İslâm, ferdî ve içtimaî hayatı düzenlemiş olup dünya için indirilmiş bir dindir. İnsanlar okusun-anlasın diye Allah tarafından ilahî kitaplar ve o kitapların uygulanması için Peygamberler gönderilmiştir.

Kısaca söylersek, İslâm ahiret için değil, dünya içindir. Ahiret hayatı ayrı bir hayat olup tasdik makamı değil, müşahede makamıdır. Orada iman diye bir şeyin mevzuu kalmamıştır. Çünkü sualden sonra cennet ve cehennemin içindeyiz zaten. Cemiyet dini olan İslâm’ın devlete muhtaç olduğu ise apaçık.

Sosyal ve siyasî bir varlık olan insanın en ileri organizasyonu devlettir. Devlet, toplumun müesseseleşmiş ve müeyyideleşmiş halidir ve toplum olan yerde devlet kaçınılmazdır. Kurumlaşma demek, iktidarın daha çok toplumlaşmasıdır. Devletin meşruiyeti ise milletin temsilcisi olması demektir. Öyle ki öbür devletlere karşı da toplumu temsil eder. Yönetimde ilkeler ve ilişkiler söz konusu olup bu da devletin bir hukuku olmasını icap ettirir.

İslâm literatüründe devlet kavramı siyaset, iktidar, mülk, sultan, emir, idare, hukuk, adalet vs. şeklinde de ifadesini bulur. İslâm hukuk literatürünün de devletle ilgili olarak en çok hilâfet, imâmet, daru’l-İslâm, ümmet, ehlu daru’l-İslâm tabirlerinin kullanıldığı görülmektedir. El-Ahkamu’s-Sultaniye türü eserler ise az sayıda olsalar bile müstakil olarak devlet teorisi üzerinedir. Maverdî’nin bu isimdeki eseri meşhurdur. Devlet kavramının “mutlak anlamda iktidar” ya da “olgu olarak iktidar” anlamına da dikkat çekmek gerekir. Devlet kelimesinin günümüzdeki terim anlamını yalın biçimde kullanan ise İbn Haldun olmuştur. İbn Haldun, Allah Resûlü’nün kurduğu devletten, “ed-Devletü’l-İslâmiyye” diye söz etmiştir.

Devletin kaynağı ile ilgili farklı görüşler var. İlahî olana, insan tabiatı ve aklına, kuvvete ve toplum sözleşmesine bağlayanlar var. Bütün bu görüşler, inanç ve algılayış biçimiyle ilgilidir. Bizim inanışımıza göre, insan, kainatı geçmişi ve geleceği ile (buna hâl de dahildir) tüm olarak kuşatamayacağına göre Mutlak Fikir gereklidir. Bu da Allah’ın, O’nun kitabının ve peygamberlerin varlığını icap ettirir. İktidarın kaynağı Mutlak olanındır. İktidarı kullanmanın teorik ve bir o kadar da pratik dayanağı, meşruiyetinin kaynağı Mutlak Varlık’tır. Kısaca hâkimiyet, Hakk’ındır.

Devletin varlığı da insanın varlığı gibi Allah’a bağlıdır ve hâkimiyetin kaynağı Allah’tır. İslâm’da devlet Allah’ın buyrukları ve ilâhî adalete tâbi olarak toplum düzenleyicisidir. Ayet meali: “Göklerin ve yerin hükümranlığı (mülkü) Allah’a aittir. Allah her şeye bihakkın kadîrdir.” (Âli İmran Sûresi, 3 / 189)

Devletin kaynağının insana indirilmesi ise, insanın mutlak fikri kuramayacağı bir yana, beşerî görüşlerin otoritesine boyun eğmeye ve insanın insan arkasında kuyrukçuluğa yol açar. Bizim teklifimizde ise, yöneten ile yönetilen arasında her ikisinin dışında ortak bir değerler sistemi olarak Kur’an ve Sünnet söz konusudur. Bu ise hem adalete, hem hakikate daha uygundur. Batı krallıklarında hâkimiyeti Allah adına mutlak kullanan ve layüsel (dokunulmaz) olan krallıkların dinî kimliği ile İslâm halifesinin dinî kimliği bir değildir. Devletin kaynağının ilâhî olana dayandırılması noktasında benzese bile esasta aynı değildir. Bizde idareci kutsallaştırılmaz, kutsallaştırılamaz. Teokratik düzen derken kilise kastediliyor ise biz de eleştiriyoruz. Ancak Türkiye’de teokrasi kelimesi ile İslâm kastedilir.

İmam Gazalî meşhur eseri İhya’da, “Devlet ve siyaset ikizdir.” der ve Şeriatın dayanması için devlet şartına dikkat çeker. Ve “Din, dünya ile tamamlanır. Din, kök ise, Sultan da o kökü koruyandır ve korunmayan temel yıkılmaya mahkûm olur.” der. Osmanlı’daki “Din ü devlet” anlayışı buna dayanmaktadır. Hükümetin (devlet) bu koruma vazifesini de fıkıhla (İslâm’a muhatap anlayış) yerine getirebileceğini İmam Gazalî ilave eder. “Cennet kılıçların gölgesi altındadır.” hadisini, devletin dini koruyucu rolü ile tefsir edebiliriz. Bu yolda yani İslâm devletine doğru mücadele ise cenneti kazanmak mânâsına gelir. Dini ihya için can vermek, şehid olmak gibi.

İslâm’da hâkimiyetin “nihaî ve mutlak” kaynağı “ahali” değil, Allah’ın ve Resûlü’nün belirttiği emirler manzumesidir. Devlet ve hükümet şekilleri değişebilir ve devlet reisine verilen isimler de farklılıklar arz edebilir. Ancak milletin manevî şahsiyetini temsil durumunda olan insan, “Allah’ın halifesi ve Allah’ın yeryüzündeki gölgesi”dir. Kur’an’da da buyurulduğu üzere, insan halife olarak yaratıldığına göre, insanî teşkilatın en büyüğü devletin başı da bu misyonun başı olmaktadır. İnsanın halifelik misyonu, devletin kurulmasını-korunmasını icap ettirir.

“İslâm’da idare şekli yoktur, idare ruhu vardır.” Devlet modellerinin değişmesi (monarşi, cumhuriyet, oligarşi vs.) yanında devletin taşıdığı şuur ve bağlandığı nokta olarak Kur’an ve Sünnet ölçülerini yansıtabildiği ile değer bulur. Çünkü devlet şekillerini seçmek insana özgüdür, en uygun modeli tesbit edebilir. Çağın şartları ve tecrübe ile yeni bir model geliştirilebilir. Bundan dolayı geçmişte İslâmî ruhu tüttüren saltanat idareleri de başarılı kabul edilir.

Çağımızda bizim yeni dünya düzeni teklifimiz ise Başyücelik Devlet Modeli’dir. Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü eserinde önerdiği Salih Mirzabeyoğlu’nun Başyücelik Devleti ismiyle müstakil bir eserde çerçevelediği bu model, “Yüceler Kurultayı” ile parlamenter sistemlere benzerken, Başyüce’nin ağırlığı ve yürütmenin de başı olması açısından Başkanlık sistemine de benzer. Aslında Başyücelik Devlet Modeli, bütün mevcut sistemlerin artısını almış, mahzurlarını atmış olarak kendine mahsus, orijinal bir modeldir. Kaynağı ve dayandığı temel ilkeler olarak ne parlamenterizme ne de başkanlık sistemine benzer. Saltanat sistemlerine ise en uzaktır. Ehliyetli ve erdemli üstün çilekeşler sınıfına dayanır, toplumun ileri gelen fikir ve idrak soyluları tarafından oluşturulur, demokrasi ve seçim oyunlarıyla yönetim oluşmayıp, toplum içindeki temayüz etmiş fikir ve idrak soylularından, basiret ve feraset sahiplerinden oluşmaya devam eder. İslâm ihtilâl-inkılabı ile kurulacak “Müessisler Meclisi”, halk dalkavukluğu gibi popülist politikalarla değil, sahasında üstün yüceleri seçer ve onlar milleti idare eder. Yüceliğe aykırılık, üyeliği düşürür. Her sene kurulacak olan Halk Divanı (Halk Şurası) ise seçim sistemine açıktır ve bugünkü meclisler gibi düşünülebilir, ancak tek farkla: Hizipleşmeye yol açan partilere izin verilmeyecektir. Buradaki maksad, sosyal ve siyasî faaliyet yapacak yeteneklere yol açmak ve Yüceler Kurultayı’nın namzedlerinin bir kısmını tesbit etmektir. Kanun teklifi verme, alta doğru denetleme görevi gerçekleştirme vazifeleri arasında olacaktır. Genel kural olarak ülke içinde hiçbir menfaat gruplaşmasına ve çatışmasına müsaade edilmez, ancak yöneticilerin siyasî hesap vermesine açık bir kontrol mekanizması İslâm devletinin ilkesidir. Emri bilmaruf nehyi anilmünker emri bunu gerektirir. Tarihte bunun örneği çoktur. Hisbe Teşkilâtı gibi. Vakıfların da güçlü bir sosyal yönü vardır. Halk Divanı bütün bunları toparlayacak ve dinamizme kavuşturacak bir yapıda olacaktır.

Devletin üç fonksiyonu var; yasama, yürütme ve yargı. İslâm devletinde yasama her şeyin üstündedir. Zira Kur’an ve sünnet temel normdur. Yürütme fonksiyonunun başında halife vardır ancak sınırsız bir iktidara sahip değil, İslâm hukukunun genel prensiplerinden yetkisini alır. Yargı kurumu ise İslâm hukukunu tecelli ettirecek bir kurumdur. Bu üç kurum, Kur’an ve Sünnet altında birleşir, kendi vazife alanları farklı olsa bile temelde aynıdır. Birleşik kaplar misali... Halifenin bu üç vasfın temsilcisi ve başı olarak, aslında bir orkestra şefi gibi davrandığını söyleyebiliriz. Devletin omurgası budur ve Şeriatın bu uzviyete yapışık olduğu anlaşılmaktadır. Adaletin tevzii ile sorumlu halife, aynı zamanda “baş kadı”dır. Karar mercii baş hâkimdir. Ancak dilediği gibi hüküm veremez, Kur’an ve Sünnet ile mukayyeddir. 
Mevzumuza Cuma namazı şartı bir misal olabilir. Zira Cuma namazının cemaatle eda şartında İslâm devleti amacını görmemiz mümkündür. Bağımsız İslâm devletinin alametlerinden biri de halifenin Cuma namazını kıldırmasıdır. Beş vakit namazın ferdî kılınabilmesine rağmen, Cuma namazı ferdî kılınamaz ve cemaat şartı vardır. Beş vakit namazın 12 şartı varken Cuma namazının 24 şartı vardır. İslâm devleti ve halifesi olmadığı zaman (çağımızda durum budur) Müslümanların Cumayı terk etmesinden ziyade İslâm devleti şuuru taşıyarak kılması daha evladır. İslâm devleti olmadığı için Cumayı kılmama şeklindeki tavırlar, keskinlikten ibaret kalır. Müslümanların önemli siyasî ve sosyal ibadetini ve müessesesini yaşatmak ve “İslâm devletine doğru” olma şuuruyla Cumayı kılmak doğru olan davranıştır. Cumanın ruhuna uygun davranış budur. Zaten Cumanın farzından sonra kılınan zuhru ahir namazı ile işin tartışmalı fıkhî yanı da halledilmiş iken Cumaya gitmeme yerine Cumaya gidip İslâm’ın bu siyasî emrini tecelli ettirmek çok daha doğrudur. 

İBDA Mimarı Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, “Sahabîlerin Rolü ve Mânâsı” isimli eserinde devletin zaruretine şöyle işaret ediyor: “Istılah-kavram mânâsıyla Şeriat’ın, merkezden muhite doğru bütün mukadder oluşlarıyla “dinin heyeti mecmuası” demek olduğu açık. Bu bahsin, “dört temel kaynak: Kur’an, hadis, icma-ı ümmet, kıyas” şeklindeki mukadder oluşlarının tafsili daha önce belirttiğimiz ayrı bir eser mevzuu... (...) Allah, insanı “eşya ve hadiseleri teshir etmesi için yarattığına” ve “insan ve toplum meselelerine tatbiki” olduğuna göre, bunun mukadder oluşu da İslâm devletidir, Şeriat devletidir!..”
Hâkim davaya mahkûm tavır yakışmayacağına göre İslâm devleti modeli olan Başyücelik Devleti’ni istemek ve bu uğurda çalışmak her Müslüman’a borçtur. Hele hele bu husus, Osmanlı’nın yıkılışından sonra devletsiz kalan Müslümanların üzerinde evleviyet, yani öncelik arz eder. Başyücelik modeli sadece bir laftan ibaret olmadığına göre idarî mekanizmaların nasıl ve niçin’ine dair kadrolaşmanın zarureti de ortadadır. Sağlıklı olan aşağıdan yukarıya doğru olanıdır. Ancak millet olarak sürükleyici bir lider emretsin peşinden gitsin anlayışındayız, biraz tepeden inmeyi seviyoruz. Ancak bu millet kendi ruh köküne bağlı gerçek liderini-kahramanını buldu mu peşinden yürür. Lider ise ağzı laf yaparak oy toplayan değil, millete vereceği olandır; ülküsü, ideali, vizyonu olandır.


Baran Dergisi 640. Sayı

18.04.2019