Üretimi oluşturan unsurlardan en netamelisinin sermaye olduğuna kuşku yok; zira diğerlerine (toprak/hammadde ve emek) hasbelkader bir çerçeve çizilebilirken, sermayenin tarifi ve kaynağı hususunda görüşler oldukça muhtelif... Sermayeyi, en azından görünüşte, üzerine değer atfedilen şeyleri kişilerin zaptından doğan birikim şeklinde tanımlayabiliriz. Biriktirilen malın mahiyeti ile cemiyetin o mala verdiği değer arasında doğru yönde bir münasebet mevcuttur. Biriktirilen malın mahiyetçe en öz halini, umumi kabulünden ötürü, para teşkil etmektedir. Sermayeyi teşrih masasına yatırıp unsurlarına ayırma konusunda 19. asır iktisatçıları yoğun efor sarf etmişlerdir.

Avrupa’nın hammadde kaynaklarına çok cüzî bedeller ödeyerek ulaşabilir olması, sömürgelerinde yeni pazarlar bulması, yoğun nüfus ve hepsinden önemlisi “dünyevî saltanat” arzusu, 16. Asır sonrasında kapitalizm adı verilen yeni bir paradigmanın dünyaya gelmesine yol açmıştır. Kapitalizmi Türkçeye “sermayedarlık” ya da “sermayecilik” şeklinde tercüme edebiliriz, ancak aslında bundan daha derin bir anlamı var. Kapitalizm, öz olarak kişinin elindeki mal birikimini (serveti veya her neyse onu) olabilecek azami bir biçimde artırmaya, bu artışı temin maksadıyla da geri kalan unsurları (bu, o sermayedarın dışındaki her şeydir) “araçsallaştırıp” kullanmaya hakkı olduğunu öngören bir rejim; böylesi bir rejimin arkasındaki bir anlayış, bir his… Nefsaniyetin zirve noktası derken, Kapitalizmin bu özü itibariyle menfiliğinden bahsetmekteyiz. Bu rejimin, sonraları liberalizm adıyla yumuşatılması kimseyi aldatmasın. Batı’da sermaye odakları oluştuğundan, 19. Asırdan sonra Kapitalizm, Liberalizm görüntüsü ile iş yapmaya başladı; hem geniş kitlelerin artık eski rejime tahammülü kalmadığından bu rejimi en azından zevahirde biraz yumuşatmak gerekmekteydi, hem de Liberalizm kisvesi sayesinde, kontrolsüz bir şekilde zuhuru mümkün ticarî rakiplerin tasfiyesi daha patırtısız ve naif olmaktaydı. Şirazesinden çıkan insan nefsinin tarihte birçok uç örneği mevcuttur: Firavun, Nemrud ve elbette Ebu Cehil. Bu halin modern zamanlardaki örneği, bir kişi değil de dünya çapında oligarşik bir yapı arz eden doymak bilmez, “kimliksiz” (gerçekten kimliksiz, silik ve gizli tiplerdir) kapitalist güruhtur.

Diğer taraftan, birikim yapmak, elinin altında menfaati için kullanabileceği bir şeyler toplamaya çalışmak da fıtrî bir hadise… Tedbir maksadıyla da olsa, elindekini daha büyütme maksadıyla da olsa bu böyledir. İnsanların her devirde bu yönde bir temayülleri olmuştur. Mesele, bu temayülün önüne bir sınır konup konmayacağında, konulacaksa neye göre konulacağındadır. Sermaye, fonksiyonel zaviyeden bakıldığında, girişilen işin/üretimin sağlıklı bir şekilde yürütülmesini sağlayan bir “denge tankı” işlevi görmektedir. Hangi iktisadî mezhebe bağlı bulunulursa bulunulsun, üretim sürecinde, kira ödemeleri, ücretler, hammadde temini, vb. tüm masrafları karşılayacak merkezî bir şahsın (ya da şahısta tecessüm etmiş kurumun) varlığı elzemdir.

Sermayenin içinde paranın da olduğu tüm stoktaki ya da tedavüldeki malları, ayrıca da üretim için gerekli alet, edevat ve binaları kapsadığını ifade etmiştik. Ancak paranın icadından ve aktif bir şekilde kullanımından beri, sermaye para biçiminde görünür olmuştur. Kısacası, Üstad’ın “cebinde olduğu sürece satın alabileceği her şeye maliksin demektir” biçiminde tarif ettiği para ile sermaye, her ne kadar doğruyu yansıtmasa da, artık birbirlerinin yerine kullanılır hale gelmişlerdir.

Aslında, konforun (kanunen hakkı olsun ya da olmasın çalışmasıyla nisbetsiz bir gelir elde etme, tamamen keyfe göre yaşama eğilimi şeklinde tanımlıyoruz bu tabiri) mümeyyiz vasıf olduğu bir dünyada sermayenin ferdî teşebbüslerle artırılabileceğini, maksadsız toplu bir çalışmanın olamayacağını, olsa bile kısa zamanda çöküp sermayeyi yok edeceğini kabul etmemiz lazım. “Bir kuruluşta sermaye batsa bile, bu topluluğun diğer ferdlerine intikal etmiştir, o yüzden bu tür batışlar önemli değildir” iddiası yersizdir. Çünkü faydasız üretim her halükarda cemiyetin toplu sermayesinden bir kayıp anlamına gelmektedir. Dünyanın her yerinde, daha aktif ve üretken bir biçimde kullanılabilecekken atalet riski yüksek turizm yatırımlarına yönelip kaybolan sermaye, bu duruma güzel bir misaldir.

Her bir insan açısından hayat, cemiyet içinde ferden yaşanır. İktisadın tüm ilkelerinin tepesinde bir cemiyetteki “her bir kişinin kendi çıkarını bildiği ve ona göre davrandığı” prensibi vardır. Üretimi kişi doğrudan kendisi yapıp satsa da, birilerine yaptırsa da menfaatini kollama peşindedir. Diğer taraftan, belli bir amaca matuf üretim yapan, birden fazla kişinin iş bölümü içinde çalıştığı iş mahallerinde üretim nisbetinin aritmetik değil de geometrik bir şekilde arttığı da bir vakıadır. Üretimi bu tarz yaptırmak, Batı modeli içinde yukarıda çerçevelediğimiz prensip uyarınca neredeyse zorunludur. Bu tarz üretimin faydalarını Adam Smith, kitabının giriş bölümünde, gözlemlerine dayanarak gayet teferruatlı bir biçimde izah etmektedir. Bu aynı zamanda herkesin şahsen tecrübe ettiği bir hakikattir. Üretimin bu şekilde bir geometrik artışının gerekli olmadığı belki durağan ekonomi taraftarlarınca savunulabilir, lakin şu veya bu görüşte olsunlar, Batılı iktisatçılar bu tarz bir üretime müsbet bakmaktadırlar. İşte tam bu noktada azami verimliliği ve çalışanlar arasında koordinasyonu sağlayıp onların ücretlerini teminat altına alacak bir “sermayedar/patron/yönetici”ye ihtiyaç hâsıl olmaktadır. Sermayenin bu kadar savunulmasının arkasında bu gerçek yatmaktadır ve kendi mantığı içinde doğrudur. Kısacası sermayenin kendisi, yerine getirdiği vazifenin önemi noktasından baktığımızda, mahiyeti icabı kötü değildir; kullanıldığı cihet, kullanılış şekli ve kimin elinde bulunduğuna bağlı olarak “iyi-kötü” ayrımına tâbi olabilir. Eğer bir rejimde “sermaye nasıl oluşursa oluşsun ve nasıl kullanılırsa kullanılsın, iyidir” veya “içtimaî sermayenin halk içinde bölünüp ziyan olması yerine kimliği ne olursa olsun, onu sürekli üretime sevk edecek birilerinin elinde toplansın” şeklinde bir anlayış hakim ise, Mevlüt Koç’un bizi tanıştırdığı “yanlışlar kendi doğrularını üretir” ilkesi ile yüz yüze gelmekteyiz: Fazilet değil de konformizm merkezli yaşayan insan grupları açısından, her şekliyle (vahşi-liberal) Kapitalizm mukadder bir neticedir. Kâr merkezli “yanlış” yaşayışın doğurduğu, kendi iç tutarlılığı olan bir doğrudur. Zira hayatımızı, ferden veya toplu olarak, ya fazilete ya da egonun keyfine/konformizme göre yaşamak durumundayız. Ya o, ya bu; üçüncü bir şık yok. O açıdan, Batılıların iktisadî hayatlarının kapitalist düzene eğrilmesi son derece normaldir; asıl anormal olan, bu düzen içinden, yine kendine onu dayanak yapan “materyalist faziletçilik” diyebileceğimiz Marksizm benzeri alternatif görüşlerin zuhur etmesidir. Sonsuza kadar büyüme hırsındaki sermaye, Batı’nın şeytanî hegemonyasının motor gücüdür ve sermayedeki bu “urlaşmayı” ancak “dairesini tutarlı bir şekilde tamamlamış” ruhçu bir faziletçilik durdurabilir.

Gelelim sermaye konusunda Batılı iktisad düşünürlerinin görüşlerine. İlk olarak Adam Smith’den başlamak istiyoruz.

Adam Smith’e göre sermaye, bir nevi emek birikimidir. Onun zaten iktisada dair yaptığı çözümleme ve tanımlamaların merkezinde emek bulunmaktadır: “… İş bölümü bir kez iyiden iyiye yer etti mi, bir insanın kendi emeği, zaman zaman ortaya çıkan gereksinmelerinin pek azını karşılayabilir. Bu ihtiyaçların pek çoğu, başka insanların emek ürünü ile sağlanır. O bunları, kendi emeğinin ürünü ile ya da aynı şey demek olan bedeli ile satın alır. Gelgelelim, emeğinin ürünü tamam olup satılıncaya değin, bu satın almayı yapmak imkânsızdır. Onun için, hiç değilse, bu olayların her ikisinin de meydana gelmesine dek, kendisini geçindirip işinin gereçleri ve aletleriyle donatacak çeşit eşya stokunu bir yere yığmak gerekir. Kumaşını tamamlayıp satıncaya değin, geçineceğini ve işinin gereçleriyle aletlerini edinmeye yetecek bir mal mevcudu ya eli altında ya bir başkasının eli altında, önceden bir yere yığılmış değilse, bir dokumacı kendini işine tamamıyla veremez. Bu birikme, besbelli, çalışmasını bunca uzun zaman, böyle apayrı işe harcamadan önce olmalıdır.”

Sermayenin “ön açıcı ve mevcudu dengeleyici” ciheti, Smith’in bu yaklaşımının temelini oluşturmaktadır. Adam Smith’in ekonomi politiğinin en önemli düzenleyici ilkesi “görünmez el kanunu”dur. İnsanların daha kolay bir şekilde daha çok kazanma temayülünde olduklarından bakir alanlara doğru aktıklarını söyler. Ona göre, bu durum en çok da sermaye sahibleri açısından böyledir. Bu şekilde cemiyetin iktisadî hayatında bir denge oluşur ve bu dengeyi sağlayan bilhassa sermayedeki bu akışkanlık yeteneğidir. Sermaye sahibini güdüleyen kâr elde etme azmidir; kârın azaldığı yerden kaçması da en tabii davranışıdır. Cemiyette iktisadî dengenin oluşup görünmez el kanununun çalışabilmesi için en büyük vazife devlete düşmektedir. Zira devlet, sermayedarların idareye karışmalarını engelleyip herkesin daha fazla kazanma yönünde mücadelesine imkân verecek, rekabet açısından özgürlükçü bir ortamı tesis etmelidir. Cemiyeti tesis eden bütün grupların (işçilerin, köylülerin, esnafın, arazi sahiblerinin ve imalatçıların) daha fazla kazanmayı istemeleri, onların en tabii hakkıdır. Bunlar, “faydalı iş” üreten kesimlerdir. Bir not olarak eklemek gerekirse, cemiyeti oluşturan gruplardan ikisini bu tasnifin dışında tutmaktadır: Bu gün hizmet ve eğlence sektörü çalışanları diye tarif edebileceğimiz oyuncu, garson, vs. kesimle devlet memurları faydalı iş üretmezler ona göre, ama varlıkları yadsınamaz ve kimi zaman da mecburidir. Devlet bir grup lehine, bilhassa imalatçı ya da toprak sahibi sermayedarlar lehine piyasaya müdahale ederse, o ülkenin iktisadî yapısı bozulur ve düzensizlik baş gösterir. Smith, özgürce rekabet edecek şekilde herkesin önü açıldığında, bir sermaye grubunun diğerleri aleyhine büyüyemeyeceğini iddia etmektedir. Gerçi onun bu görüşünün içinde yaşadığı cemiyetin tabiatına uygun olmadığı, ondan sonraki yüzyılda açığa çıktı ve sermayedarlar devlet sistemini istedikleri gibi denetimleri altına aldılar.

Bahsimize haftaya devam edeceğiz.

Baran Dergisi 527. Sayı