Selâm ve Duâ ile,
İçtimâî ahlâk, kısmen de olsa; bir toplumda makbul ve iyi sayılan davranış kurallarının bütünüdür. Devlet-i Aliyye’nin yıkılışının hemen akabinde başlayan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla beraber devletin imkânlarında de istifâde ederek milletimizin hayât tarzının Batılılar gibi biçimlendirmeye çalışması neticesinde, doğulu kalamamış, batılı olmamış, “arafta kalmış” bir toplum enkazı ortaya çıktı.
Kendi içinde kapalı bir hayat süren toplum, eski kural ve kaidelerine bağlı kalırken, medya organları vasıtasıyla gerçekleştirilen Batıcı hayât tarzı bombardımanı neticesinde, zaman zaman içindeki hayvanın tahakkümü altına girerek insandan aşağı fiillerin fâili hâline geldi.
“Lâik-seküler hayât tarzının pompalanmasından dolayı” dendiğinde hemen bu zihniyetin mensubu olan 3-5 erkek ya da kadın kokana çıkıp diyorlar ya, “sizin örümcek zihniyetiniz” falan diye, gerçekten de yobaz ve gericiler. Kendi sosyeteleri içinde muteber olan sosyoloji ve psikolojiden de zerre kadar haberleri yok bunların. Toplum, bir araya gelmiş insanlar manzumesi bir yerde. Hâl böyleyken, insanın tabiatı itibariyle nefsinin en büyük zaaflarından biri olan şehveti, mümkün olan bütün imkânları kullanmak suretiyle provoke etmenin neticesinde ne bekliyorsunuz? Bu toplum, sizin istediğiniz gibi tam mânâsıyla batılı bir toplum olsa ve kimin kimi düzdüğünün bir ehemmiyeti kalmasa, o zaman bu provokasyon karşılığını bulur ve sıkıntı olmaz. Yine bu toplum doğulu olabilse, zaten şehvete yönelik provokasyon olmayacağından yine sıkıntı olmaz. Ne var ki, bu iki farklı hayât tarzının arasında sıkışıp kalmış olan toplum, patlamaya hazır bomba gibidir ve böyle bir durumda ve psikolojik ne de içtimâi düzenden bahsedilemez.
Biz de bu meseleyi kapağımıza taşıyor ve “Kapitalist-Modernist Kurgu: Sürekli Tahrik Et, Hiç Tatmin Etme!” diyoruz. Konu ile alâkalı kapak yazımızı “Zayıfın Kuvveti” başlığı altında Mevlüt Koç kaleme aldı.
*
Okurlarımızın takib ettiği üzere bir süredir Büyük Doğu-İbda ideolocyasının ortaya koymuş olduğu devlet modeli olan “Başyücelik Devleti” üzerinde çalışmalar yapıyoruz. İçinde bulunduğumuz iç ve dış şartların Türkiye’yi, idare şeklini ve ruhunu değiştirmeye zorladığı bugünlerde, takib ediyorsanız sizin de takdir edeceğiniz üzere, son derece sathî ve ucuzcu bir “şekil” tartışması yapılıyor. İşin asıl konuşulması, tartışılması, üzerinde kafa patlatılması gereken “ruh”u hakkındaysa tek kelime edildiğini henüz duymadık. Demokrasi dolayısıyla; “seçilenlerde liyakat ölçüsü aranmadığı için siyasîler arasında bu gibi tartışmalar doğmuyor”, yahut “millet bunlardan anlamadığı için siyasetçiler oy getirisi olmayan kafa karıştırıcı tartışmalara girmekten kaçınıyorlar” denebilir. Hadi buna tamam diyelim de, bu ülke de aydının da kıtlığına kıran mı girdi? Ne yazık ki, bu suâli “evet” diye yanıtlamamız gerekiyor. Kendisini aydın addeden veyahut popüler kültürün “aydın” diye sattığı için kendini aydın sananların çok çıkan seslerinden yükselen çiğliğe ve bayağılığa bakacak olursak, “evet”, aydının kıtlığına kıran girdi, Türkiye’de. Üstad Necib Fazıl’ın Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’na meâlen söylediği; “bizde fikir adamının yaşamaması için her şey mevcud” ölçüsü zaten malûm da, adam bu ölçüye bakıp şartları fikir adamı yetişecek seviyeye çekmekle meşgul olacağı yerde kalkıyor bu ölçüyü kendi fikirsizliğinin bahanesi hâline getirip keleşliğini bu ölçüye dayandırarak pazarlıyor... Dağıtmadan devam edelim; 90 sene sonra Türkiye’de yalnız İslâm’a ve İslâmî olana düşmanlık etmek üzere şekillendirilmiş ve buna göre bir jeni-öz ile canlandırılmış olan küfür rejimi tartışılıyor ve kâfirinin de, Müslümanının da bu tartışma adına işin şeklinden başka söyleyebilecek tek bir kelimesi yok! Bu vaziyeti izaha kavuşturmak için pek çok sebeb sıralanabilir; fakat bize göre bu sebebler arasında en önemli olanı, Türkiye’deki hiçbir kesimin meseleleri çözüme kavuşturacak bir ideolocyası olmaması, yahut kendisini konumlandırdığını iddia ettiği ideolocyadan bihaber olmasıdır. E şimdi senin bir ideolojin yok veya olduğunu iddia ettiğin ideolojinin de ya meseleleri çözüme kavuşturacak kapasitesi, ya da senin o ideolojiye bakarak çözüm getirecek çapın yok.
Öyle veya böyle, 90 senedir hâkim olan küfür idaresi şeklî ve ruhî bakımdan tartışmaya açılmıştır. Bu tartışmanın illâki bir kırılma noktası olacaktır ve bu kırılma da tabiî bir şekilde fikir keleşlerinin değil, soylularının lehine olacaktır. Öyleyse her kesime düşen, ya fikir soyluluğuna talib olmak, yahut da kırılmayı ve sonrasındaki bedellerden kaçınarak susup oturmaktır.
Bize düşen ise hazırlanmak, durmadan duraksamadan kırılma esnasında bulunacağımız tarafı seçebilmenin liyakat şartları peşinde koşmak.
*
Muhtevamıza gelecek olursak;
Fatih Turplu, Ermenilerin tarihi üzerine yaptığı araştırmasına “Ermenilerin Tarihî Kökeni ve Osmanlı Devleti’ne Kadar Ermeniler” başlıklı yazısıyla devam ediyor. Ermenilerin köken olarak nereden geldiğine dâir önemli bilgiler edineceğiniz bu yazıyı büyük bir alâka ile okuyacağınızı düşünüyoruz.
Ömer Emre Akcebe, Başyücelik Devleti eserindeki “İktisat Vekâleti” bahsini işliyor ve bu ayki yazısında Osmanlı Devleti’nin iktisat sistemini ele alarak günümüzdeki çözüm tekliflerinin neler olabileceğinin ipuçlarını veriyor.
Burak Çileli’nin “Ölüm Odası Veya İdrisi Seyr-i Sülûk” başlıklı yazı dizisi dokuzuncu bölümü ile devam ediyor. Yazarımız bu yazı dizisinin ikinci bölümü üzerine çalışmalarını sürdürmek adına dergimizdeki yazılarına bir süre ara verecek. En kısa zamanda birlikte olma duasıyla bunu duyuralım.
Prof. Dr. Ekrem Demirli ile Muhyiddin-i Arabî hazretleri ve fikirleri üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Bu söyleşiyi dergimiz sayfalarında bulabileceksiniz.
Geçtiğimiz ay Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun Haliç Kongre Merkezi’nde vermiş olduğu tarihî konferansın ilk bölümünü yayımlamıştık. “Adalet Mutlak’a” isimli konferansın ikinci bölümünün tam metnini dergimizde bulabileceksiniz.
Haberlerimiz ve diğer içeriğimizde bu ayın muhtevası böyle...
Gelecek sayımızda görüşmek üzere Allah’a emanet olun.