İslâm’ın bidat yollardan farkını belirlemek için bir isimlendirme olan ve bir mezheb adı olmayıp “Kurtuluş Yolu”nu ifade eden Ehl-i Sünnet vel Cemaat kavramı, İslâm’ın kendisidir; cadde-i kübra(ana cadde)’dır, sevad-ı azam (ezici çoğunluk)’dır. İslâm’dan sapan kollar ise Ehl-i Bid’at olarak ifadelendirilmiştir. Kendisini İslâm’a bağlı gösteren, fakat doğru yoldan sapmış fırkalardan İslâm’ın farkını ifşa etmek ve onların içten yıkıcılığına set çekmek için bu isimlendirmeye ihtiyaç duyulduğukanaatindeyiz. Faydalı bir isimlendirme olduğu ise, mihraksız, ölçüsüz, endazesiz, kitapsız, sünnetsiz giden, kendi aklını ve hayallerini ölçü kabul eden ve İslâm’a yamamaya çalışan türlü sapkın kollardan anlamak mümkündür. 

Türkiye’deki bidat yollarını tahlil ederken sabit bir noktaları olmadığını ve ülkemizdeki omurgasızlığa veya değişime eş dönüşümler geçirdiklerini belirtelim. Kurtuluş Yolu’na tam teslim olamadığı için (nisbet davası), esen veya estirilen rüzgâra göre dönüp duran ve esasında hiçbir yere bağlı olmayanların ağırlıkta olduğunu da vurgulayalım. Bu da ayrı bir garabet…

Selefîlik ve reformculuğun (ıslahatçılık da denilmektedir) ortak paydaları yanında farklı özellikler taşıdığını ifade ederek iki grupta inceleyeceğiz.

Selefîlik

Selefilik-Vehhabilik, Osmanlı’nın son demlerinde İngilizlerin desteğiyle yükselişe geçmiş, Abdülvehhap ile İbn Teymiyye’nin fikirlerinin yeşertilmesiyle fiiliyata dökülmüş, Cemaleddin Afganîve Muhammed Abduh ile popüler olmuştur. Yine arkalarında İslâm’ın sinsi düşmanı İngilizler vardır ve bu iki zat masondur. İngilizlerin Selefî-Vehhabî hareketin arkasında olmasındaki sebeb, Selefîlerin İslâm’ı bölücü rol oynamaları ve moderniteye göre kullanışlı olmalarıdır. Bu açıdan modern Selefîlik,reformculuk anlamına gelmektedir. Eski Selefîler yani ilk Vehhabîler ise haricî zihniyete benzer -donuk- yobazdır. Ve İslâm’ı tahrip edici bir yoldur. Bugünkü IŞİD bu yönünü onlardan almaktadır. İçlerinde saf Müslümanlar olsa da Selefîliğin menşei ve mansabı maalesef hayırlı değildir. Çünkü Selefîler ve günümüzdeki reformcular İslâm’a hiçbir şey kazandırmamışlar, devamlı İslâm tarihini kurcalamış ve akıllarındaki şüphelere delil aramışlardır. Yeni bir anlayış getirememişler, Müslümanlığa güç kuvvet katamamışlar, mevcut Müslümanların akıllarını karıştırmaktan, fitne ve bölücülüğü artırmaktan başka bir şey yapmamışlardır.

Selefîliğin (Vehhabîliğin) itikadî ve amelî özelliklerini ele alalım. Kur’an ve Sünnet’in zahirine göre itikat ve amel etmek ve bu iki temel kaynağın açılımı olan icmâ ve kıyası reddetmek başlıca vasıflarıdır. Hanbelî mezhebinin sünnete bağlılığı ve müteşabih ayetleri yorumlamaması ise Vehhabilik itikadıyla farklıdır. İbn Teymiyye müteşabih ayetleri de zahirine göre kabul edip “Allah’ın eli vardır, kul gibi oturur vs.” derken mücessime görüşlere sapmış ve Hanbelî uleması tarafından yargılanıp hapsedilmiştir. Hanbelî ulema kıyas ve yoruma girmiyor ama zahirini bilemeyiz deyip müteşabih ayetleri olduğu gibi bırakıyorken, İbn Teymiyye’nin tavrı farklıdır. 

Vehhabîler, tamamen zahirî-sathî bir anlayışa sahip olduklarından, ruhu ve ruhaniyeti inkâr etmişler, İslâm’ı dar akıllarına sığdırmaya kalkıp, uymadığı zaman hemen tekfir etmeye girişmişlerdir. Bu açıdan tasavvufu, mürşid ve rabıtayı anlayamamış ve şirk gözüyle görmüşler, türbe ve mezar ziyaretine aynı mantıkla şirk gözüyle bakmışlar, hatta Allah Resûlü’nün mukaddeslikte Kâbe’ye denkRavza-i Mutahharası’na kadar ruhaniyet yollarını tıkamaya kalkmışlardır. Ruhsuz, aşksız, imansız, kuru ve yobaz (tekfirci) bir anlayışla karşı karşıya olduğumuzu söyleyelim. İcmâ –ümmetin, hassaten Sahabe ve Tâbiûn kadrosunun toplu hükmü- usulüne aykırılık ve bu aykırılığın caiz olduğu hükmü,Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ali’ye hücumlar vs. ayrıca sayılabilir. Hülasa, İbn Teymiyye’yi, doğrudan Kur’an üzerinden fikir üretmesi açısından Haricî, Allah’a cisim isnad etmesi açısından Mücessimî, Kur’an ve hadislerin sadece zahirini ele alması bakımından Zahirî diye nitelemek mümkündür. 

İbn Teymiyye, birçok eser meydana getirmesi, saldırgan biri olmasına rağmen, ne dediği belirsiz ve tutarsız, eserleri düzensiz, üslûbu mübalağalı, bir metodu olmayıp sistem bütünlüğü arzetmeyen, neyi yenilediği, hangi bid’ati ayıkladığı belli olmayan bir zattır. Bunların yanı sıra mezar düşmanlığı, Allah’ın sıfatlarını insana benzetmesi gibi konularda ümmette tartışma ve fitneye yol açmış,günümüzdeki reformculara fidelik etmiştir. 

Esasında Selefîlik (Vehhabîlik) Hanbeli mezhebi dairesinde barınamaz. Bir misal; Ahmed bin Hanbel’in aşere-i mübeşşerenin neredeyse tamamından rivayet ettiği bir hadis var: “Boynunda biat halkası olmadan ölen cahiliye üzere ölmüş olur.” Bu hadis Selefîlerin bütün mantığını çürütüyor. Bu sefer Ahmed bin Hanbel için, “doğru değil” derler ve asıl niyetlerini açık ederler. Bugün haricî mantığı taşıyan IŞİD-DAEŞ’in Selefî-Vehhabî çizgide olduğunu belirtelim. Selef-i Salihin tabiri ise, Hadis’te ifadesini bulan, “İslâm’ın ilk yüzyılında yaşayan Müslümanlar”ı kapsar: Ashab-ı Kiram, Tâbiûn ve Tebe-i Tâbiûn neslidir. Bugünkü Selefîler ile karıştırılmaması için bu bilgiyi verdik. Yoksa kimse Selef-i Salihin derecesinde olamaz. Dereceleri bilmek ise had bilmek demektir. İslâm ise hadlere riayettir. Zaten dalalet yolları had bilmezlikten doğmuştur. Bize hadlere riayeti ısrarla hatırlatan (İdeolocya Örgüsü bu demektir) Üstad’dan verelim: Peygamberler, sahabîler, velîler, âlimler.

Reformculuk

Reformcular ise Selefîliğin Ehl-i Sünnet’e muhalif bütün tavırlarını benimseyen (maksad kendilerine yol açmak), fakat Selefîler kadar net görüşleri ve ne dedikleri belli olmayan, daha çok modernizme göre İslâm’ı eğip büken şahsiyetsiz, mihraksız, çilesiz ve omurgasız insanlardır. Sahip oldukları ilim vasıtasıyla kendi aklını putlaştırırlar. Cesaretlerine göre enva-i çeşittir. “Selim akıl” yitince, İslâm’ın terbiyesinden (aslında tasavvuf budur, mürşid ise hocadır) bir nebze de olsa faydalanmayınca kuru akılla olacak olan budur.

Bunların üstadı ve yumuşak karnı Cemaleddin Afganî’dir. Afganî’yi sorup, ne idüğünü söyleyince çözülürler. Bunlarda hadis yoktur. Lafa gelince, Kur’an’dan başka bir şey tanımazlar, “kaynaktan yapmalıyız” derler; “mealci” de denilir bunlara. Fakat karşılıklı bir saat konuşsan tutarlı kalamazlar. Şuur altlarındaki siyer-i nebiye müracaat ederler. İnkâr ettikleri rivayetlere başvururlar. Aslında halkımız bunları çözmüş, “Sünnet, icmâ, kıyası kabul etmiyorsun, ama 15 kitap yazmış, 33.000 tane tweet atmışsın. Bizi Kur’an ile niye baş başa bırakmıyorsun?” diye susturmuş. Bunlar da Ehl-i Sünnet’e saldırırken Selefîlikten ve Hanbelîlikten bahsediyorlar. “Hanbelî ol” desen kabul etmezler. Bu açıdan Haricî tavrına daha yakınlar. Çünkü doğrudan Kur’an üzerinden fikir üretmek, ayetler ve kelimeler üzerinden tartışmaya girişmek, sünnete ve sahabîlere itibar etmemek açısından Haricîlere benzer. 

Aslında bizdeki reformcular (buna Selefîler de dâhil) kendi kendilerine kaldıkları zaman birbirlerini tekfir ederler. Fakat Ehl-i Sünnet söz konusu olunca, bütün farklılıklarına rağmen (her biri kendi aklını rehber alıyor) “it iti ısırmaz” hesabı birbirlerine bir şey demezler ve dayanışma içerisine girerler.

Her biri bir mezheb-din ihdas edicidirler. Çünkü akıl sayısınca yol ortaya çıkmaktadır. Bunların bol bol tefsir ve meal yazmaları ise Kur’an ve Sünnet’in anlaşılması için değil de, kendi akıllarının gösterişidir; yoksa büyük tefsirlerin yanında bunların yazdıklarının esamisi okunmaz. Söyledikleri gibi de bir mezheb kurup uygulayamazlar, ancak Müslüman cemaatlerden adam çalmaya bakarlar. Bu bulamaç mezhebsizler için bazen Şia, bazen Vehhabî ve illa ki reformcu diyebiliriz. Aslında bunlar nefsine ve kendi aklına taparlar, bir şeye inanıp bağlanamayan huzursuz zavallılardır. Gel gör ki çamur ve batak deryasında (bu ortamı sağlayan laik-demokratik rejim) rahatça at oynatabilmekteler. “Mezhebsiz” ifadesini hem Selefîler, hem de reformcular için kullandığımızı belirtelim.

Reformcular akılcı oldukları için Mutezilîdirler. Sahabî’den sonra gelen nesil olan Tâbiûn’un en büyüğü kabul edilen Hasan Basri Hazretlerinden ayrılarak kurulan Mutezile mezhebi çökmüş olmasına rağmen itikaden Şiilikte yaşamaktadır. Bizdeki reformistler her fırsatta Ehl-i Sünnet’e hücum ederlerken Şia’ya geniş hoşgörü gösterirler; itikadî ortaklıklarından olsa gerek Hazreti Muaviye üzerinden Şiiliği aklamaya bakarlar.

M. Kemal’in Batı yanlısı devrimler karşılığı İngilizler’den aldığı destekle kurduğu Cumhuriyet’in ceberut din düşmanlığı yürümeyince, reformculara destek verilmiş, onlar eliyle İslâm itikadını ifsad maksadıyla “ilahiyatlar” kurulmuştur. Esasen İmam Hatiplerdeki eğitimde de mezhebsiz-reformist çizgi vardır. Çünkü Kemalistler reformist kadrolara din eğitimini emanet etmişlerdir. Diyanet Teşkilâtı’nda da durum aynıdır. Bir iki başkanı hariç (Elmalılı, Ömer Nasuhî Bilmen gibi) Diyanet’in bütün başkanları da reformculuk içinde olmuştur ve Üstad Necip Fazıl’ın Diyanet’e “Hıyanet veya Cinayet İşleri Başkanlığı” yakıştırması geçerliliğini sürdürmektedir. Ve ilahiyat çevrelerinde de Selefî-Mezhebsiz fikirler laik TC tarafından palazlandırılmıştır. Daha sonra Amerika’nın “ılımlı İslâm” projesi olan FETÖ, Diyanet’in ve ilahiyat çevrelerinin desteğiyle yürümüş, neşvünema bulmuş ve siyasî iktidarı tam ele geçirebilmek için 15 Temmuz’da kanlı darbeye kalkışmıştır.

Tarikat ve Cemaat

Bugün ulema geçinen birçok ilahiyatçı veya diyanetçi Fetö ihanetini görmezden gelmiş, bir kısmı onların Abant toplantılarına yıllardır fahri başkanlık yapmıştır. Ne acıdır ki, tarikat çevreleri de Ehl-i Sünnet hassasiyetini kaybetmiş, işi tekke miskinliğine vurmuş ve FETÖ’cüler veya reformcular eliyle din elden giderken bunlarla mücadele edeceğine tesbihine sarılmış, şeyhini uçurma işleriyle meşgul olmuştur. Genel görünüşten bahsediyorum, genel duyarsızlıktan, yoksa bu işten rahatsız olanlar elbette vardır ve esasen tarikatların rolü ve misyonu temizdir, ulvîdir. 

Hemen bir yaraya parmak basalım ki, Türkiye’de tasavvufî kökler çok derindedir ama mevcut tarikatlar gerçek mânâda tarikat değil, tarikat taklididir. Tıpkı Müslümanlığımızın birçok yönden “marka Müslümanlığı” yaftalamasını haketmesi gibi. Demek ki bu özeleştiriden İslâm ve tasavvuf karşıtlığı çıkmaz, Kemalistlerin veya din düşmanlarının ucuz taktiğine kapı aralanamaz. İslâm yücedir, ancak onu temsil planındaki Müslümanların zaafları vardır. Bizde maalesef tarikatlar daha çok cemaat niteliğindedir ve yine maalesef cemiyet kavgasından uzak sofuluk yolundadır. Bu sofuluk ise hâl manasında olmayıp nefsin hoşuna giden sofuluktur. Allah hepimize gerçek mürid olmayı nasip etsin ve dostu-düşmanı ayırt eden İslâm’ın itikadî, siyasî, ahlâkî çizgisini billurlaştıran, istikametimizi tavizsiz gösteren gerçek şeyh, önder, liderler nasip etsin.

Ehl-i Sünnet vel Cemaat diyoruz. Tam Türkçesi, “Sünnet ve Cemaat Ehli”. Bu güzel tabirin sünnet kısmını anlıyoruz, o da tam değil. Çünkü sünnet ibadetlerdeki şekil olmayıp, İslâm’ın tatbiki mânâsında bir bütündür, Müslüman’ın ilm-i hâlidir, farzdır, temeldir. Peki, Ehl-i Sünnet’ten sonra gelen ve ona vav ile bitişen “cemaat” tabirini yeterince anlıyor muyuz? Cemaat, topluluk demek ve İslâm topluluk olarak yaşanan bir din, bir cemiyet nizamıdır. Ve topluluk hakikati de sahabîlerde tecelli etmektedir. Bu tabirdeki “cemaat” vurgusu, sapkın fırkaların sahabîler arasında içtihat farkından doğan ihtilafları istismar etmelerinden dolayı “sünnet” tabirinin peşine ilave edilmiştir ve çok da güzel yapılmıştır. Zira dikkat edersek, çoğu İslâm dışı fırkalar sahabîlere dil uzatırlar. Bunların en şerlileri Ehl-i Şia olup, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’a küfrederler. Güya Hz. Ali’yi severler. Onu da ilah seviyesine kadar çıkarırlar, ezana ismini ilave ederler. Allah’ın Sevgilisine hiç kimse şerik olamazken, bu tavır Müslümanlıkla bağdaşmaz.

Gelin görün ki bizdeki Selefîler ve hassaten de reformistler, imamları olan İbn Teymiyye’nin Şia’yı bütünüyle tekfir etmesine rağmen Şia destekçisidirler; İrancılarla kol kola, hep beraber İbda’ya dil uzatırlar. Çünkü Türkiye’de Ehl-i Sünnet kök salmıştır ve onun Cumhuriyetle beraber baskı altına alınan gücü Büyük Doğu-İbda ile temayüz etmiş, aksiyona geçmiştir. Rahatlarını bozan İbda cepheleri ise onlar için ortak düşman ve baş belasıdır. 

Bizim tasavvuf anlayışımız Necip Fazıl’ın çok güzel bir şekilde çerçevesini çizdiği tasavvuf anlayışıdır. Yoksa ölçümüz filan hoca feşmekan mürid veya tarikat değildir. Şahıslara bakarak İslâm’ı, tasavvufu vs. değerlendirmek hatalı sonuçlara yol açar. Mesela Cübbeli Ahmed Hoca’nın da yanlışlıkları vardır. Kabirde yanmaz kefen reklamları, satranca haram demesi ve bu husustaki rivayetleri tek yanlı nakletmesi vs. söylenebilir. Fakat diyalogculara karşı yıllardır verdiği mücadele (başına gelen operasyon bu yüzden) önemli idi. Fakat Cübbeli’yi eleştirenler onun şahsında tasavvuf ve Ehl-i Sünnet’e vurmaktalar ve bu noktada tüm İbda Cephelerini karşılarında bulurlar. Bizim niyetimiz bağcıyı dövmek değil, üzüm yemektir. Kimseyle şahsî hesabımız yoktur, onun için fikre ve itikadî çizgiye bakarız, şahısları temel almayız. Düşmanlıklarımız ve dostluklarımız fikir içindir, yani Allah içindir. 

“Uydurulan Din – İndirilen Din” Söylemi

Reformcuların İbn Teymiyye’den tevarüs ettikleri “uydurulan din, indirilen din” meselesine de dikkat çekmek istiyoruz. Aslında bu söylemle katı bir mezhebçilik yapıyorlar. Bu ifade ile İbn Teymiyye’nin Sahabî, Tâbiûn ve Tebe-i Tâbiûn nesillerini suçladığına (İmam Ahmed bin Hanbel Hazretleri de dâhil) dikkat çekmek istiyoruz. Bütün Selef-i Salihin’i dini anlamamak hatta din uydurmak ile itham ediyor. İbn Teymiyye ve takipçileri “uydurulan din” derken bizim dinimizi, “indirilen din” derken kendi dinlerini söylüyorlar. Böylece toptan tekfircilik yapmış oluyorlar. Gelmiş-geçmiş ulemayı ve bu geleneğe bağlı olanları tekfir ediyorlar. Asıl mezhebçi, hem de tekfirci olan bunlar. Suud ve Körfez ülkelerinin de büyük çoğunluğu Selefîdir, tasavvufa şirk gözüyle bakar ve Müslümanları tekfir ederler. Allah Resûlü’nün kabrine doğru dua etmeyi bile yasaklar, Sahabîlerin mezarlarını dümdüz ederler. Şimdi bu tavır yumuşasa bile bakış açısı aynıdır.

Esasında Batıcıların yıkıcılığına eş rol oynayan tüm haşerata karşı İbda-Cepheleri Anadolu’da İslâm’ın gür sesi olmaya devam edecektir. Tıpkı 15 Temmuz’da kimseden emir beklemeden tüm halkımız ile birlikte sokağa çıkıp birçok noktada kitleleri yönlendirmesi gibi. Bu arada 15 Temmuz’un tüm Müslüman halkımıza ait olduğunu, hiçbir cemaate mal edilemeyeceğini, Anadolu topraklarında İslâm’ı ifsad etmeye çalışanlara ve Batı’ya karşı İslâm temelli bir zuhur olduğunu belirtelim. Bu mânâya sahip çıkanlarla velev ki görüşleri zaman zaman Selefîliğe kaysın veya başka görüşte olsun,sömürü ve zulme karşı ortak noktada olduğumuzu belirtelim. 

Şunu da belirtelim ki, mezhebleri anlamayıp şuursuz olarak “mezheblere gerek yok” diyenlerle, şuurlu olarak Ehl-i Sünnet ve tasavvuf düşmanlığı yapanları ayırt etmek gerek. Tıpkı kendini ifade edemediği için demokrasi diyenlerle Batı’nın seküler demokratik rejim modelini savunanlar arasındaki fark gibi. İlahiyatçılar derken şu açıklamayı da yapalım ki, bütün zümreyi kastetmiyoruz. Çünkü, şunu biliyoruz ki, Mustafa İslâmoğlu ve Caner Taslaman gibileri sevmeyen ve Sünnete bağlılığı ilke edinen bir çok ilahiyatçı var. Toptancı hükümlerden kaçmanın gereğine inanıyoruz; esasen moda olarak Selefî veya reformist fikirlere kendini kaptıran, fakat içlerinde yitirmedikleri edep duygusuyla hak ve hakikate döneceklerin/dönenlerin bulunduğunu söyleyelim. Kasıtlı olarak fitne ve fesat kazanını kaynatanların ise Şeriaten “el-dil-kalb ile buğz” şeklindeki emre muhatap olduğunu bilelim. Emanetin ehline verilmediği bir devirde yaşadığımız ve yıllardır ilahiyat ve diyanet kurumları laik ve Selefî kesimce yönetildiği için, sesleri az çıksa da bu hocalarımız her zaman değerlidirler, ahlâk ve erdem savunucusudurlar. Diyanet çevresinde de itikadı temiz, sünnete bağlı kimseler vardır. “Sünnete bağlılık Ehl-i Sünnet’in tekelinde değil” diye hutbeler irad eden, sanki din, laik-demokratik rejime bağlı Diyanet’in tekelinde imiş gibi konuşan, düne kadar Kur’an’dan yapacağız diye mealcilik yapan, bu iflas edince yine kuşku ile sünnete dönen, bir türlü iman edemeyen kuru akılcılara ancak “hikmetsiz ilim uçuruma götürür” diyebiliriz. Ve bu arada Zahidül Kevserî’nin “mezhebsizlik dinsizliğe giden köprüdür” sözünü de hatırlatırız.

Mezheb tanımazların çelişkisini bir hoca nükteli bir şekilde şöyle ifade eder: “Ben mezhebsizlerin cenaze namazını kılmam çünkü neye göre kılınacağı belli değil!” Mezheb zarurettir, öyle ki mezhebsiz namaz kılamazsın, oruç tutamazsın vs.. Kafası mezhebsiz ve reformist fikirlerle dolmuş ve bir türlü Allah’ın sonsuz hikmetine teslim olamayanların sıkışınca “biz de Sünnîyiz, Hanefîyiz” demeleri de çaresizliğin doğurduğu ayrı bir çelişkidir. Bunca okumuş yazmış çoğu ilahiyat kökenli akademisyenleri varken bir mezheb kuramamışlar, Sünnîliğe yamanmaya çalışıyorlar.

Akıl-nakil ikileminde (veya akıl-vahiy) tercih vahiyden yana olmalıdır. İman, akla üstündür. İman büyük bir nimettir, ilimle elde edilen bir şey değildir. İlim, imanın emrine girerse güzelleşir, verimlileşir, faydalı hâle gelir. Aksi takdirde tüm Selefî ve reformist cühela takımında gördüğünüz gibi, faydasız ilimden Allah’a sığınırız. Tasavvuf ile Necip Fazıl’ın kalemine bereket geldiğimalumdur. Keza Nurettin Topçu’nun, Sezâi Karakoç’un, Salih Mirzabeyoğlu’nun vs. arkasında tasavvuf vardır. Bir küçük not daha: 

Bu kadar ilimleri olduğunu, kitapları olduğunu, müçtehid olduğunu iddia ediyorlar. Fakat bumüçtehid taslakları, FETÖ sapkınlığını farkedememişler. Bunlar nasıl fakih veya müçtehid ki, diyalogculuk, iman esaslarını değiştirmek, Hıristiyan ve Yahudi’yi hoş görmek, türbanı teferruat ilân etmek, Peygamber Efendimiz’i yan odada kendine hizmetçi kılmak gibi apaçık dinî, ilmî, fıkhî, ahlâkî edepsizlikleri göremiyorlar. Bırakın akademisyen olmayı, sıradan Müslüman’ın bile bilgi ve feraseti buna yetecekken, bizim ulema (!) uyumuş anlaşılan. Fakat bakıyoruz da kendi koltuklarını, nüfuz ve iktidarlarını korumuşlar. Ak Parti’nin iktidarıyla adeta Selefî bir devlet kurmuşlar, ama kısa zamanda bu devletçikleri çökme aşamasına gelmiş, birbirlerini yemeye başlamışlar, Ak Parti’yi de kendileriyle birlikte batırmışlar. Ak Parti bugün ayakta duruyorsa, bu ne idüğü belirsiz Selefî-reformist kadrolar eliyle değil de milletin desteğiyle ayakta kalmaya devam ediyor, Ak Parti’nin etrafında palazlanan menfaatçi, hizipçi ve mezhebçi Selefîlere rağmen. “Fakat nereye kadar?” Bunu soran bir halk ve gençlik olduğunu da hatırlatalım. 

Sorun Mezhebi Genişlik

Bilhassa Selefî çevrelerin kendi mezhebsizliklerini masum göstermek için propaganda yaptıkları “mezhebçilik ve tarikatçılık” söylemlerine de temas etmek istiyorum. Sanki Türkiye’de mezhebçilik ve tarikatçılık taassubu varmış gibi bu yalana başvuruyorlar. Aslında Türkiye’de sorun mezhebi genişlik, İslâmî hassasiyetin köreltilmesi, önüne gelen sapığın bol keseden savurması, İslâm’ın omurgası demek olan Ehl-i Sünnet inancının zayıflatılmasıdır. Bazı örneklere bakarak tasavvufa dil uzatılması, işin iman, zevk ve aşk boyutunun bu kuru akılcılar tarafından köreltilmesi neticesidir. Tasavvufa şirk gözüyle bakan tekfirci DAİŞ ile bizdeki Selefîler ve reformcular ortak felsefeye sahipler. Aslında önce bunun hesabını vermeleri gerekirken utanmadan konuşurlar. İslâm tarihinde bazı siyasî olayları veya tartışma ve çatışmaları bahane ederek sanki İslâm tarihi hak mezheblerin kavgaları ile dolu imiş gibi gösterirler. Tamamen yalan ve bühtan. İstisna olayları büyütmek ve kendi sakat anlayışlarını destek yapmak isterler. “Ehl-i Sünnet’in mezhebleri” der, peşinden de “öbür İslâm mezhebleri” derler. Bu ifade bile onların bakışının mezhebsiz veya mezhebler üstü(!) olduklarını ele verir. Hayrettin Karaman’ın Yeni Şafak’ta “Mezhebçilik-Tarikatçılık” yazısı buna misaldir. Ayrıca dört hak mezheb (Hanefî, Şafiî, Hanbelî, Malikî) yanında, “beşinci-altıncı mezheb” diye yeni mezhebler ihdas ederler. Okullarda okutulan “din kültürü” kitapları buna misaldir.

Hak mezheblerin birbirinden istifadelerini (geçmişte de yapılmış) yeni bir mezheb ihdasına basamak yapmak isteyen bir “mezhebi genişlik” var. İşin sonunda itikadda da kaymalar baş gösterir. Ölçüler zedelenir, imanın şartları değişikliğe uğrar, “peygambersiz İslâm”, “kaderi red” gibi saçmalıklar baş gösterir.

Burada şu husus gözden kaçmamalıdır. Müçtehid, dinî esasları yeniden yorumlayan, bütün İslâm tarihini yeni baştan değerlendiren, ulemaya, meşâyıha yer gösteren, bir nevi Allah Resûlü’ne de rol biçen biri değildir. Müçtehid, geçmiş birikim üzerinde güne ve ileriye yönelik yeni yorumlar getiren demektir ve bu husus (yani yenileyicilik) itikadî ve amelî sahalarda değil, daha çok tefekkür ve tahassüs alanlarında olmalıdır. Çünkü ilk asırlarda pınarın kaynağına yakın olan Sahabî, Tâbiûn ve Tebe-i Tâbiûn itikadî ve amelî içtihad mevzularını çerçevelemişler. Çağımızın getirdiği bazı amelî içtihad meseleleri de (kutuplarda veya uçakta namaz gibi) bütünde-mezhebte içtihad sayılmaz. Bütüne bağlı parça mevzular olarak ehlince halledilir.

Şunu tekraren ifade edersek, çağın ihtiyaçlarına göre mezheblerin birbirinden bir şey alması,mezheblerin birleştirilmesi veya yeni bir mezhebi doğurmaz ve esasen bu mevzular sınırlıdır. Geçmişte de gerektiğinde başvurulmuştur. Onun için itikadî ve amelî mevzuları kurcalamaktansa ileriye yönelik İslâm’ın önünü açıcı şeyler yapmak faydalıdır. Elbette İslâm’ın özü ve bütünü ile ters düşmemek şartıyla. Yoksa ortaya sakat yapılar doğar ve zaten boynuz kulağı geçer hesabı böyle acayip örneklere sık sık rastlamaktayız. Namazı üç vakte indiren, horozdan kurban yapan, oruçla oynayan, recmi kaldıran, modernizmin kötü amaçlı kadını şımartma tavrına destek fetvaları veren, buna uymayan hocaları tasfiye eden vs. garipliklere şahid olmaktayız.

İlim mi Rehber, Allah’ın Bildirdikleri mi?

Hakikatler Allah’ın tecellileridir. Kul bunları bulur ama bulduklarına şeriatı tasdik ettiremez. Şeriatin ana sütunu “nass” ilme tâbi değildir, ilim nassa tâbidir. Yani hakikatleri müstakil varlık olgusu olarak alamayız. Âlimler şeriat binasını bulduklarıyla yükseltir. Fakat reformcular, ellerine kazmayı alıp İslâm binasını ve bütün birikimleri yıkmaya kalkarlar. Sadece kendi akıllarıyla ve bulduklarıyla yeni bir bina inşa etmeye kalkarlar. Hâlbuki yapılması gereken İslâm binasına, kendi temelleri üzerinde yeni katlar çıkmaktır. Bir misal; H. Karaman İmam-ı Rabbani isimli kitabında İmam-ı Rabbani’yi sevdiğini ve tasavvufa karşı olmadığını söyler; ama Muhyiddin-i Arabi’yi sapıklıkla itham eder. Hâlbuki İmam-ı Rabbani, Muhyiddin-i Arabî hakkında “makbullerdendir” der. Onun vahdet-i vücud görüşlerine eleştiri getirdikten sonra bunu söyler. H. Karaman’ın tavrında şu ifrat hâl her yerde görülüyor. İslâm büyüklerini bir yere koyuyor ve kendisini hepsinin üstünde görüyor. Sakat ve tehlikeli olan bu tavır ve anlayıştır. Bu da ilmin getirdiği bir gurur hâlidir. Karaman Hoca’nın bağlıları da, o İmam-ı Rabbani Hazretleri hakkında kitap yazdıktan sonra tasavvufu ve İmam-ı Rabbani’yi sevmeye başlıyorlar. Hakikate göre değil de adama göre hakikat tavrı çok sakattır ve putlaştırmadır. Ve bir soru daha: İmam-ı Rabbani Hazretleri müçtehid olmasına rağmen neden yeni bir mezheb kurma ihtiyacı duymadı ve yenileyiciliğini mensup olduğu Hanefî mezheb üzerinde yükseltti? Sorsan, “Hoca mezheb kurmuyor” diyorlar; ama bütün mezheblerin görüşlerini sıraladıktan sonra “bence” demesi ne demektir? Kendini hepsinden üstün görmek değil midir? Zaten bağlılarınca Karaman Hocaları sorgulanamaz, “layüseldir.”

Allah’ı ilme tasdik ettirmek, Hâlik’i mahlûka tasdik ettirmektir. Hiç Hâlik mahlûkuna tasdik ettirilir mi? İlmi müstakil bir değer alan ilim çevrelerinde bu kibir vardır. İmam-ı Rabbani Sempozyumunda Mustafa Kara’nın ifade ettiği gibi, “ilahiyatçılarda had bilmeme gibi bir hastalık var.” Şahsî ilişkilerinde bir insan gururlu görünmeyebilir ama bütün ulema ve meşâyıhı sıralayıp, sonunda “bu işin doğrusu bence budur” demek ilmini ve kendi aklını mabud kabul etmektir ki, bu farkedilen ciddi bir arızadır. Demek ki her şeyde denge ve itidal mühim. Ehli Sünnet’e boşuna itidal yolu, yani orta yol dememişler. Ehli Sünnet’te tekfircilik geleneği yoktur; bid’at yolları dikkatlice tefrik edilir ve işin aşk-irfan boyutu vurgulanır. Bunu tasavvuf yapar. Bu arada Ehl-i Bidat’ın ehli küfür mânâsı da unutulmamalı ve ehli küfürden daha tehlikeli olabileceği de; çünkü içerden yıkıcı role sahiptir. İmansız İslâm olmaz ve aşksız İslâm kurudur ve söner. Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazalî Hazretleri’nden bu akılsız akılcılara da bir çıkış kapısı, elbette akledebilirlerse: “Şeriat zahirî akıldır, tasavvuf batınî şeriattır”. Aklını tek rehber alıp şeriat denizinde yüzmeye kalkanlar boğulduklarıyla kalırlar. İslâm kalbin yoludur ve akıl ise “selim akıl”dır. 

Yenilik Sırrı ve İslâm’ın Yürümesi

“Topluluk hakikati” (Ehl-i Sünnet vel Cemaat) ve yenilik mevzuu önemli. Çünkü sapkınlara devamlı cevap veremeyiz, topluluk yolunu cemiyet projesi ve İslâm’a muhatap anlayış olarak göstermeli ve meydan yerine yerleştirmeliyiz; yanlış yollarla en iyi mücadele budur. Demek ki sadece kuru kuruya “Ehl-i Sünnet’im” demeyle olmuyor. Eğer bir sistemli fikrin ve modelin olmazsa, bilakis Ehl-i Sünnet’i çürütücü rol oynarsın. İkbal ve iktidar yollarında yürüyen veya holdingleşen veya İslâm için değil de “cemaat için cemaat” olan gruplardan olursun. Ehl-i Sünnet’in hakikati, topluluk hakikatinde tecelli eder, topluluk hakikati ise İslâm’a muhatap anlayış demektir. Üstad Necip Fazıl’ın İbda kadrosuna ithaf ettiği, İdeolocya Örgüsü’ne ek olan, “İslâm yenilenmez anlayışı yenilemek gerek” yazısında olduğu gibi. Demek ki her asırda yenilik ve yenileşmek şart ve bu bir ihtiyaç. Fakat yine İslâm’ın özünden gelerek bu yapılmalı idi. Selefî-reformist ve modernist çizginin veya benzerlerinin yaptığı gibi değil. Bu değişim Tanzimat’ta Batı taklitçiliği ile başladı, Cumhuriyetle tamamen kopyaya döndü. Öbür yanda reformist çizgi, İslâm binasını zayıf görüp dıştan payandalamaya kalktı. Buna gerekçe olarak da din sınıfında olan bozulmayı, Üstad’ın tesbitiyle ham yobaz-kaba softayı misal gösterdi. Yenileşme ihtiyacı Osmanlı tarihinde Kanunî’ye kadar yerine getirilmiş, aşk ve vecd yenilenmiş, bunun etkisiyle (çünkü insan davranışlarındaki amil ruhîdir, maddeci bile maddeci görüşünü ruhî çaba ile kurar) ilim, sanat ve aksiyon cepheleri örgüleştirilmiş, tekke-medrese ve askeriye uyumu ile cemiyet şaha kalkmıştır. Fakat Kanunî’den sonra yenilenmeyen aşk ve vecd sonucu donuklaşma, durağanlaşma başlamıştır.

Şunu demek istiyoruz: “Her çağda müceddid gelmesi” hikmetince yenilenmek şarttır ve bunu İslâm’ın hakikatine nisbetle (itikadî ve amelî ölçülere göre) cemiyet projesi olarak yenileyen Büyük Doğu-İbda ideolojisidir. Demek ki susuzluğumuzu temiz su ile gidermeliyiz, bulanık ve karışık (muvazaa, sentez, reform vs.) sular ile değil. Ehl-i Sünnet’in içinin boşaltılmaması için ne yapılması gerektiği (İslâm’a Muhatap Anlayış) iyi bilinmelidir. Aksi takdirde sadece gelenek tekrarı veya “sosyolojik Ehl-i Sünnet” olunur. 

Bugün devletin de en büyük sorunu bir manevî şahsiyeti olmaması, bir fikir ve ideal taşımamasıdır. O ideal olacak ki onun için yaşansın, hedef-gaye belirlensin, insan ilişkilerine, eğitimden sanata kadar hamle sahibi olunsun. Devlet kadrolarında etkin olan Selefîlerin de çıkmazı budur. Teklifi-projesi olmadan cemiyet inşâı olmaz ve tatbik fikri olmadan da tatbike dair faaliyetler bir mânâ ifade etmez.

Sırf “ilim için ilim” materyalizme, sırf “hikmet için ilim” idealizme, sırf “Allah için ilim” ise İslâm’a çıkar. Mevcut eğitim sistemi (buna ilahiyat da dâhil) ilmi kutsadığı için materyalist temeldedir. İlmi ağızlarında yem gibi kullanan ve kalblerine Allah korkusu inmeyen reformistlerin dili ve diyalektiği de materyalist temeldedir; istedikleri kadar Allah’ın ayetlerini ağızlarına alsınlar, istedikleri kadar namaz kılsınlar, farketmez. Biz burada iman yargılaması yapmıyoruz. İlmi putlaştırmanın ve tek hakikat kabul etmenin materyalist bakış açısı olduğunu ve işin ahlâkî-tasavvufî ciheti olmayınca sapkınlığa dönüştüğünü söylemek istiyoruz. Artık iş öyle bir noktaya vardı ki, müptezel miktarda olan bu had-hudud bilmezlerden gına geldi. Anlaşılan İslâm’a muhatap anlayış davası anlaşılmadan ve bu mihrak altında otorite olmadan bu işin sonu yok. Çünkü akıl sayısınca yol var.

“Allah’ın yolunu kesenler” tabirini bilirsiniz. Bunun müsbeti Allah yoluna köprü-vasıta olmaktır. İslâm’ın ilmi kelamla değil de tasavvufla yayıldığı, hâlen yeni Müslüman olanlardan da görülmektedir. Tarihte (Barkan’ın tabiriyle) “kolonizatör dervişlerin” rolü malûm. Şimdi sormak durumundayız, bunca gayretlerine rağmen reformistlerin Müslüman olmasına vesile olduğu bir kimse var mıdır? Fakat şu biliniyor: Kafalarını karıştırdıkları Müslümanlar çoktur. Müslümanlar arasında birleştirici değil devamlı dağıtıcı rol oynamışlardır. Bugün bizim aslî meselemiz, beş asırdır, bilhassa da son iki asırdır, yokluğu dolayısıyla sayısız sıkıntıya maruz kaldığımız, bütünleyici fikre ve bunun sistematiğine olan ihtiyacı gidermektir. Bu fikir olmadığı için, ülkemizde ve İslâm coğrafyasında zihnî savrulma ve kargaşa yaşanmıştır. Gerçek yenilik ve aksiyonun vasıtası, kendisiyle yürüyeceğimiz (iman ve itikada kadar) bu sahih İslâm anlayışıdır. Bu mihver (Büyük Doğu-İbda) etrafında toplumun yeniden inşâıdır. Aksi takdirde ne kadar iyi niyetli olunursa olunsun, kafa karışıklığı, çatışma ve ayrışmadan kurtulamayız.

Baran Dergisi 566. Sayı

16.11.2017