Gabriel Garcia Marquez ile Subcomandante Marcos arasında 2001 yılında gerçekleştirilmiş bir sohbete rastladım… Geçen yıl, Subcomandante yani “komutan yardımcısı” lakaplı efsanevi Zapatista lideri, ülkesi Meksika’da “barış” sağlandığı için, “medyaya yönelik bir imaj” olan Subcomandante Marcos’un varlığına harika bir mektup yayınlayarak son vermişti. Gabriel Garcia Marquez de bu yıl vefat etmişti. Konuşanın “imajı”, konuşturanın ise kendisi artık hayatta değil. Ama bu sıradışı ikilinin konuştukları şeyler önemli.
Kimsenin kitap okumaya yanaşmadığı bir çağda, kitapları, verdiği savaş için “cephane” olarak nitelendiren, “sözümüz silahımızdır” diyen bir komutanın, daha doğrusu “komutan yardımcısının” iyi bir edebiyatçı ile sohbeti dikkate değerdir sanıyorum. Aşağıda…
«Garcia Marquez: Bütün bu karışıklığın ortasında okumaya hâlâ zaman bulabiliyor musun?
Marcos: Evet, çünkü okumasaydık ne yapabilirdik? Karşımıza çıkan orduların askerleri silahlarını temizlemek ve kendilerine gelmek için acele etmediler. Bu şartlarda bizim silahlarımız söylemlerimizdi. Bu yüzden de sürekli cephaneliğimize güvenmek zorundayız.
Garcia Marquez: Muhteva ve şekil açısından bakıldığında, söylediğin her şey, ciddi bir edebî geçmişin olduğunu gösteriyor. Bunun kaynağı ne ve nasıl elde ettin?
Marcos: Çocukluğumla alakalı. Ailemde kelimelerin çok özel bir değeri vardı. Dünyaya karışmamız dil vasıtasıylaydı. Okumayı okulda değil, gazetelerden öğrendik. Annem ve babam bize, yeni şeylere ulaşmamızı hızlıca sağlayan kitaplar okuttular. Öyle veya böyle, dilin birbirimizle bir anlaşma yöntemi değil, bir şeyleri inşa etmenin aracı olduğu şuuruna sahip olduk. Bir görevden yahut vazifeden daha çok, bir zevkmiş gibi. Yeraltı mezarlıklarının çağı geldiğinde, söz entelektüel burjuvazi için yüksek değerini kaybeder. İkincil-tali seviyeye düşer. Dil, mahallî topluluklardayken mancınık gibidir. Kelimelerin çeşitli şeyleri aktarırken sizi yüzüstü bıraktığını fark edersiniz. Bu sizi dil yeteneğiniz üzerinde çalışmak, kelimelerin üstünden tekrar tekrar geçip onları silahlandırmak ve silahsız bırakmak mecburiyetinde bırakır.
Garcia Marquez: Tam tersi olamaz mı? Dil üzerindeki bu hâkimiyet bu yeni çağa imkân veriyor olamaz mı?
Marcos: Bir mikser gibi. İçine ilk neyin atıldığını bilemezsiniz ve sonunda elinizde kalan bir kokteyldir.
Garcia Marquez: Bu aileden bahsedebilir miyiz?
Marcos: Orta sınıf bir aileydi. Babam, ailenin reisi… Söylediğine göre, öğretmenlerin kulaklarının komünist oldukları için kesildiği Lazaro Cardenas döneminde bir köy öğretmeniydi. Yine bir köy öğretmeni olan annem sonunda taşındı ve orta sınıf bir aile haline geldik. Gerçek güçlükler çekmeyen bir aile demek istiyorum. Bütün bunlar kültürel ufuğun mahallî gazetenin toplum sayfaları olduğu taşrada oluyor. Dışarıdaki dünya, yahut büyükşehir, Mexico City, kitapçıları sayesinde ilgi odağıydı. Son olarak taşrada kitap fuarları olurdu ve onlardan kitap alabilirdik. Birkaçını saymak gerekirse Garcia Marquez, Fuentes, Monsivais, Vargas Llosa –nasıl düşündüğünden bağımsız olarak– ailemden geldi. Bize onları okuttular. “Yüzyıllık Yalnızlık” o günlerdeki taşranın hâlini açıklarken, Artemio Cruz’un “Ölüm”ü, Devrim’e ne olduğunu açıklamaya yarıyordu. Carlos Montavais’in “Dias de Guardar”ı ise orta sınıfa ne olduğunu açıklıyordu. “La Ciudad Los Perros” bir ölçüye kadar çıplak portremizi çiziyordu. Bütün her şey kitaplardaydı. Edebiyatı öğrenmeye başladığımız şekilde hayatın içine karışıyorduk. İnanıyorum ki bizi biçimlendiren buydu. Dünyayı elektronik haberlerden değil, bir roman, bir deneme yahut bir şiir aracılığıyla tanıdık ve bu bizi oldukça farklı kıldı. Başkaları kitle iletişim araçlarını ayna yahut opak cam gibi kullanırken ve bu yüzden kimse neler olduğunu bilemezken, bu, ebeveynlerimizin bize verdiği aynaydı.
Garcia Marquez: Bütün bu okumaların ortasında Don Kişot’un yeri neydi?
Marcos: 12 yaşındayken bana çok güzel bir kitap verdiler, ciltliydi. Bu kitap “La Manchalı Don Kişot”tu. Çoktan okumuştum bile ama sadece çocuk kitabı baskılarını. Pahalı bir kitaptı, dört gözle beklediğim, çok özel bir hediye. Shakespeare ondan sonra geldi. Ama kitapları hangi sırayla aldığımı söylesem, ilk olarak Latin Amerika edebiyatının patlama dönemi, sonra Cervantes, sonra Garcia Lorca ve sonra bütün şiirler. Böylelikle sen (Garcia Marquez’i işaret ederek) bundan bir parça sorumlusun.
Garcia Marquez: Varoluşçular ve Sartre buna dahil oldu mu?
Marcos: Hayır, ona daha sonra geldik. Ulaştığımız açıkça varoluşçu ve onun öncesindeki devrimci edebiyat çoktan kalıba sokulmuştu –bir ortodoksun söyleyeceği gibi–. Yani Marx’a ve Engels’e geldiğimizde çoktan edebiyatın kinayesi ve mizahıyla kirletilmiştik.
Garcia Marquez: Siyasi teori okumuyor muydun?
Marcos: İlk safhada hayır. Alfabeden, edebiyata, oradan da liseye başladığımız zamanlarda teorik ve politik metinlere geçtik.
Garcia Marquez: Okul arkadaşların komünist olduğunu yahut olabileceğini düşünüyor muydu?
Marcos: Hayır, zannetmiyorum. En fazla bir turp olduğumu söylüyorlardı, dışarıdan kızıl, içeriden beyaz.
Garcia Marquez: Bu aralar ne okuyorsun?
Marcos: Don Kişot başucumda duruyor ve genellikle Garcia Lorca’nın Çingene Romansları’nı yanımda taşıyorum. Don Kişot, siyaset teorisi hakkında yazılmış en iyi romanlardan biri, ardından Hamlet ve Macbeth geliyor. Meksika’nın siyasî sisteminin trajedisini ve komedisini anlamak için Hamlet, Macbeth ve Don Kişot’tan daha iyi bir yöntem yok. Herhangi bir siyasi analiz yapılan köşe yazısından çok daha iyiler.
Garcia Marquez: Elinle mi yoksa bilgisayarla mı yazıyorsun?
Marcos: Bilgisayarla. Sadece yürüyüşlerde elle yazmak zorunda kaldım. Çünkü çalışmak için zamanım olmuyordu. İlk olarak taslak oluşturuyordum, sonra bir daha ve bir daha. Şaka yaptığımı düşünüyorsun ama bitirdiğimde yedinci taslak civarında oluyor.
Garcia Marquez: Hangi kitap üzerine çalışıyorsun?
Marcos: Yazmaya çalıştığım şey gülünçtü, kendimizi kendimize anlatmaya çalışıyordum ki bu neredeyse imkânsız. Farketmemiz lazım ki biz bir paradoksuz. Çünkü devrimci bir ordu gücü ele geçirmeyi tavsiye etmez… Karşılaştığımız bütün paradokslar, kültürel mecralara tamamen yabancılaşmış bir sektörde büyüyüp güçlenmemiz.
Garcia Marquez: Eğer herkes kim olduğunu biliyorsa neden kar maskesi takıyorsun?
Marcos: Biraz geçmişten kalma cilveleşmenin ürünü. Kim olduğumu bilmiyorlar ve umursamıyorlar. Burada sahnede olan Subcomandante Marcos’un “şimdi” ne olduğu, “geçmişte” ne olduğu değil.»