“Ramazan Müjdesi” Horoz Borcu-XXI
Sokrates ve Horoz Borcu –III-

Sokrates, umumî mânâda felsefenin ve özel olarak da Antik Yunan felsefesinin kuşkusuz en kilit ismidir. Nitekim Batı felsefesinin beşiği olarak kabul edilen Antik Yunan felsefesi, bir bütün olarak onun ismiyle sınıflandırılmıştır. Meselâ; 

Antik Yunan Felsefesi Sokrates’ten önce ve Sokrates’ten sonra gelen filozoflar şeklinde bir tasnife tâbi tutulmuştur. Sokrates’ten önce yaşamış ve doğa felsefesiyle uğraşmış filozoflara, Sokrates’ten önce gelenler mânâsına “Presokratikler”, Sokrates’ten sonra gelen bütün Yunan filozoflarına ise “Sokratikler” denmiştir. Bu arada hemen şunu da belirtelim ki, tarihin tanıdığı ilk ve en büyük sistemin kurucusu olan Eflatun, Sokrates’in hem talebesi ve hem de ifadecisidir. Nitekim üzerinde yoğunlaştığımız “horoz borcu” mevzuu da ilk olarak Sokrates tarafından Eflatun’a havale edilmiştir, miras bırakılmıştır. 

Not: Alfred North Whitehead(1), “Tüm Batı felsefe tarihi Platon’a düşülen dipnotlardan ibarettir” diyerek, Platon’un felsefesi ile Batı felsefesi arasındaki bağı ortaya koymaktadır. Onun bu tesbitinden hareketle denilebilir ki, aslında bütün bir Batı felsefesi tarihi özü itibariyle hazır yiyici mânâsına bir mirasyedi tarihidir. Büyük Doğu ve İBDA Mimarları’nın kendi aralarındaki fikri münasebeti Sokrates ve Eflatun üzerinden mevzu etmeleri de buna ayrıca delil teşkil eder. Bu çerçeveden bakıldığında denilebilir ki, Batı felsefesi tarihi, Edmund Husserl’in(2) fenomenolojik bakış açısının temel argümanlarından biri olan “paranteze alma” veya “askıya alma” indirgemeciliğine muhatap kılınsa yeridir. Muhtevası üzerinde yeri geldikçe duracağız.

Sokrates, başlangıçta doğa felsefesi ile ilgileniyordu. Nitekim gençliğinde Anaksagoras’ın talebesi olan Arkhelaios’un derslerine iştirak ediyordu. Fakat sonraları, gelişen ve değişen süreçte Sokrates, insanî problemlere ilgisizliği yüzünden doğa felsefesinden uzaklaşmıştır. Cevizci’nin ifadesiyle, “Sokrates, doğa filozoflarında aradığı, sadece beşeri dünya için değil fakat doğal dünya için de geçerli olacak ereksel açıklamayı bulamamıştı.” Peki, Sokrates neyin peşinde idi veya ne yapmak istiyordu? Sokrates, her şeyden evvel, insan ve toplum meseleleri ile ilgili reel politik ve insanî çözüm odaklı felsefe yapmak istiyordu. Bundan dolayıdır ki, Atina’da özellikle moral (ahlâkî) hayat ve politik düzen bağlamında yaşanan gerilime karşı, hatta kriz ile ilgili birtakım tesbitlerin ardından tamamen etiko-politik bir felsefeye yönelmişti. Sokrates, Atinalıları uyandırmak/şuurlandırmak istiyordu. Atinalıları, “yaşanmaya değer hayat” hakkında bilgilendirmek istiyordu. İyi, doğru ve güzel üzerine düşünmeye zorluyordu. Üstlendiği misyon bu çerçevede idi. Moral (ahlâkî) projesini olgunlaştırmak en büyük arzusu idi. Ömrünü Atinalılara, özellikle de gençlere adamıştı. Hayatın anlamı, neyin gerçekten iyi olduğu, insanın gerçek amacının ne olması gerektiği gibi kaygılar üzerinden felsefi tartışmalar yapıyor ve bunun moral (ahlâkî) reformunu gerçekleştirmek istiyordu.(3)

Not: Etiko-politik felsefeye dair bir şeyler söylemek gerekirse o da şu: Mitle ilgili olandan aklî (logos) olana, geleneğe bağlılıktan aklın egemenliğine geçilmesi, rasyonel düşüncenin gelişimini ve bir anlamda mito-poetik olandan etiko-politik olana geçişi sağlamıştır… Meselâ; felsefeyi gökyüzünden, yani Olympos dağından veya tanrılarından, diğer bir ifadeyle mitolojik unsurlardan kurtarıp yeryüzüne indiren veya, başka bir ifadeyle, hurafelerden arındıran, aklî gerçeklik alanına olabildiğince dikkat eden, kısacası insanı felsefenin tam merkezine yerleştiren Sokrates, erdem, erdemsizlik, iyi, kötü gibi değer yargılarının doğasına ilişkin sorular sormayı kendisine vazife edinmiştir. Felsefenin nasıl ve niçin olması gerektiğiyle ilgili standartları ortaya koymuş ve nasıl yaşamak gerektiği sorusuna felsefi bir nitelik katarak “Bir insan varlığı olarak yaşamanın doğru yolu nedir?” sorusunun cevabını aramıştır.(4)

Sokrates, “yaşanmaya değer hayat”a dair bilinmesi gerekenleri Atinalılara, gerek idare eden ve gerekse idare edilenlere hiç tereddüt etmeden korkusuzca anlatıyordu. Normal şartlar altında bilinmesi gereken mevzulardan habersiz, derin bir bilgisizlik içerisinde olduklarını gördüğü insanlara, sahici bir sunum veya değerlendirme yaptıktan hemen sonra bilgilenmenin zaruretine işaret ediyordu. Tüm diyalog ve felsefî tartışmalarında insanlara, ruhlarına özen göstermeleri gerektiğini ve adalet, erdem ve bilgelik gibi mevzularda bilgi sahibi olmalarını gerektiğini hatırlatıyordu. Sokrates’in takındığı bu tavır, dönemin muktedirlerini fazlasıyla rahatsız ediyordu. Sokrates’in bu rahatsızlık veren sorgulama ve eleştirel metodu, süreç içerisinde dönemin muktedirleri tarafından mahkeme konusu haline getirilmiştir. Çok kısa bir zaman sonra da, “gençleri baştan çıkarmak ve kentin tanrılarına inanmayıp yeni tanrılar icad etmek” gibi bir suçlama ile mahkemenin huzuruna çıkartıldı. Sonrası malûm; zehirlenerek idam cezası! 

Tedaisi, Allah demenin bile yasak olduğu bir zaman ve mekânda, “Allah’a itaat etmeyene itaat edilmez” Mutlak Ölçüsü’nü dönemin muktedirlerinin yüzüne korkusuzca haykıran ve ardından da, aynı dönemin muktedirleri tarafından, mealen, “Böyle söylemekle bize itaat edilmez demek istiyorsun!” küfür itirafına maruz kalan Büyük Doğu Mimarı’nın bütün ömrü adlî kovuşturmalarla geçmiştir. Son nefesini verdiğinde ise sırtında hapis cezası ile göçmüştür. Bir Fransız ansiklopedisinde “Öğrenim hayatından daha uzun süre hapiste yatmış olan fikir adamı” kaydı düşülmüştür. İBDA Mimarı’nın ise ilkin 1991 yılında Körfez Savaşı ile birlikte, daha sonra da 28 Aralık 1998’de, 28 Şubat Darbesi sürecinde tevkifi ve ardından, dönemin İstanbul 6 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından, 2 Nisan 2001’de verilen bir kararla, “Anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmeye kalkışmak” suçundan idam cezasına çarptırılması hatırda! Hakkında verilen idam cezasının, 2004’te tekrar yapılan uyarlama ve 2005’te yeni TCK hükümleri gereğince ağırlaştırılmış müebbet hapse dönüştürülmesi ve en nihayet, tam 16 yıl cezaevinde tutuklu-hükümlü olarak kaldıktan sonra, 27 Haziran 2014’te yeniden yargılama talebi ve 22 Temmuz 2014’te talebin kabul görmesi ve en nihayet tahliyenin gerçekleşmesi de hatırda! Bu arada, “1999: Ümmetin Kurtuluş Yılı” müjdesiyle birlikte düşman kutbun paniklemesi ve bu panik eşliğinde alelacele uygulamaya sokulan ve hâlihazırda devam eden veya ettirilen Telegram işkencesinin varlığı ise asla ve kat’a unutulmayacaklar arasında!  

Ölüm döşeğindeyken Sokrates’in ağzından dökülen son sözlerin, yani “Asklepios’a bir horoz adadık, onu yerine getir, unutma!” ihtarının kayıt altına alındığını daha evvel söylemiştik. Felsefe tarihinin en önemli sırlarından biri olarak kabul edilen Sokrates’in bu son sözleri, tam 2500 yıldır kritik edilmekte ve bu sözün mahiyetine dair çeşitli çözümlemeler yapılmaktadır. Can alıcı sual şu: Sokrates, ölüm döşeğinde iken neden öğrencisi Eflatun’a sağlık ve hekimlik tanrısı olan Asklepios’a sunulmak üzere, adak mahiyetindeki horoz borcunu bir miras olarak bırakmıştır? 

Evet; yukarıdaki sorunun cevabı tam 2500 yıldır gerek ilim adamı akademisyenler, gerek filozoflar ve gerekse ilahiyatçılar tarafından enine boyuna, daha doğrusu derinliğine ve genişliğine doğru kritik edilmektedir. Bu yazının muhtevası, bir yönüyle de böyle bir sorunun cevabına katkıda bulunmayı hedeflemektedir.(5)

Not: Sokrates’in son sözlerinde dikkat çeken kavramlar arasında sağlık ve hekimlik tanrısı Asklepios ve horoz olduğu aşikârdır. Horoz kavramı üzerinde daha evvel ziyadesiyle durduk. İleriki bölümlerde Asklepios üzerinde de durulacaktır.

Bütün bir “hakikat arayıcılığı” çabasını “Kendini bil!” üst başlığı altında “hakikati arayıp bulmak, onu anlamak ve izah etmeye çalışmak (tanımlama)” üzerine bina eden Sokrates, sırf “hakikati anlamak ve izah etmek” adına ölümü göze almış, bilerek ve isteyerek ölüme yürüyen bir fedaidir, denilebilir. Baldıran zehri içmeye mahkûm edilen Sokrates, “hakikat arayıcılığı” istikametinde inandığı değerler manzumesi adına, diğer bir ifadeyle de davası ve gayesi uğruna bizzat kendini feda ederek “ölümü yenme iradesi” göstermiştir. Denilebilir ki Sokrates, “yaşanmaya değer hayat” hakkındaki düşüncelerine sımsıkı bağlı, bilerek ve isteyerek adi ve sıradan bir hayata karşı ulvî bir ölümü tercih eden bir kahraman olarak tarih sahnesinden ayrıldı. İslâm kültür ve medeniyet tarihinde hak ve hakikat arayıcılığında Allah için kellesini şeriat kılıcının altına uzatan Hallac-ı Mansur Hazretleri hatırda! Zamanımızda ise şeriattan zerre taviz vermeden tam bir zindan hayatı yaşayarak öbür dünyaya göç eden Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl’ın bu dünyada yaşadıkları ve hâlihazırda İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun “telegram ile yaşamaya mahkûm” çerçevesinde yaşadıkları da hatırda!

Demişlerdir ki, ölüm döşeğinde iken Sokrates’in ağzından dökülen sözler onun en son ve en büyük öğretisidir. Yine demişlerdir ki, iki farklı görüşün arasında kısılmış insanlığın örneği Sokrates, ölümün üstesinden gelememişti, ama en azından ne adına ve niçin ölmek lazım geldiğini bizlere göstermiştir. Son sözleriyle Sokrates bize doğru yolu göstermiştir.(6)
İBDA Mimarı: “Hikmetli ve arif insan, hayatını feda ederek kazanır. Eğer Sokrates kurtulmuş olsaydı, hâlâ insanlara faydası olur muydu? Dostum, Sokrates’in kendisini kurtarmaktan vazgeçerek ve adalet için ölerek söylediği ve yaptığı, kurtulduktan sonra söyleyeceği ve yapacağı işlerden çok daha faidelidir.”(7)

Evet; ölüm döşeğinde iken Sokrates’in ağzından dökülen sözler onun en son ve en büyük öğretisidir. Doğrusu Sokrates’in son sözleri çerçevesinde kapsamlı bir araştırma yapmadım. Ancak, bu yazının muhtevası Sokrates’in son sözleri hakkında kapsamlı bir değerlendirme olarak kabul edilebilir.

Zehir getirilip de Sokrat tarafından tereddütsüz bir şekilde içildiğinde Eflatun (Kriton Platon) çoktan ağlayarak dışarı çıkmıştı, ancak daha sonra dayanamamış olacak ki, Sokrat’ın son anında yanında olmak istemiş, onun Asklepios’a olan horoz borcunun ödenmesi ile ilgili son talebini dinlemiş ve ona bunu yapacağına dair söz vermiştir. 

Peki; bu söz yerine getirilebilmiş midir? Bizce bütün bir felsefe tarihi bu sözün yerine getirilebilmesinin tarihidir. Tam 2500 yıl önce Sokrates’in horoz borcu ile ilgili söylediği sözün sırrîliği, 2500 yıllık felsefe tarihinin azim çabasında saklıdır. 

İddiamız odur ki, ta ki Sokrates’ten günümüze felsefenin aradığı yegâne şey, “yaşanmaya değer hayat” ile doğrudan ilişkilidir. Hemen belirtelim ki, “yaşanmaya değer hayat”ın muhtevası, “terazi ipleri kendinde toplanan halka” mânâsını mündemiç belirli bir ideolocya veya dünya görüşü çerçevesinde, diğer bir ifadeyle de belirli bir ruh ve fikir sistemi veya duygu ve düşünce sistemi veya içtimaî sistem çerçevesinde şekillendirilmek zorundadır. Bu bir mecburiyettir ve arayanların hepsi de şu veya bu dozda buna teşebbüs etmişlerdir.
Sokrates tarafından “horoz borcu”nun kendisine havale edildiği Eflatun, daha evvel de söylendiği üzere “tarihin tanıdığı ilk ve en büyük sistemin kurucusu”dur.(8)
Not: Sokrates’in yol verip Eflatun’un kuruculuk vasfına erdiği sistem, her şeyden evvel ilahî değil, beşerî bir sistemdir. Diğer bir ifadeyle de aklî, yani aklı ölçü alarak kurulmuş bir sistemdir. Çünkü söz konusu sistem, -bilebildiğimiz kadarıyla- hiçbir İlâhî Sistem veya Semavî Dine doğrudan bağlı olmaksızın kurulmuştur, kurgulanmıştır. Gerçi Antik Yunan felsefesinin derin köklerinde eski İbrani ve Mısır medeniyetinden izler bulmak mümkündür. Dolayısıyla da, Akdeniz ve Mezopotamya kültürleriyle olan ilişkisinden ötürü, “İlâhi Ölçüler”den büsbütün bağımsız olduğu söylenemez. Kat’i olan şudur ki, Antik Yunan felsefesi kendisini herhangi bir Semavî Dine nisbet etmemiştir. Mitolojik unsurlar üzerinden ortaya konulan tüm ruhî ve fikrî değerlendirmeler beşerî akla nisbetledir. Yani sadece insan iradesi ve akıl yoluyla örgüleştirilmiştir. Hiçbir “Mutlak Ölçü” veya “İlahî Ölçü” olmadan, insan aklıyla mükemmele yakın nasıl bir içtimaî sistem kurulabilirin cevabını arayan, hiç tereddüt etmeden Eflatun’un idealar âlemi sistemine müracaat edebilir. Ancak; mevzu bahis Semavî Din ise, orada hiçbir beşerî aklın sistem kuruculuğu tek başına hiçbir mânâ ifade etmez. Bu arada hemen şunu da söyleyelim ki, Üstad Necip Fazıl’ın yol verip Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun örgüleştirdiği ruh ve fikir sistemi, “Mutlak Fikir” mânâsına en son ki İlahî Sistem olan İslâma nisbetle insan aklının kurduğu veya örgüleştirdiği en mütekamil “son ve som” beşerî sistemdir. İlahî olandan yola çıkılarak aklı tekrardan ilahî olana bağlayan bir sistem! Bağlı akılla örgüleştirilen bir sistem! “Mutlak Sabiteleri” olan bir sistem! Bütün insan ve toplum meselelerine cevap verdikten sonra, kendi nefsine dönüp, “ben doğru olduğumu nereden bileyim!” dedikten sonra da bunun doğru olup olmadığını isbatlama veya sağlamasını yapma imkânına sahib bir sistem! Aklın ruhî bir keyfiyet olduğunu bedahet hâlinde ortaya koyan bir sistem! Dolayısıyla da, Sokrates’in Eflatun’a havale ettiği horoz borcunun Kim tarafından kemâle erdirildiğini gösteren bir sistem! İlâhî olandan kopuk bir şekilde yaşayan Batı tefekkür dünyasının kuramadığını, dolayısıyla da tam 2500 yıldır arayıp da bulamadığını meydan yerine taşıyan ve abideleştiren bir sistem!  

Not: Eflatun’un ortaya koyduğu idealar âlemi sistemi, İdris Aleyhisselâm ile ilişkilendirilebilir gözükmektedir. Bu mevzuda ne söylenebilir? Eski Mısır’da Toth ve Antik Yunan’da Hermes’in Hazret-i İdris Âleyhisselâm ile ilişkilendirildiği dikkate alındığında, söz konusu mevzu araştırmaya değer bir mevzudur. Meselâ eski Mısır’da Horus’un güneşle ilişkilendirilmesine paralel olarak, matematik ve geometri alanında sergilenen maharet ve Antik Yunan’da ise, riyazet (matematik) çerçevesinde şekillenen jimnastik (beden terbiyesi veya nefs terbiyesi) uygulamalarının gök veya ışık veya aydınlık tanrısı Zeus ile ilişkilendirilmesi dikkate alındığında mevzu daha bir dikkat çekmektedir. Malumdur ki, ilk defa yazı yazan ve terzilik yapan Hazret-i İdris Âleyhisselâm, 16 yıllık bir riyazet neticesinde ruhu bedenine galib geliyor ve 5. felek olan güneş feleğine yükseltiliyor. Sûret ve mânâ çerçevesinden bakıldığında denilebilir ki, ruhun bedende tecellisi hakikatinde olduğu gibi, yazı yazmak mânâya uygun suretin oluşmasına yataklık eder. Aynı şekilde, dikiş-nakış mesleği olan terziliğin de, iki mânanın bir araya getirilmesine imkân veren berzah sırırına işaret ettiği düşünülebilir. Veyahut da, bir kumaştan uygun libaslar meydana getirme mânâsına, ilahî olandan hareketle insan ve toplum meselelerine beşerî çözümler getirmek şeklinde okunabilir. Veyahut da beşerî olanı ilahî olana perçinleme nakşiliği! Yine malumdur ki, Hazret-i İdris Âleyhisselâm, İlyas Âleyhisselâm olarak tekrardan yeryüzüne iniyor ve ilahî vazifesini tamamlıyor. Gitmek ve gelmek!.. Matematik, riyazet, nefs terbiyesi, beden terbiyesi ve idman?.. İdman kelimesinin mânâları arasında “meleke kazanmak için tekrar tekrar hareket”e yer verilmesi çok manidardır. “Meleke kazanmak için tekrar tekrar hareket”in müntehasında melaikeleşmek vardır. Yani ruhun bedene galib gelmesi! “Her şey galibine tabidir” hakikati hatırda!.. Miraç da bir yönüyle gidip-gelmedir… Allah Resûlü, ruh ve beden beraber, önce göğe yükseltilmiş (Miraç) ve daha sonra da -“Mutlak Terbiye” gerçekleştikten sonra-, tekrar geri gelmiştir. Hazret-i İsâ Âleyhisselâm ise göğe yükseltildikten sonra henüz geri gönderilmemiştir. Kıyamet öncesi, Hazret-i Mehdi Âleyhissselâmın zuhuru zamanında tekrardan yeryüzüne teşrifi / nuzülü söz konusudur. Ve içinde bulunduğumuz zaman dilimi, kıyamet öncesi bir zaman dilimi olduğuna göre?!

Hadîs meâli: “Namaz müminin miracıdır.”

Hadîs meâli: “Horoza sövmeyiniz. Çünkü o namaz için uyandırır.”

Hadîs meâli: “İmamlar Kureyş’tendir.”

Hadîs meâli: “Kureyş’e sövmeyiniz. Çünkü onun âlimi, yeryüzünü ilimle doldurur.” 

Terkibi hüküm: “Hurus: Horoz: 866: Husrev: Hükümdar, şâh.”

Rüyâ âleminden: “Salih Mirzabeyoğlu Hükümdardır!”

Dipnotlar
1-Alfred North Whitehead, (1861-1947) İngiliz bir matematikçi ve filozoftur. Mantıksal pozitivizm olarak bilinen felsefi akımın ve Viyana Çevresi olarak adlandırılan filozoflar grubunun içinde yer alan önemli isimlerden birdir.
2-Fenomenoloji sadece bilincin yapısı ve işleyişiyle ilgilenir ve onun temel –ancak çoğu kez örtük bir biçimde ifade edilen– ön-kabulüne göre, içinde yaşadığımız dünya bilincimizde, kafalarımızda yaratılır. Elbette dış dünyanın varlığını yadsımak saçma olacaktır, ancak bu argümana göre, dış dünya sadece ona ilişkin bilincimizle bir anlam kazanır. Sosyolog –veya bilim adamı– dünyayla sadece anlamlı olduğu sürece ilgilenecektir ve bu yüzden, dünyayı nasıl anlamlı kıldığımızı kavramaya çalışmalıdır. Ancak bu amaca, normalde bildiğimizi farz ettiğimiz şeyler bir kenara itilip, onu nasıl bildiğimiz ortaya çıkartılarak ulaşılabilir. Bildiklerimizin bu şekilde bir kenara itilmesi bazen ‘fenomenolojik indirgeme’, bazen ‘paranteze alma’ ve daha teknik literatürde époché olarak adlandırılır.  (http://www.umittatlican.com/files/Bir Isbirligi Olarak Toplum-Fenomenolojik Sosyoloji ve Etnometodoloji (Ian Craib, 1992).pdf)
3-Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, say yayınları, 5. baskı, İstanbul, 2015, sh. 64-65.
4-http://www.academia.edu/4660427/ANTIK YUNAN FELSEFESI POETIK OLANDAN ETIKO-POLITIK OLANA
5-1980’li yılların ilk yarısı… Pertevniyal Lisesi’nden mezun olduktan hemen sonra Uğur Dershanesi’nde Üniversite Hazırlık Kurslarına katılmıştım. Üniversite hazırlık yıllarımda söylediğim şu idi: Birinci tercihim Spor Akademisi, ikinci tercihim ise Tıb’dır.” Tıbbı kazanacağım muhaldi, ama ben yine de birinci tercihimi kazandım ve 1986-1987 Eğitim ve Öğretim yılında Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Beden Eğitimi ve Spor Bölümüne kayıt oldum. Neyse, esas anlatmak istediği şey bu değil, şu: Uğur Dershanesinde Üniversiteye hazırlanırken, orada bir arkadaş gurubuyla ilk defa bir Tiyatro’ya gittim. Tiyatro’da oynanan oyunun adı, “Yalınayak Sokrates” idi. Oyun, Sokrates’in son sözlerini söylediği bir sahne ile son bulmuştu!
6-http://www.nazan-inan.com/all/post-title-click-and-type-to-edit4
7-Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muzdaribler, İBDA Yayınları, cild: 2, İstanbul 2003, sh. 176.
8-Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, say yayınları, 5. baskı, İstanbul, 2015, sh. 64.

Baran Dergisi 575. Sayı