Bilindiği üzere Vahdettin Han, şehzadeliğinde Almanya gezisinde Mustafa Kemal’i başyaver olarak yanında bulundurmuştu. Bu safahata biz burada girmiyoruz fakat tanışmanın başlangıcı olarak önemlidir. Hem de bir seyahat boyu süren bir tanışma.

Son Osmanlı Sultanı Vahdettin Han’ın M. Kemal’i çağırarak, direnişi örgütlemek üzere Anadolu’ya gönderdiği artık birçok tarihçi tarafından kabul edilmektedir. M. Kemal’in yönetici kadrodaki İttihatçılara muhalefeti ve girişimci karakteri de kendisinin seçiminde bir avantaj görülmüştür. Milli Mücadeleyi Anadolu ahalisi ile birlikte ulema ve meşayihin desteklediği ise açıktır. Esseyyid Abdülhakîm Arvasî ve Nakşibendilerin desteği önemlidir. Resmi tarihin Abdülhamid Han’a “kızıl sultan”, Vahdettin Han’a “vatan haini” demek dâhil, çoğu yalanlarla dolu tek yanlı tarih okumaları artık hiçbir vicdanda ma’kes bulamamaktadır.

Millî Mücadele’ye Sultan Vahdettin’in organizesiyle ulema ve meşayihin verdiği desteği Seyyid Abdülhakîm Arvasî anlatıyor: İşgale karşı savaşın başladığı günlerdi. Beşiktaş’ta Sinanpaşa Camii’nde vaaz edip çıkarken, kapı önünde duran bir saray arabasından kibar bir adam çıkıp, “Sultan size selâm ediyor ve iftara çağırıyor!” dedi. Araba ile saraya gelince, İstanbul’un tanınmış imâm ve vaizlerinin orada bulunduklarını gördüm. Yemekten sonra Ser-Muhasib geldi ve “Sultan’ın selâmı var! Hepinizden, kâfirlerle çarpışan Kuva-yı Milliye’nin galib gelmesi için duâ etmenizi, Anadolu’daki mücahidlere para yardımı için çalışmalarını, eli silâh tutanların onlara katılmaları için teşvik etmemizi ricâ ediyor!” dedi. Bu emir üzerine, yakınlarımdan da kimseler olmak üzere, çok kimseyi Anadolu’ya gönderdim. Çok yardım yapılmasına sebeb oldum!(1)

Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin Millî Mücadele’ye verdiği destekten Fuâd Âsım Arvâs ve Şaban Er’in hazırladığı arşiv ve belge niteliğindeki “Seyyid Abdülhakîm Arvasî” kitabında da bahsedilmektedir.(2)

Teslimiyet ve pasifizm ruhsuzluğunu reddeden Arvasî Hazretleri’nin iradesi, “o küfürdense bu küfür” şeklinde bir tercih olup, rıza değil, katlanıştır. Dış işgalcilere karşı iç küfre rağmen “Müslüman devlet”i savunma iradesidir. Bu irade ise gayesine erene kadar sürdürülecek bir mücadeleye işarettir. Zaten Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nun mücadelesi buna misaldir. BD-İBDA tarihi 1919’dan Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin Millî Mücadele’ye verdiği destekten başlar.(3)

“Millî Mücadele” isminden de anlaşılacağı üzere Anadolu’daki bütün yerli ve millî güçlerin katıldığı bir harekettir. Buna en başta halife ve sultan Vahdettin Han da dâhildir. Osmanlı’nın son meclisi olan Meclis-i Mebusan’ın faaliyetleri İngilizlerce engellenince birçok üyesi Ankara’daki meclise katılmış ve bundan dolayı “büyük” ismini alarak Büyük Millet Meclisi olmuştur. Yani iki meclisi cem ettiği için “büyük” ismini almıştır. Millî Mücadele’nin ruhu olan “misak-ı millî-millî ahit”i ilan eden her şeyden önce Meclis-i Mebusan’a ait idi. Cihan Harbi’nden yenik çıkılmasına rağmen misak-ı millînin 5. maddesine göre civar memleketlerdeki Müslüman ahalinin haklarına bile sahip çıkılıyordu. İstanbul’un işgalinden bir ay sonra Meclis-i Mebusan’dan gelen üyelerin katılımıyla Ankara Meclisi açılıyor, hilâfet ve saltanatı korumaya yemin ediliyordu. Padişah ile Ankara hükümeti arasında diyalog devam etmiş, Amasya’da İstanbul hükümetinden Bahriye nazırı Salih Paşa, Mustafa Kemal’le buluşup ortak bir hattıhareket tayin etmişlerdir. Ancak daha sonra baş olma meselelerinden ve politika farklarından ihtilaf baş göstermiştir. 

Millî Mücadele için yerli ve millî bir hareket dedik ancak aslında İslâmî temelde bir kurtuluş hareketi dememiz daha uygundur. Velev ki güdücülerinin bir kısmı İttihatçı olsa da. Zira Hindistan’daki Müslümanlar Millî Mücadele’ye azımsanmayacak çapta maddî yardımda bulunmuş, hatta bu yardımlarla daha sonra İş Bankası kurulmuştur. Millî Mücadele, Birinci Cihan Harbi’nden yenik çıkan Müslüman Anadolu ahalisinin varoluş mücadelesidir. Başta padişah olmak üzere Müslüman Anadolu ahalisi o kadar zor durumda idi ki, güdücülerinin kimliğini ve İttihatçı olmasını da fazla önemsememiş, destek vermiştir. Bu mevzuda bir tesbiti, dışımızdaki bir isimden, Kemalist tarih yazımına da alet olmayan Mete Tunçay’dan verelim: “Tarih kitaplarını iyice ararsanız, 1 Şubat 1921’de ‘Libya Şeyhi’ (Ahmed es-Senusî) idaresinde Sivas’ta bir İslâm Kongresi toplandığını öğrenirsiniz”.(4)

Resmi tarihin artık savunmakta zorlandığı şu hususu belirmek istiyorum. Anadolu’da “Milli Şahlanış Hareketi”ni organize eden ve dağılan birliklere genç kumandanlar gönderen son Osmanlı Sultanı Vahdettin Han, Mareşal Fevzi Çakmak’tan bu hamleyi omuzlayacak bir liste almıştı ve listenin başında da Mustafa Kemal Paşa vardı. Fevzi Çakmak’ın damadı Burhan Toprak’ın yakın arkadaşı olan ve Mareşal ile sık sık görüşen Necip Fazıl “Vahidüddin hain değildir.” ifadesini Mareşal’den nakleder. Yine Mareşal’in Vahdettin Han’a verdiği listeye ilave ettiği şu notunu da Necip Fazıl’dan naklediyoruz: “Mareşal Fevzi Çakmak, padişaha verdiği listede, Mustafa Kemal Paşa’yı fevkalade becerikli, kabiliyetli, hamleci, teşebbüs ruhuna malik, fakat son derece ihtiraslı ve yüksek emelli bir insan olarak göstermiştir”.(5)

“Kimsenin payını inkâr etmemek ve herkesin özpayıyla görülmek kaydıyla” vurgu yapan Necip Fazıl, aklî ve naklî bazı vesikaları sunduktan sonra şu tesbitte bulunur: “Vahidüddin olmasaydı Türk İstiklal Savaşı olmayacak ve kurtuluş sağlanamayacaktı”.(6) Muhakkak ki gerçek tarihçiler bu hususu delillendireceklerdir.

Birinci mecliste zabıt kâtipliği yapan daha sonra muallim ve yüksek İslâm Enstitüsü hocası olan Mahir İz’in hatıratındaki şu bölümü aktaralım: “Türk Ordusunun yegâne mareşali olan Fevzi (Çakmak) Paşa İstanbul Hükûmetinin Harbiye Nazırlığı’nı bırakarak, Millî Mücadeleye fiilen iştirak için Ankara’ya gelmişti. Kendisini istasyondan karşılayan Mustafa Kemal Paşa, onu arabada sağına alarak Meclis’e getirdi. 

Fevkalâde büyük bir tezahüratla ve şiddetli alkışlarla karşılanan Fevzi Paşa ayağının tozuyla kürsüye çıktı. Sultan Vahdeddin’in selâmını ve muvaffakiyet duasını meclise tebliğ edince salon alkış tufanına gark oldu ve vatanı birlikte müdafaaya devam edeceğini bildiren kısa bir hitâbede bulundu.”(7)

Vahdettin Han, Mustafa Kemal’e güvenir. Onun kendisine ihanet edeceğine ve halkın da buna rıza göstereceğine ihtimal vermez. İtalya’da sürgün yıllarındaki anılarında bu görülür. Yine de ülkesi aleyhine tek laf etmez. Mazlum ve çilekeş halife-sultan sadece şunları söyler: “Cenab-ı Hakk’ın bir ismi de Aziz-i zü’l-intikam’dır. Ne diyelim! Din ve devlete, vatan ve millete ihanet eden her kim ise Allah yüce kudretiyle kahreylesin, derim.”(8)

Vahdettin anılarında üç hatasından bahseder; saltanatı kabul etmesi, mütareke hükümetlerine güvenmesi ve bu ülkeden sürgün edileceğine asla ihtimal vermemesidir. Anadolu’daki Millî Mücadele’ye bizzat katılmayı bile düşünen son padişah Vahdettin’e vezirleri mani olur. Kendisi İstanbul’da kalıp vatanı kurtarmaya çalışarak “yıldırımsavar” vazifesi gördüğünü söyler.

M. Kemal İngilizlerle anlaşarak İstanbul’u teslim almaya gönderdiği Refet Paşa vasıtasıyla Sultan Vahdettin Han’a teklifte bulunurken ertesi gün gazetelerde hanedan aleyhinde ağza alınmayacak hakaretler yayınlatır. Gücü ele geçiren M. Kemal, zamanında yetki ve güç aldığı padişahı ülkeyi terketmeye zorlar. Saltanatı ve peşinden de hilafeti kaldırır.

Kaybedilmiş bir savaş sonrası tahta çıkan ve eli kolu bağlı şartlarda ülkesini düşünen mazlum padişah, işgal güçleri yetmezmiş gibi bir de Anadolu’ya gönderdiklerinden ihanet görür. Buna rağmen Osmanoğullarına tevarüs etmiş olan vatanını, saltanat hukukunu ve hilafeti savunur. Hatıralarında yurtdışına çıkışını hicret olarak değerlendirir ve şöyle der:

“Anadolu’ya düşmanları defetmesi için görevlendirdiğimiz Mustafa Kemal’in ihtirası karşısında kaldım. Her tarafımı istila eden kör ve nankörler arasında dolandım ve ıztırap içerisinde bunaldım. Bu şekildeki hilafete, kendimde ne direnme ve ne de itaat imkânını görmeyerek, ortalık sakinleşinceye kadar belirli bir süre için bu tehlikeli mıntıkadan uzaklaşmaya karar verdim.

Bu hareketim müvekkil-i zîşânım olan Hazret-i Peygamber’in eser-i Nebevîlerine uyarak, diyanet ve İslâm saltanatı aleyhinde hareket etmekte olan Kemalîlerden-Celâlîlerden ayrıldım ise de hiçbir vakit ecdad-ı izamımdan intikal eden ve miras kalan saltanat hukukundan ve hilafetten feragat eylemedim ve eylemeyeceğim.

Allahıma aşkım ve imanım sarsılmazdır. Gerçi malum ahval sebebiyle dinime, vatanıma, milletime arzu ettiğim kadar hizmet etmeye vakit ve imkân bulamadım ise de asla ihanet etmedim.”(9)
Vahdettin Han saraydan ayrılırken hiçbir değerli eşya almaz ve sürgünde vefat ettiğinde borçlarından dolayı tabutuna bir ay haciz konur. Anadolu’daki mücadele ile zaman zaman zıtlaşması ise İstanbul ile Ankara hükümetleri arası ihtilaftır. Yoksa Sultan Millî Mücadele’nin, zaferle sonuçlanmasından memnundur.

Hadiseleri ve kişileri değerlendirirken iyi-kötü, doğru-yanlış gibi ölçülerine başvuruyoruz. Ancak nerden baktığımız önemli olup dünya görüşümüze göre değer yargıları değişebilir. Mesela Batılılaşma (modernleşme) ve İslâmlaşma şıklarından hangisinin Türkiye için iyi olduğu bir tercih meselesidir. Her ne kadar bir işin yanlışlığı neticesinde görülse bile, kimilerine göre Kemalist devrimler ve Batılılaşma iyi olmuştur, kimilerine göre ise İslâm’dan uzaklaşmak kötü olmuştur. Sadakat ve hıyanet mevzuunda ise ortak değerler vardır. Çünkü bütün ideolojilere göre arkadan plan çevirmek, aldatmak vs. kötü ve hainliktir. “Emanete hıyanet etmek” tabirini Müslim-gayrimüslim hiç kimse kendi için hoş görmez. Bu açıdan bakarsak Mustafa Kemal’in Vahdettin’e önce sadakat gösterip sonra hıyanet ettiğini ve gücü ele geçirince de karşı tarafı hıyanetle suçladığını söyleyebiliriz. 

Kendi rengini ve fikrini açıkça söyleyerek Batılılaşma yanlısı olanlara ise hain değil, batıl ve yanlış diyebiliriz. Müslüman halkın inanç değerlerine düşman olduklarını söyleyebiliriz. Ancak Allah ve Resûlü’ne inandığını söyleyip Batının değer yargılarını benimseyenler inandığını söylediği dine hıyanet içindedirler. İhanet karşı tarafla gönüllü işbirliği manasına gelip, nefsimizden kaynaklı hata ve günahlar ise ihanet kategorisinde değerlendirilmez.

İşin özü şudur ki, Anadolu’da millî bir direniş hareketi kendinden zuhur olarak başlamıştır. Müslüman ahalinin son kalan vatan toprağını korumak için tabiî bir direnci ve refleksi söz konusudur. Bu noktada Esseyyid Abdülhakîm Arvasî gibi toplumun dinamikleri olan zatların desteği hayatî ehemmiyet arzetmektedir. Denizli müftüsü Ahmed Hulusi Efendi’nin, “elinizde ne varsa onunla düşmana karşı cihad etmek farzdır” fetvası da direnişi ve silahlı mücadeleyi ateşleyenler arasındadır. Padişahın milletle bir olduğunu ve vatanı bu beladan kurtarmak için Anadolu’ya destek verdiğini ve kurmay kadroyu yönlendirdiğini de biliyoruz. Keza devlet erkini ve bilhassa orduyu hâlen elinde tutan İttihat ve Terakki’nin, ikinci derece kadrolarının Anadolu’daki mücadeleyi desteklediği ve hatta askerî olarak organize ettiğini de biliyoruz. Keza dışarıda olan birinci derece kadrodan Enver Paşa’nın da millî direnişi desteklediğini biliyoruz. İttihat ve Terakki’nin Cihan Harbi’ndeki başarısızlık üzerine Anadolu’da direnişi örgütlediği, Millî Mücadele’de Karakol Cemiyeti vs. ile aktif olduğu bilinir. Enver Paşa’nın yurtdışına kaçtıktan sonra Berlin ve daha sonra Moskova’da İttihatçı kurmaylarla biraraya gelerek İslâm İhtilal Cemiyetleri İttihadı’nı kurduğu, Kafkasya, İran ve Türkistan coğrafyasında askerî faaliyetlerde bulunduğu, Bakü’de kongre tertip ettiği, İslâm ülkelerinde ihtilal eylemleri çıkararak Ankara’nın yükünü hafifletmek için İngilizlerle Fransızların cephelerini genişletmek amacı güttüğü ifade edilmektedir.(10)

M. Kemal Paşa’ya gelince… Önceleri Şişli muhitlerinde bekleyerek hükümette makam aradığını(11) ve sonra yükselen dalgaya liderlik etmek için Anadolu’ya geçtiğini ve İttihat ve Terakki’nin lider kadrosunun yurtdışında olmasından dolayı onun etrafında halkalanıldığını da biliyoruz. Paşaların hatıraları ve tarihî belgeler bu hususu teyid etmektedir. 

Kim Anadolu’daki bu “Millî Şahlanış Hareketi”ni inkâr edebilir veya bir kişi ve zümreye mal edebilir ki?
 
Dipnotlar:
1-Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası B-Yedi (354), Baran Dergisi, Sayı 529, 2017, s. 18.
2-Fuâd Âsım Arvâs-Şaban Er, Silsile-i Aliyye’nin Son Altun Halkası Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî, Kutupyıldızı Yayınları, İstanbul, 2018, s. 1226-1227.
3-Salih Mirzabeyoğlu, İBDA Diyalektiği, İBDA Yayınları, İstanbul, 2004, s. 49.
4-Mete Tunçay, Bilineceği Bilmek, Alan Yayıncılık, İstanbul, 1983, s. 105-106.
5-Necip Fazıl Kısakürek, Vatan Dostu Sultan Vahidüddin, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2012, s. 162.
6-Kısakürek, a.g.e, s. 203.
7-Mahir İz, Yılların İzi, İstanbul, 1975, İrfan Yay, s. 87-88.
8-Osman Öndeş, Vahidüddin’in Sırdaşı Avni Paşa Anlatıyor, Timaş Yayınları, İstanbul, 2012, s. 355.
9-Osman Öndeş, Vahidüddin’in Sırdaşı Avni Paşa Anlatıyor, Timaş Yayınları, İstanbul, 2012, s. 346-347.
10-Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul, 1989, s.574-582.
11-K. Karabekir, İstiklâl Harbimizin Esasları, Emre Yayınları, İstanbul, 1995, s. 41-42. Ayrıca; Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, Cilt 1, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1991, s. 367-368.

Baran Dergisi 602. Sayı
27.07.2018