Varlıklı bir ailenin kızı olan Katherine Mansfield, 1888’de Yeni Zelanda’nın Wellington kentinde doğdu. 19 yaşında yazar olmak maksadıyla İngiltere’ye yerleşti ve yazdığı hikâyelerle kısa sürede dikkatleri üzerinde topladı.
Hikâye denemelerine ilköğrenimini gördüğü köy okulunda başladı. On üç yaşında, eğitimini tamamlamak üzere İngiltere’ye gönderildi. Queen’s College’deki beş yılı içinde kolej dergisinin editörlüğünü yaptı. Edebiyatın yanı sıra müziğe de büyük ilgi duydu. Viyolonsel çalmayı öğrendi. 1920’de “Bliss” adı altında topladığı hikâye derlemesiyle adını duyurdu ve 1922’de yayımlanan “Garden Party ve Diğer Öyküler” isimli kitabıyla edebiyat dünyasındaki yerini sağlamlaştırdı.
Mansfield’ın hikâyelerinde hayattaki küçük üzüntülerin, sevinçlerin ve gülünesi durumların oluşturduğu hoş ayrıntılar, ince dokunuşlarla yakalanır ve incelik, sadelik ve şiiriyetle işlenmiş bu hikâyerde Çehov etkisi sezilir. Nitekim, günlüğünde, Çehov ile konuşamamaktan dolayı üzüldüğünü yazar.
Önemli eserleri arasında “Bir Alman Pansiyonunda” (1911), “Güvercin Yuvası” (1923) ve “Çocukça Bir Şey” (1924), “Ölü Albayın Kızları” sayılabilir.
Mansfield, hayranı olduğu Çehov’un izindedir. Rus edebiyatçılarının hemen hepsini sevmekle beraber, Çehov’a ayrı bir alâka duyar. Nitekim hikâyecilikte ismi Çehov’dan sonra anılır. Durum hikâyeciliğidir onunki. Bir ânın hikâyesi gibi. Genellikle kahramanları kadındır ve kadın üzerinden, kadının zaaflarını, ona yüklenen rolleri, sınıf ayrımcılığını sorgular.
Ama pek sevilmez edebiyat dünyasında. Kimisi onun için “hem büyüleyici, hem de dalkavuk” der, kimisi üslûbunu kıskanır, kimisi onu “ahlâksız” olarak niteler. Virginia Woolf’la tanıştıkları gün, aralarında gizli bir rekabet de başlar. Katherine Mansfield genç yaşında ölünce, Woolf, “en kuvvetli rakibimi kaybettim” diye yazmaktan kendini alamaz.
Modern bir anlatım türü olan “şuur akışını”, çağdaşları arasında en “orijinal” şekilde kullanır hikâyelerinde. Çünkü bu modern anlatım tarzını, klasik anlatım tarzıyla bir şekilde mezceder. Okurunu, O. Henry hikâyelerindeki “sıradışı” sonlarla şaşırtmaz, onun hikâyesi daha çok bir şiir havası taşır. Virginia Woolf’taki derin psikolojik anlatım, Mansfield’de daha sade ve akıcıdır.
 
‘İÇİMDEKİ BOŞLUK’
“Hayatındaki boşluğu” 18’li yaşlarında sonu hüsranla biten aşkla doldurmaya çalışmıştır. Daha sonra bu boşluğu yazarak doldurmaya çalışır. 16 yaşında bir kız arkadaşına yazdığı mektubta, pek çok Batılı kadın yazarın sorguladığı bir noktaya dikkat çeker: “Kadının kendi kaderini eline alması, geleceğini kendi belirlemesi gerektiğine inanıyorum. Oturup koca bekleme düşüncesi beni iğrendiriyor.” Feminizmin henüz yeni yeni kıpırdandığı, fakat İngiltere’de pek de sesinin yükselmediği zamanlardır.
Katherine Mansfield’in dış görünüşü de herkesten farklıdır, Edward döneminin kadınları gibi fırfırlara, dantellere bürünmemiş, kendi tasarladığı sade, süssüz elbiseler giymiş, saçlarını Japon bebekleri gibi dümdüz kestirmiştir. Yazıları da tıpkı dış görünüşü gibi sadedir. Günlüğüne şöyle not düşmüştür:
- “Hayat ve eser, birbirinden ayrılması mümkün olmayan bir bütündür.”
1910 yılında Van Gogh’un Post-Empresyonist sergisini incelediğinde ise şunları yazmıştır:
- “Resimler bana yazma üzerine bir şeyler öğretti -tuhaf, özgürlüğe benzer bir şeyler- yahut daha çok silkinip özgürleşmeye...”
Bertrand Russell; “Bir kedi gibi. Yabanî, ağır ve daima yalnız, kendi kendini koruyan. Kendine dönük, kendisi için yaşayan, sanatına odaklanmış, neredeyse fanatik, garib bir insan gibi göründü bana” diyecektir onun hakkında.
Gerçekten inişli-çıkışlı, pek de ahlâklı sayılmayacak bir hayat tarzı vardır. Vereme yakalanıp 35 yaşında öldüğünde, modern hikâyeciliğin en önemli eserleri arasında sayılacaktır onun hikâyeleri.
Baran Dergisi 449. Sayı