Sancar’ın şehadet yıldönümünde onu tekrar hatırlarken bir diğer şehidimizi, Cahit Ayaz gibi, Hasan Meriç gibi bu dava uğruna canını hiçe sayan Halil’i anmak istedim…

Sene; 2000… Mekân; Eskişehir Özel Tip Kapalı Cezaevi… Metris’te, Niğde’de, Bandırma’da olduğu gibi burada da mahkûmdular… İBDA mahkûmu… İBDA’ya mahkûm… Çünkü Akıncı namzetleri olarak bu mekânlardaydılar…
Yer belli olunca, hâliyle yol, yordam da belli oluyordu. Ol sebepten, Akıncılığın söz konusu olduğu yerde, hayıflanmak, yakınmakta neymiş deyip, dayanılması zor şartlara sabırla, cesaretle göğüs gerdiler.
Onlar içerde de olsalar, sonunda zafere ulaşacaklarına olan inançları hiç sarsılmadı. Koca dünya artık onlara darsa da, Büyük Doğu İstiklâl Savaşı, tüm dünyada bütün hızıyla sürüyor, son İslâm Devleti Osmanlı’nın mümessil olduğu İslâm coğrafyasında yine büyük ve yüce bir İslâm medeniyetinin kuvvetli ve görkemli temellerinin atılacağı bir savaş veriliyordu.

Evet, zaman sadece kendi başını ve tatlı canını düşünme zamanı değildi. Emperyalistler tarafından çizilmiş sunî sınırların artık kabul görmeyeceğini, dünyada hiçbir Müslüman toprağının esir kalmayacağını, hiçbir alçakça oyuna alet olunmayacağını gösterme zamanıydı.

Başsız kalan ümmetin yine tek bayrak altında birleşeceği günlerin hasretiyle yaşanıyor, bu savaşın bir din ve mefkûre savaşı olduğunun şuuruyla hareket ediliyordu.

Yıllarını bu dört duvar arasında, zindanda geçirmiş gençlerden biri olarak Halil de oradaydı… O en zor şartlar altında dahî sabreden ve şükredenler olarak cömertliği ve yardımseverliğiyle hafızalarda yer etmiş bir delikanlıydı. Ona çok yakışan akıncı tavrı yanında, her hareketinden akseden şahsiyet ve asliyetiyle kendisini sevdirmiş, her zaman sözüne ve özüne güvenilen bir mücahid gözüyle gıpta edilen bir gönüldaş olmuştu. Bakışları yere eğilmez bu yiğit hakkında elbette daha pek çok şey söylenebilir; zeki, dürüst, mütevazi, dobra, eli işe yatkın, kabiliyetli ve o kadar genç olmasına rağmen gençliğin o toyluğundan, acaibliklerinden, malayani işlerden fersah fersah uzaktı. Vaktini hep kıymetli şeylerle değerlendirir, okur, not alır; ama illa hep bir işle meşgul olurdu. Tüm bunların yanında, Halil’i ifade edecek en güzel kelime nedir diye sual edilecek olursa, biraz da kendisinin Terazi burcundan olmasından mülhem; dengeydi derim. Gerçekten aşırısı olmayan dengeli bir insandı. Hatırlıyorum da, arasının çok iyi olduğu Yakup Köse gönüldaş da, ona takılırken, hep; “Halil’im, Kantarım, Tartarım” derdi.
Sizlere, hasretle, özlemle andığımız o unutulmaz hatıralardan en az birini olsun anlatmak isterim. Lâkin, aslında anlatılması gereken öyle çok anımız var ki, doğrusunu isterseniz hangi birini söylemeli bilemiyorum. Ama en azından birini, biraz da bana özel olması hasebiyle bir doğum günümde yaşadığım sevinci sizlerle paylaşmak istiyorum.

Şimdi size anlatacağım ve hayatımın en güzel hatıralarından bir tanesini teşkil eden bu hikâyenin asıl kahramanı Halil’dir... Çok kısa olmak kaydıyla anlatacak olursam; 13 Ağustos gününün gecesi, üst katta kitap okuyordum ki, birden elektrikler kesildi. Üzerinden çok geçmedi, alt kattan Halil seslendi:

“Karanlıkta tek başına ne yapıyorsun? Yanımıza gel de sohbet edelim…”

“Tamam geliyorum.”

Daha ben merdivenlerden iniyordum ki ortalık tekrardan aydınlanıverdi… Gördüm ki, cümle gönüldaşlar ayakta ve o senenin meşhuru olan bir parçanın (uh ah dev adam, 12 dev adam) sözlerinin, bana ve güne uyarlanmış hâlini, hep bir ağızdan söylemeye başlamaları… Akabinde bisküvi, çikolata ve sütle karışık nefis bir terkip olan cezaevi pastasının ortaya konulması… Açılan meşrubatlar, tebrikler, hediyeleşmeler…
İşte tüm bunları, benim yiğit gönüldaşım Halil organize etmişti. Doğum günümü o hatırlamış, pastayı hazırlamış, milleti toplamış, ışıkları o söndürmüş ve bu günü vesile kılıp, içimizdeki sıkıntıyı giderecek eğlenceli bir güne o dönüştürmüştü… Hâsılı, bu unutulmaz sürprizin ve heyecan verici gecenin mimarı oydu…

Gerçekten çok klas bir gönüldaştı.

Bu yolun şehitliğe ve gaziliğe giden bir yol olduğunun her zamankinden daha da belirginleştiği bir demde, Hasan Meriç’ten sonra, 25 Ocak’ta Sancar Kartal’ın da şehadet haberi gelmişti ki ebedî diriliğe koşan şehid gönüldaşlarımızdan bahisle konuştuğumuz bir sohbette, bu yolun yolcuları olarak, artık kim bilir bize ne zaman sıra geleceğini, biraz da şaka yollu; “acaba hangimiz daha yakınız?” minvalinde laflarken, o güzel insanın, “Şehidlik şuuruna” sahip olmanın ne demek olduğunu gösteren öyle güzel bir cevabı oldu ki, hâlâ hatırımdadır:

“… Değil mi ki gelen şehidliktir, o zaman sadece gülümse…”

Gülümsedim gönüldaşım… Emin ol, gülümsedim ve yakıştırdım… Zaten yüzündeki gülümsemeyi de işte o ân hatırladım…

Evet, sendin inanç dolu sözleri olan ve sendin ahdine sadık kalan… Sendin yakınmaktan ziyade sabretmeyi, şikâyetten çok şükretmeyi seven… Sendin durup dinlenmeden, hiç geri durmadan ve ardına bakmadan koşan… İşte fedakârlıklarının mükâfatı olarak üstün bir nasiple nasiplendin… Ruhun şâd, mekânın cennet olsun…

Cahit Ayaz, Hasan Meriç, Sancar Kartal ve Halil Kantarcı; bir dâvâ şehidleri üzerinde yürür ya, işte bu yüzden bu dâvâ yürüyecek ve Allah’ın izniyle iki âlemde de hep gülümseyeceğiz!..

Baran Dergisi 523. Sayı