u başkent olarak görme arzusu, Kafkas Vilayetleri’ne hâkim olmak adına açılan “Vladikavkaz” pankartı, Stalin tarafından gerçekleştirilmeye çalışılmıştır, ilahi hikmet gereğince başarısız olmuştur. Aralov’un anılarından öğrenmekteyiz ki, Kâzım Karabekir Paşa Batum da dâhil Kafkasya’da birçok vilayeti ele geçirmiş, fakat 1921 Moskova Anlaşması gereği Ruslar Mustafa Kemal’den orduları buradan çekmesini istemiş ve ordular çekilmek zorunda kalmıştır. Yine Mehmetçik Ermenistan’a girmiş ve Ermenilerle 1920’de Gümrü Anlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşmaya göre Ermenistan özerk bir bölge olarak Türklere bağlanmıştır, fakat anlaşmadan bir gün sonra Kızıl Ordu Ermenistan’ı işgal etmiştir; artık Ermenistan da bir sovyettir.

Rusların, Orta Asya milletlerinin Hilafet’e gönderdiği paralardan gasp ettiklerinin bir kısmını milli mücadelede Kemalistlere silah yardımı olarak bağışladıkları biliniyor. Ruslar bu yardım ile yeni Türkiye’yi etki alanına almak niyetinde fakat “kaypak bir burjuva” oluşumu olan Kemalistler, Ankara Anlaşması akabinde dün savaştığı Fransızlardan önemli oranda silah desteği alıyor. Böylece Sovyet Rusya’nın planı suya düşmüş oluyor. Aralov, bu yardımdan sonra Fransa’nın Rusya hususunda Ankara’ya baskı kurduğunu söyler, hatta Mersin’de açılması planlanan Sovyet Büyükelçiliği açılmaz, Ankara Rusları bir süre oyalar. Aralov’un özellikle Mersin Büyükelçiliği meselesine değinmesi, Rusların Anadolu’yu kıskacına almak istediği noktalardan birinin de İskenderun Körfezi olduğu hatırımıza getiriyor. Bugün de Rus filosu Suriye’deki olaylara müdahil olmak bahanesiyle İskenderun açıklarında demirlemiş vaziyettedir. Aralov ayrıca Mustafa Kemal’in İngilizlerle de çeşitli görüşmelerde bulunduğunu yazar, fakat Mustafa Kemal’e ısrarla sormasına rağmen bu görüşmeler hakkında en ufak bilgi alamaz. Mustafa Kemal’in Sovyetler açısından bir tek güvenilir noktası vardı o da diğer emperyalistlere karşı Rusya’nın da kendi menfaatine olan Kurtuluş Savaşı… Fakat bu savaşın sonuna doğru renk değişmeye başladı; kara kalpak kalktı, silindir şapka ve frak peyda oldu! İşte tam da bu demlerde Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Ali Fuat Cebesoy, İngilizlere gizli belgeler verirken ÇEKA tarafından enselendi, bu olay üzerine Ankara hükümetine RSFSC Dışişleri Halk Komiserliği’nce nota verildi. Elbette bu son nota olmayacaktı. Lozan görüşmeleri esnasında, Ankara hükümetinin “Boğazlar Sorunu”nu Ruslara haber vermeyerek İtilaf Devletleri ile görüşmesi üzerine bir nota daha geldi. Elbette klasik Moskof üslubunca “Barışı sağlamak”, “Türkiye’nin bağımsızlığını korumak” adına Rusya’nın da bu görüşmelerde bulunması talep edildi, asıl sebep ise Çarlık Rusyası’ndan beridir Boğazlar’da hak iddia etmek, bunu yapamazsa en azından İtilaf Devletleri’nin pay koparmasını engellemekti. Fakat Ankara hükümeti, Amerika’nın da baskısıyla Boğazlar üzerindeki İngiliz tasarısını kabul etti. Ruslar Lozan’da kendilerinin işine gelmeyen bu durum hususunda İsmet İnönü’yü suçlamaktadır, fakat Mustafa Kemal’in izni olmadan kimsenin kılını kıpırdatamayacağını söyleyen de yine o zamanki Rus Büyükelçisi Semyon Aralov’dur.

Boğazlar ve Kafkas Vilayetleri meselesinden İkinci Dünya Savaşı yıllarında SSCB Dışişleri Halk Komiserliği’nde bulunmuş Molotof da bahseder; o zamanki Türkiye hükümetine boğazları birlikte kontrol etmeyi teklif ederler, fakat tekliften hemen sonra İngiliz filosu İstanbul Boğazı’nda biter. Bu olaydan günümüze kadar da Rusya meseleyi bir daha açmaz, fakat baştan çıkarıcı zampara usulü ile sürekli bu mevzuları Türkiye’nin önüne sürmekten de vazgeçmez.

Nihayet Türkiye’nin Marshall Yardımı alması, NATO’ya katılması, Batı Bloku’nun Rus ayısına karşı Türkiye’yi silah deposu olarak kullanması sebepleriyle Türkiye-Rusya ilişkileri kopma noktasına gelir. Bugün ise Türkiye, zamanında Rusya’nın şerrinden sığındığı Batı Bloğu’na, şimdi onun şerrinden Rusya’ya sığınarak karşı durma çabasındadır. Lâkin Birinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi şer tek bir noktaya teksif edilince kaçacak yer de kalmıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin, ABD emperyalizmine karşı Rusya ile kurduğu ahbaplığın tarihî sebep ve sonuçları irdelenerek, getirisi ve götürüsü tartılarak yapılması elzemdir. Zamanında ABD ile kurulan ilişkinin muhasebesi yapılamadığı için bugün ceremesini çekmekteyiz; yarın da Rusya’dan aynı ceremeyi çekmeye niyetimiz yok!


Baran Dergisi 580. Sayı