Geçtiğimiz hafta Akademya Fikir-Sanat Okulu faaliyetleri kapsamında, Yıldız Ramazanoğlu, “Sanatın ve Edebiyatın Hayatımızdaki Yeri” üzerine bir konuşma gerçekleştirdi. Yıldız hanımla programdan önce sohbet ederken, camianın çok kötü bir ayrışmanın eşiğine geldiğinden bahsetti. Muztarib olduğu konu, elbette, aktüel siyasete fazlasıyla kendini kaptırmış gençler ve aydınlardı. “İnsanların “farklı” düşünmesine tahammülü olmayan bir yapı oluşuyor ve bu hiç iyi bir şey değil” diyordu. “Hayat bundan ibaret değil, üstelik 3-5 ay sonra unutulacak, geçici şeyler bunlar.” Kendisini bu konuda yalnız hissettiği her hâlinden belliydi. Akademya’dan bu sohbet için teklif aldığında, oldukça şaşırmış. Bu yaz sıcağında, üstelik fikir-sanat okulu faaliyetleri gerçekleştirmemizi çok önemsediğini söyledi.
Salih Mirzabeyoğlu’nu sordu hemen, “nasıl, iyi mi, neler yapıyor?” Bildiğimizi söyledik: “Her zaman yaptığını yapıyor: Yazıyor…” O’nun hayatının müthiş bir roman kahramanını ilhâm ettirebileceğinden bahsetti, “bir yerlerde birileri yazıyordur belki de”… “Birbirimize o kadar yabancı kalmışız ki” dedi sessizce…
Yıldız Ramazanoğlu’nun sohbetinden birkaç notu dinlemeyenler için derledim. Buyurun…
 
EDEBİYATIN FONKSİYONU
- “Edebiyatın fonksiyonu, insanların hikâyelerine alan açmak. Herkesin hikâyesi biricik. Hiç kimse birbirine benzemiyor. Herkesin birbirine benzediği bir yerde, hiç kimse yoktur aslında. Önemli olan biricikliğimiz. Türkiye’ye baktığımız zaman, bu benzemezlikler ortadan kaldırılıyor. İsteniyor ki, ortadan ikiye ayrılalım, Bush’un bir zamanlar dediği gibi, “bizden olanlar, olmayanlar”; bizi destekleyenler, desteklemeyenler diye. Böyle bir dünya olabilir mi? Bir yazarın, bir düşünce insanının, bir şeyler yapmaya, bir şeyler üretmeye çalışan insanın, iki kutubtan birinde yer almaya zorlanması, bunu yapmadığı takdirde dışlanması, aşağılanması, yok sayılması, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sözü vardı ya, “sukût suikastı”, hiç o yokmuş gibi davranılması, çok yanlış bence. Çünkü kafası karışık insanlar, kendi ezberlerine kuşkuyla bakabilen insanlar, Türkiye’nin en büyük imkânı.”
 
ANLAMAK VE ANLAŞILMAK
- “Mesela Dostoyevski’nin kitablarına baktığımız zaman, Yeraltından Notlar’a, Budala’ya, Karamazov Kardeşler’e baktığımız zaman, aslında sanki tek bir insan var. O tek bir insanın çeşitlenmiş ruhuyla karşı karşıyayız. Bazen Alyoşa gibi gözüküyor, bazen Zosima Baba gibi gözüküyor. Meselâ, Suç ve Ceza’daki Raskolnikov… Taammüden, bilerek, göz göre göre, karar verip gidip yaşlı bir kadını öldürmek nedir; bu kadar basit. Aslında, bir sayfa kâğıtla anlatılacak bir olay. Peki 500 sayfa ne anlatmış bu adam? Sonuçta bir cinayetten bahsediyoruz. Bu cinayetin etrafında dolaşıyor. Bu cinayete onu götüren süreci anlamaya çalışıyor. Rakel Dink’in bir sözü var ya, “bir bebekten katil yaratan süreç”. Gencecik bir delikanlıdan katil yaratan sürece bakmak. Bunu anlamaya çalışmak. İşte edebiyatın fonksiyonu bu. Bir Raskolnikov’un etrafında insan olmanın bütün macerasını görüyoruz. (…) Demek ki insanın hayatta en büyük isteği, onun ekmekten, havadan, sudan sonra en büyük isteği, onu doyuracak şey, anlaşılmak. Herkesin böyle bir meselesi var. Biri gelsin ve beni anlasın. Ama bu mümkün mü? Âyetteki gibi, “Kalbler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur”. Sadece Allahımız bizi, yarattığı bu varlığı dört başı mamur anlamış ve anlatmıştır. Ama biz yine de usanmadan insandan, arkadaştan, kocadan, gençten, çocuktan, herkes anlaşılmayı bekleriz. Halbuki bu bir alış-veriş midir, veriş-alış mıdır? Önce vereceksin, önce anlayacaksın. Edebiyat belki bu öncelikleri değiştiriyor. Almaktan çok bizi vermeye yönlendirir. Bu dünyaya biz almaya mı geldik, vermeye mi geldik?”
 
EDEBİYATIN İLME VERDİĞİ ZENGİNLİK
- “Yine meselâ, “Doğu Rüzgarı, Batı Rüzgarı” kitabı… Pearl Buck diye Amerikalı bir yazara ait. Çin’de çok uzun zaman kaldı ve özellikle de Doğu-Batı medeniyetlerini karşılaştırdığı çok önemli bir kitabıdır “Doğu Rüzgarı, Batı Rüzgarı”… Bu kitabı meselâ, Elmalılı Hamdi Yazır’ın tercüme etmiş olması bence çok enteresan. Edebiyata ilgi duyması, bu kitabları okuması, tercüme edecek kadar ilgilenmesi çok kıymetli. (…)
Meselâ Homeros’un eserleri, tâ milattan önce sekizinci yüzyılda kaleme alınmış, ne kadar eski düşünün. İlyada’dan pasajları bazen tekrar tekrar okuyorum. Böyle bir şey olamaz diyorum. Milattan önce 8. yüzyıldaki insanlarla bizim aramızda hiçbir fark yok. Çünkü insanın özü değişmiyor. İnsanın değişmeyen bir özü var ama sürekli değişen bir kabuğu var. Kabuk sürekli değişiyor ya, biz onu yakalamıyoruz. İnsanın yaşadığı bir gerçeklik var, bir de insanın ulaşmak istediği bir hakikat var. O hakikatle gerçeklik arasında çok büyük bir yol katetmek gerekiyor. Biz bunu sadece “bilimsel” kitablarla, şöyle bir şey olmuş, şu şunu söylemiş diyerek aşamayız. Bize bilginin ötesinde bir şey lazım, bilginin veremeyeceği bir şey lazım, sezgi lazım. Beş duyuyu aşan şeyler lazım. Ve insanlarda bu var. Ama biz bunu sanat yoluyla harekete geçirmediğimiz takdirde, beş duyuya mahkûm oluyoruz.”
 
AKLIN SINIRLARINI ZORLAMAK
- “Akıl, bir yere kadar geliyor, bizi yarı yolda bırakıyor. Çünkü Allah bize Aklı sonsuz bir şekilde vermemiş. Cüzi irade diye bir şey var. Algılama noktamız var. Ondan sonrası gayb. (…)
Edebiyat ve sanat, aklın sınırlarını zorlamak için. Ben hakikatle buluşmak istiyorum. Bunu nereye kadar ilerletebilirim? Elimdeki bu gücü, kuvveti, bana verilen bu istidadları ve yetenekleri nereye kadar ilerletebilirim? Hakikat sürekli kabuk değiştiriyor; bu kabuk değiştirme esnasında, o zaman doğrudan kelimelerle varamayacağım için istiarelerle, alegorilerle, mecazlarla, sembollerle ilerleyebilirim. Benzetmelerle ilerleyebilirim. Birşeyleri tarif etmeye çalışabilirim. O hâlde, demek ki edebiyatın temel fonksiyonlarından bir tanesi, anlatılamayanı ortaya koymak. Anlatılamayan bir alan olduğunu söylemek ve boşluklar bırakmak. Hayatımızda bizim bilmediğimiz, anlayamayacağımız, bir takım ünlemler, sessizlikler açmak. Günümüzdeki en büyük problemlerden biri, herkesin herşeyi biliyor olması… Yahud, bildiğini zannetmesi. O kadar garib bir ortam ki, insanların kafası o kadar net, o kadar berrak, herkes doğrular hakkında o kadar emin, kendinden emin, en doğru yolda olduğundan, İslâm’ı en iyi temsil ettiğinden, eğer İslâm’dan söz edilecekse, bunun hayata geçirilmesinde bir numara olduğundan… (…)
Üzerimizde çok ağır bir taş var. Neden? Bütün bu anlayışsızlıklar, bütün bu herşeyi bilen insanlar, kafası berrak insanlar, anlamlarının buyurganlıklarına teslim olmamızı isteyen insanlar… Parantez içinde, edebiyatın en önemli fonksiyonu da, anlamların buyurucu etkisini sarsmak, o anlamların içini yeni anlamla doldurmak, yâni var olandan, olması gerekene doğru bir takım şeyleri aşındırmak. Üzerimizdeki ağırlıkları kaldırmak, bizi hafifletmek.”
Son bir not: Akademya Fikir-Sanat Okulu, her Cumartesi Sultanahmet’te Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi binasında, (Kızlarağası Medresesi) devam ediyor. İletişim için: 0553 356 66 66 nolu telefonu arayabilirsiniz.
Baran Dergisi 448. Sayı