Demokrasiden kaynaklanan en büyük kötülüklerden biri de siyasetçileri dışarıdan ziyade içe doğru siyaset yapmaya zorlamasıdır. Hele ki Türkiye gibi hukuk ve prensipleri bir türlü oturmamış, iki farklı dünya arasında kalmış, ideal, fikir, ahlâk ve şahsiyet dengesi tutturulamamış ülkelerde bu vaziyet bir yerden sonra seçmenin gözünün içine baka baka yalan söylemeye kadar vardırmaktadır işi. Aradaki tenakuz ise uydurulmuş bir “siyaseten” kavramı içine sokulmakta ve sanki böyle olunca her şey mazur görülebilirmiş gibi bir idrak doğrulmaya çalışılmaktadır. 

Medya da bu rezaletin çanak tutucusudur. Bir gün söylenenin öbür gün aynı ağız tarafından yalanlanmasında kimse bir beis görmez. Karşılıklı ithamlara konu olan yakası açılmadık lâflar bile bırakın günleri yalnız saatler sonra tekzib edilebilmekte ve o ifâdeler “siyaseten” tanımlaması altına sokulduğu takdirde herkesçe mazur görülebilmektedir. Muhal farz gibi ama o tabirin içinde farz ve onun muhal kaydı var; “siyaseten” ifadesi ise tam da demokrasilere yakışır şekilde ne altı ne de üstü olmayan elastikî bir tabir. 

Bu siyaseten bahsine biraz daha yer vermekte fayda var. Tartışma programlarında karşı görüşten olduğu iddiasıyla tiyatro oynayan pek çok trol, tıpkı siyasetçiler gibi birbirlerine etmedik lâf bırakmadıkları programın ardından bir kase işkembe çorbası eşliğinde birbirlerine imâ ettikleri en yakası açılmadık sözleri bile pekâlâ sindirebilmekte ve bundan zerre kadar ıstırab duymamaktadır. Nihayetinde her şey siyasetendir...
***
Hain Ajan PKK’lı FETÖ’cü Papaz Pastör Andrew Craig Brunson davasını biliyorsunuz. Pardon, Din Adamı Brunson. Kafanız karışmasın; bu süreç başladığında adam öyle tanıtılıyordu, sonundaysa böyle. Peki gerçekte hadise nedir, evvelâ kısaca bir ona bakalım.

Amerika Birleşik Devletleri, her büyük devletin tabiî olarak yapması gerektiği gibi, Türkiye’ye birçok ajan yerleştiriyor ve bunlardan biri de mezkur şahıs. Mahalli terör örgütleri ile çıkar gruplarının sevk ve idaresinde bu ajana da bir rol veriliyor. Onlardan malûmat topluyor, yönlendiriyor; elde edilen bilgiler ışığında onun da dahil olacağı yeni oyunlar ve yeni roller ihdas ediliyor. Bu ajan deşifre edilip tutuklandığında ise yine her büyük devletin yapması gerektiği gibi adamına sahib çıkıyor ve elindeki bütün kartları masaya sürmek suretiyle adamını geri almasını biliyor. 

Ajan Andrew Craig Brunson, bâtıl da olsa dininden aldığı motivasyon ve vazifesi icabınca hareket etmek üzere ülkesinden ayrılıyor ve ayrılıkçı Kürtçü hareketleri, bilhassa da PKK’yı sevk ve idare edebilmek için yeri geldiğinde mağara mağara dolaşmaktan imtina etmiyor. 

Türkiye Cumhuriyeti ise kedi olalı bir fare tutuyor ve doğrudan Amerika dolaylı olarak ise Yahudilere hizmet eden bir ajanı tutuklu yargılanmak üzere gözaltına alıyor ve mahkemeye sevk ediyor. Bundan evvel Amerika’nın servis elemanlarının, Türkiye’deki devlet dairelerinde önlerini ilikleyen bürokratlar tarafından karşılandığını ve onların buyruklarının emir telâkki edildiğini göz önünde bulunduracak olursak, mühim bir gelişme. 

Ajan önce tutuklu yargılanıyor; ABD çok patırtı yapınca, bir buçuk sene sonunda, ev hapsine çıkarılmak suretiyle yargı sürecine devam ediliyor ve en nihayetinde işler Türkiye’nin üzerindeki baskıya dayanamayacağı raddeye gelince, karşılıklı belirlenmiş bir takvime göre Ekim ayında ajan Amerika’ya yollanıyor.
***
Yukarıda anlattığımız hadise aslına bakacak olursanız son derece tabiî bir süreç. Ülkeler diğer memleketlerde ajanlık faaliyetinde bulunan elemanlar istihdam eder ve bunlar yakalanınca da onları geri almak için ellerinden geleni yaparlar. Yakalayan tarafta olan ülkeler ise ele geçirdikleri ajanı iade etmek karşılığında bir şeyler taleb ederler. Milletlerarası münasebetlere göre bu iş böyle yürür, yürütülür. 

Peki, bizde nasıl oluyor? Evvelâ yakalanan ajan Türkiye’nin birinci gündem maddesi hâline getiriliyor. Onu yakalayan istihbarat ve tutuklayan hakimden, o dönemki hükümete kadar herkes bir anda kutsanıyor. Ajanın dünyanın en kötü adamı olduğunu kamuoyuna kabul ettirebilmek için medyada linç girişimi başlatılıyor. Hükümet, ajanın iade edilmesini onur, şeref ve namus meselesiymiş gibi lanse ediyor. Sonra karşıdan baskı gelmeye başladıkça dil yumuşuyor ve iş nihayetinde, daha mahkeme görülürken ajanı alacak olan uçağın gelip hazır beklemesi ve havaalanının V.İ.P bölümünden kendi ülkesine uğurlanan ajanın kucağına bir buket çiçek, eline de bir paket pişmaniye tutuşturmaya kadar varıyor.

Bu ülkede bir televizyon dizisi çekilse ve bu dizide yukarıdaki gibi bir senaryo işlense, herkes “yahu bu ne saçma sapan dizi” der ve kimse izlemez. Oysa ki bunun gündelik hayat olarak milletimize dayatılması vaka-i adiye olmuş vaziyette. 
***
Bizde siyasetçi “fikirde müphem, aksiyonda açık” davranmak gibi en temel bir siyaset prensibinden yoksundur. Arslan bile pusuya yattığında uyuyor mu, dinleniyor mu, yediğini mi hazmediyor anlaşılmaz, müphemdir ve ancak aksiyona geçtiğinde, yani avının peşine düştüğü zaman niyeti açıktır. Hayvanın bile uyduğu tabiî bir prensip. Türkiye’de ise hiçbir prensip yoktur. Bütün işler “siyaseten” yürütülür. 
***
Burada sorun yukarıda bahsettiğimiz üzere Andrew Brunson’un iade edilmesi değildir; mesele bu sürecin kötü yönetilmiş olması ve medyanın da bu sürecin kurgusundaki yanlışlıkları bir kahramanlık hikayesine çevirmeye çalışırken eline yüzüne bulaştırması ve milletimizin aklıyla alay etmeye kalkarken suç üstü yakalanmış olmasıdır. 

Cumhurbaşkanı Erdoğan, daha ilk günden kendisine bu soru yöneltildiğinde, “Ben Cumhurbaşkanıyım, bu devletin istihbaratı, emniyeti ve yargısı var. Türkiye’nin bu kadar çok meselesi varken bana sora sora beceriksizliği dolayısıyla yakalanmış bir Amerikan ajanını mı soruyorsunuz?” diye çıkışmış olsaydı, bu süreç bambaşka şekilde yönetilirdi. Ama Türkiye’deki gibi fikr-i takib yerine her daim fikrin ırzına geçmek için ağzından salyalar akıtarak önüne atılacak kemiğin hesabını yapan ve bu pozisyonda emir bekleyen bir medya ve yalnız o günü kurtarmaktan başka hesabı olmayan danışman sürüsünün adam yerine konduğu bir ülkede, bundan fazlasını beklemek de hayal olurdu. 
***
Bir ideal, o ideale götürecek sistemler sistemi çapında bir fikir, bu fikri ileri zuhur ettirecek bir ahlâk ve bu ahlâkla ahlaklanacak şahsiyetler yoksa, bunun tabiî neticesi bugüne kadar akamet ve rezalet olmuştur, bundan sonra da aynı yoldan gidildiği sürece her seferinde aynı yere çıkılacağı da açıktır.

Siyasetçilere ve medyaya bu sürecin sonunda bizi yanıltmadıkları ve şaşırtmadıkları için “siyaseten” teşekkür ederiz.
***
15 Temmuz gecesi şahlanan millî ihtilâl ruhunun bir şuura bağlanması gerektiğinden, aksi takdirde bu sürecin pörsüme tehlikesi taşıdığından defaatle bahsettik. Bugünden baktığımızda görüyoruz ki, bu ruh ve coşku bir şuura kavuşturulmaktan ziyade” sistemli bir şekilde” pörsütülmeye çalışılmaktadır. 

Bizim asıl merak ettiğimiz, mama ve makamdan başka hiçbir davası olmayan, namusu ile cebini çoktan takas etmiş yabancılaşmış adamlar arasında kalmış Erdoğan, bu gidişatın farkında mıdır, değil midir? Farkındaysa, Amerika’yı Allah’tan büyük gören ve ona kayıtsız şartsız itaat etmemiz gerektiğine inanan, FETÖ ile bile artık barışılması gerektiğini düşünecek kadar alçalan şeref ve namus fakiri danışmanından siyasetçisine, medya mensubundan gazetecisine kadar geniş bir cebhede konuşlanmış bulunan çukur adamları niçin etrafında tutmaktadır? Yoksa bu da mı “siyaseten”dir?


Baran Dergisi 614. Sayı