Türkiye, dünya konjonktürünü okumaktan yana aciz... Anadolu’nun konjonktürünü bile doğru şekilde okuyamayan bunca danışman, siyasetçi, bürokrat, istihbaratçı, gazeteci ve yarı aydın tipinin dünya konjonktürünü okumasını beklemek saflık olurdu zaten. Dünya’da işler değişiyor; düzenin üzerine bina edildiği temel dinamikler değiştirilmeye çalışılıyor, teamüllere atfedilen mânâlar ile oynanıyor, merkezler kayıyor… Türkiye ise bugün hâlen 90 sene evvelinde idealize edilen taklitçiliği, o günün esaslarını mutlak kabul etmek suretiyle hesapta bekâ sorununu gidermeye çalışıyor. Neticesindeyse tutarsızlık doğuyor.

Değişen Roller
Amerika, korumacı ekonomiye geçiyor ve dünya jandarmalığını mahallî karakollara pay etmeye çalışıyor. İngilizler, Brexit kararı aldı, Avrupa Birliği’nden çıkmaya uğraşıyor ve daha nasıl çıkacağını bile bilmiyor. Fransa, her cumartesi alev alev yanıyor. Varlığını Amerika’ya endekslemiş Çin, seneler sonra ilk defa büyüme oranında küçülme yaşıyor. Dünya düzeninin bekâsı için kurmuş oldukları müesseselerin tamamı, işlevini yitirmiş vaziyette bir “toplantı masası” vazifesi görüyor; ne bir karar alabiliyor ne de hasbelkader almış oldukları bir kararın icabını tatbik edebiliyorlar. Almanya ve Fransa tarafından adeta sömürge hâline getirilmiş olan diğer Avrupa ülkelerinin ekonomileriyse Türkiye’den bile beter vaziyette. Hâsılı kelâm dünya düzeni değişiyor.

Menfaat Düzeninin Sonu
Henry Kissinger’ın kitaplarını okuyanlar, milletlerarası münasebetler açısından belirleyici faktör olarak benimsenen “Vestfalya Düzeni”ni hatırlayacaklardır: Din, ahlâk, şahsiyet, haysiyet ve bunun gibi insan ve toplumu aşkın bütün mücerret değerlerden arındırılmış, yalnızca karşılıklı çıkar ilişkisini kendisine baz alan diplomasi görüşü. Bu görüşte, Allah’ın, Peygamberin ve muhtelif şeriatların, kültürün, örfün hiç ama hiçbir ehemmiyeti yoktur; varsa yoksa maddiyât.

Eğer ki bugün hakiki bir İslâm devleti var olmuş olsaydı, bu düzene karşı ilk başkaldırı ondan gelirdi. Çünkü İslâm yalnızca ferd hayatını değil, cemiyet hayatını ve varlık sebebi fert ile cemiyet arasında muvazene kurmak olan devlet hayatını da şekillendiren bir dindir. İslâm, ister ferdî isterse devlet planında tesis edilen hiçbir münasebetten tecrit edilemeyeceğinden bu düzen bugüne kadar zaten ayakta durmazdı.

Bu düzenin veled-i zinası olmasına rağmen ilk başkaldırıyı Yahudi Devleti yaptı. Yahudiler, inandıkları dinin şeriatı neyi emrediyorsa ona uydu ve Vestfalya Düzeni’nin sonunu getirdiler. Birleşmiş Milletlerden başlayarak milletlerarası müessesenin kendileri hakkında almış olduğu hiçbir karara uymadıkları gibi, kendilerini alâkadar eden bir mesele olduğu vakit hiçbir milletlerarası hukuk kuralını takmadılar. Bununla beraber, iliklerine kadar nüfuz ettikleri Amerika’yı, uydurdukları bir Hristiyan mezhebi olan Evangelizm vesilesiyle kendilerine yancı kılarak, düzeni, merkezinde, bizzat güdücüleri eliyle tahrib ettiler.

İkiz Kuleler Milad Oldu
Dünya düzenin manzarası böyleyken, 2001 senesinde yaşanan İkiz Kule saldırılarıyla beraber dünya çapında sistematik bir şekilde “İslâm Düşmanlığı” propagandası yapılmaya başlandı. 2008 senesinde yaşanan global ekonomik kriz ve Arab Baharı neticesinde, bu propaganda onların arzu ettiklerinin tam aksine hizmet etti. Kumandan Salih Mirzabeyoğlu demişti ya, “provokasyonlar bile bize yarıyor” diye, işte tam da o bakımdan, senelerce şeytanlaştırmaya çalıştıkları Müslümanlar ile göç vesilesiyle bir arada yaşamak zorunda kaldılar. Oysa ki yapılan propaganda Batılıların değil, Müslümanların ipini çekmeye yönelikti.

Batılı devletler, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra her geçen gün sosyal devlet rolünden adım adım uzaklaştı. İki kutuplu dünya döneminde, devletlerin vergi yükünün büyük kısmı adil bir şekilde sermayenin üzerindeydi. 1980’lerde gitgide egemen olan Globalizm, sermayeleri milliyetsizleştirdi ve devletler, bu büyük şirketleri ellerinden kaçırmamak için onlardan vergi almak yerine alt ve orta sınıftan aldıkları vergilerle onlara bir de teşvik ödemeleri yapar vaziyete geldiler. Gelir dağılımındaki adaletsizlik hiç olmadığı kadar büyüdü. Sosyoekonomik sınıflar arasındaki geçişkenlik alt ve orta sınıf arasında sürüyorsa da orta ve üst sınıf arasındaki kapı sıkı sıkıya kapandı. Gelir dağılımındaki adaletsizlik, ortaçağdaki derebeyliği dönemine rahmet okuyacak derecede derinleşti.

Bir diğer husus ise demokrasi... Sosyal devlet prensibinden her geçen gün uzaklaşan, alt ve orta sınıfı ağır vergi yükleriyle ezen Batılı iktidarlar, seçmeni konsolide etmek için popülizme sarıldı. Batının haiz olduğu zihniyetin bizzat kendisinden kaynaklanan yanlışlıklardan doğan sorunlarla yüzleşmek yerine, tüm bu aksaklıkların faturası Müslümanlar ile beraber diğer mültecilere kesilmeye çalışıldı. Her seçim döneminde adım adım yükselen popülizm, onun evrildiği faşizm ve nihayetinde içini dolduracak bir dünya görüşünü haiz olunmadığından hortlayan Nazizma. Nazizma bir ideolocya değil, psikolocya. Üstad Necib Fazıl’ın “Menem diğer nist!” (benden başkası yoktur) şeklinde izah ettiği psikolocya. E şimdi Batı adamından başkası yoksa, olmaması gereken kim? İkinci Dünya Savaşı zamanında olmaması gereken Yahudi’ydi. Bunun neticesinde kurulan insan fırınlarında cayır cayır yakıldılar. Şimdi olmaması gereken ise Müslüman.

Yeni Zelanda’daki Katliam
Demokrasi vesilesiyle her seçim döneminde seçmeni konsolide etmek için karşılıklı olarak Batı ülkeleriyle girilen polemiklerin bir neticesi olacaktı, oldu da. Türkiye kendi misyonunu bir türlü hatırlayamadı ama Batı, Anadolu’nun tarihten gelen misyonunu bir çırpıda hatırlayıverdi. Bu sebeble de Müslüman düşmanlığı tıpkı eskiden olduğu gibi yine Anadolu’nun şahsında billurlaştı. Yeni Zelanda’daki caninin silahında yazılı tarihlere bu açıdan bakmak lâzım gelir. 2001 senesinden beri sistematik bir şekilde pompalanan İslâm düşmanlığı, Batılıların seçimler için sarıldığı popülizm, bu popülizmin doğurduğu faşizm ve faşizmin her türlü fikirden vareste hâli olan Nazizim’in, çağımızın popülist idrakine uygun bir şekilde yeniden hortlaması. Yeni Zelanda canisi Tarrant’ı doğuran iklim kısaca budur. Bu iklimi, İngilizlerin Brexit kararı aldığı tarihte yayımlanan sayımızdan beri bütün teferruatıyla yazıyoruz. Bu tip saldırıların gerçekleşeceğini beklediğimizi de defaatle yazmıştık ve hattâ daha iki hafta önce Uzak Doğu’ya işaret etmiştik hatırlarsanız.

Şimdi, bu yaşananların bir müsbet tarafı var, bir de menfî tarafı.

Müsbet tarafı; Türkiye’de iktidar Anadolu’nun tarihî misyonunu lâf dalaşlarından öte bir kimlik hâline getiremiyorsa da tıpkı Batılı milletlerin Anadolu’nun tarihî misyonuna olan düşmanlıklarını çok iyi hatırladıkları gibi bizim milletimiz de kendi misyonunu hatırlıyor ve iktidarın aksine gün be gün hüviyet hâline getiriyor. Bu bakımdan son derece müsbet bir süreç.

Menfiliği ise iktidarların bunu dedikodu seviyesinde ele alıyor oluşundan dolayı birden fazla mesele karşısında söylem noktasında yaşadığı tutarsızlığın neden olduğu kafa karışıklığı ve bu süreci tahrib ediyor oluşu. Aynı sürecin farklı perspektifte cereyan eden hadiselerine karşı tutarlılığını koruyamıyor iktidar. Bu da milletimizde bir kafa karışıklığı doğmasına sebeb oluyor ve sürecin sıhhatine hâlel getiriyor.

Tapınak Şövalyeleri
İbrahim Kalın’ın açıklamaları ile köşe yazılarında falan görmüşsünüzdür, Yeni Zelanda teröristinin arkasında “Tapınak Şövalyeleri” var deyip geziyorlar. Bu ne demek biliyor musunuz? “Yeni Zelanda yaşanan yahut dünyanın diğer yerlerinde yaşanması muhtemel olan benzer hadiselere karşı bizim yapabilecek hiçbir şeyimiz olmadığından, “Tapınak Şövalyeleri” diye zaten konuşula gelen bir komplo teorisine sığınıyor ve böylelikle kendi konforumuzu muhafaza ediyoruz” demektir. Tapınak Şövalyeleri’ymiş… Bunu bir de ciddiye alıp, hakikaten de ciddi ciddi meseleyi ele alan tipler yok mu, gülsek mi, ağlasak mı bilemedim.

Bütün bir İslâm Âlemini kendi emniyeti ve vaad edildiğine inandığı topraklar için yangın yerine çeviren İsrail’i görme, o İsrail’in 2001 senesinden sonra bu istikamette Amerikan filine feyyallik ettiğini görme, Amerika ve Batılı ülkeleri kendi çıkarı istikametinde sürmek için sürekli pompaladığı İslâm düşmanlığının hortlattığı Nazizma’yı görme, Amerika-Yahudi müşterekliğinin Türkiye’nin başına belâ ettiği FETÖ’yü görme, Türkiye’yi İslâm âleminden tecrid etmek için icad ettikleri ve başka alanlarda da kullanmaya hazırlandıkları IŞİD’i görme ve bu tabloya bakınca arkasında Tapınak Şövalyeri’ni gör. Kör desem değil, şaşı desem değil, acaba ne desem?

Ayasofya ve İslâm Siyasî Birliği
Gelelim Ayasofya’ya... Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerde meydanların “Ayasofya açılsın” talebine karşı öfkelenmesi ve hakkını arayan Müslümanlara karşı göstermiş olduğu reaksiyon hiçbir bakımdan anlaşılabilir değil.
“Sultanahmet Cami dolsun ondan sonra bakarız”, “dünyanın geri kalanındaki camiler ne olur siz biliyor musunuz?” gibi son derece tutarsız bu argümanları geliştirip, marifetmiş gibi kendisine sunanları bize kalırsa hemen kapı dışarı etmesi gerekir. Bu kafa hangi kafa biliyor musunuz? Hani şu yazının başında söylediğimiz 90 yıllık taklitçi kafa var ya, o kafa. Allah’ın eşya ve hadiseler üzerinde Mutlak rolünü idrak edemeyen kafa bu. Hayırlı bir iş yaptıktan sonra Allah’ın bunu bereketlendireceğine iman etmemiş kafa.

Biz bu maddî kafayla idare ediliyorsak, maddî ölçüler çerçevesinde her bakımdan bizden kat be kat üstün olan Amerika ile neden tartışıyoruz ki? Diyanet İşleri başkanlığı turlar ayarlasın, düzenli olarak gidelim Beyaz Saray’a secde edelim(!). Yine biz bu kafayla idare ediliyorsak, dünyanın geri kalanındaki Müslümanlardan Türkiye’ye ne? Kime ne olursa olsun o zaman. Muvazaadan faydayı kim görmüş ki biz görelim?

Ayasofya’dan bahsediyoruz. Sultanahmet dolacakmış da, Avrupa’daki camilermiş de… Meselâ ne olur? Türkiye Ayasofya’yı yeniden cami olarak hizmete açsa ne olur? Ta Yeni Zelanda’da bir terörist gidip buna karşılık olarak cami basar ve 50 Müslümanı mı şehid eder? Yok, Avrupa’daki camilerin kapısına domuz kafası mı asılır? Camiler mi kundaklanır, ne olur? Müslümanlara sözlü-yazılı saldırılar mı olur? İslâm ülkeleri mi bombalanır? Türkiye mi bombalanır? Türkiye’ye ambargo mu uygulanır? Bunların hepsi hâlihazırda oldu ve oluyor zaten. Günaydın.

Dünya çapında hizmet veren camileri ve dolayısıyla Müslümanları korumak, Ayasofya’nın kapısına bir kilit daha vurmaktan değil, İslâm birliğini tesis ederek, hilâfet müessesini yeniden canlandırmaktan geçer. Kâfir ve o kâfirin başındaki iktidar ancak o zaman bir Müslümanın kılına zarar gelirse bunun bedelinin kendisine ödetileceğini bilir ve ona göre davranır. Yoksa sen daha kendi topraklarındaki bir camiyi bile tutsaklıktan kurtaramaz ve bir de bangır bangır bağırıp iktidarsızlığını ilân ederken, o Müslümanlara el sürmekten kim neden çekinsin?  

Siyasî kimi hesaplar vardır, şimdilik Ayasofya’nın açılması bu hesapları bozar. O zaman da çıkar dersin ki, “benim gönlüm Ayasofya’nın açılmasından yana fakat şimdi sırası değil. İnşallah o günleri de göreceğiz” veya “Ayasofya’yı açıp açmamak egemen bir ülke olan Türkiye’nin hükümetinin tasarrufundadır. Egemenliğimizi de kusura bakmasın kimseyle paylaşmayız. Ama şu an açmayı düşünmüyoruz”; bunu anlarız. Hattâ hiçbir şey demezsin, ki efdâl olanı da budur, onu da anlarız. Ama çıkıp da Müslüman Anadolu İnsanı’nın siyasî esaretinin sembolü hâline gelmiş Ayasofya’nın açılması talebine öfkelenmek nedir? Bir de diyor ki, oyunlara gelmeyelim. 15 Temmuz gecesi FETÖ’cüler de böyle söylüyordu, “aman oyuna gelmeyelim, askerimize saygı gösterelim”.

Sayın Cumhurbaşkanı; siz bu Ayasofya meselesinde çok fena oyuna gelmişsiniz de haberiniz yok, bizden söylemesi.

Bir de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamalarından sonra Ayasofya meselesine “adam haklı ya, ne Ayasofya’sı” diye çark eden tipler var. Cebi ile keyfi her türlü mücerret değerin ve idealin üzerinde olan böyle yavşak tipleri en başta siyasî iktidarın başından kovalaması gerek. Yarın parayı başkası koklatsa bunların hepsi onun peşinden gitmezler mi? Muhafazakâr kesimin içinde de az kulampara yokmuş hani...
***
İslâm düşmanlığı git gide yükseliyor, yükselecek. Zira ciddi bir mülteci sorunu yaşıyorlar ve böyle giderse 30 sene içinde batılı ülkelerden bahsedilmeyecek bile. Yeni Zelanda’daki saldırı bu sürecin sonu değil, henüz başı. Bunun müşahhas hedefi de tabiî olarak sancağın düştüğü diyar Türkiye.

Dünya değişiyor, dönüşüyor, roller yeniden dağıtılıyor ve Anadolu, mevcut düzenden nemalanan ikbalciler ve muvazaacılar istese de istemese de gün be gün tarihî hüviyetini kuşanıyor. Çünkü, bugün şartlar, tarih, zamanın ruhu gibi muhtelif şekillerde isimlendirilen “Dehr”, Anadolu’yu dört bir taraftan buna zorluyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın meşhur sözüdür, ki biz de aynı fikirdeyiz: “Milletin iradesinin karşısında durabilecek hiçbir fâni güç yoktur.”

Baran Dergisi 636. Sayı