Beni en çok hüzünlendiren hadiselerden biri de Selçuklu Devleti’nin neşvü nema bulduğu topraklarda, Nakşilik silsilesinin kök saldığı ve kol kol uzandığı diyarlarda, Şii anlayışında bir devletin teşekkül etmesi ve asırlar boyunca İslâm’ın doğru yol anlayışı Ehli Sünnet’e karşı mücadele ederek, Asya ve Afrika’nın mümbit topraklarına her an zehirlerini akıtmasıdır. Tarih boyunca İslam dünyasını ifsad edici siyasetini sinsi ve haince sürdürmesi, bozgunculuk uğruna Haçlı dünyasıyla Sünnilere karşı ittifak etmekten çekinmeyişleri hep hatırda. Selçuklu ki İslâm’la şereflenen ve aldığı bu şerefle hamle ve aksiyon sahibi olarak İslâm’ın bayraktarlığını yaparak Haçlı dünyası üzerine giderken, arkasında bıraktığı bu toprakları böylesi bir anlayışa kaptırmış olması ne acı... Keşke Doğu’da olup biteni daha dikkate alsa, arkalarını sağlama alıp önlerine doğru emin adımlarla gitselerdi. Gazneli Mahmut’un diyarına kadar kök kurutucu ve kök salıcı siyaset gütse ve onunla el ele tutuşup İmam-ı Rabbani’nin meşalesini taşımaya ahdetselerdi. 
Karahanlılarla başlayan, Selçuklu ile devam eden, Osmanlı Devleti ile tarih sahnesinde yer alan Sünnilik anlayışındaki devlet, Osmanlı’nın yıkılması ve yerini seküler anlayışta bir devlete bırakmasıyla (Türkiye Cumhuriyeti) son buldu. Sünni dünya yetim ve öksüz kaldı. İngilizlerin siyaseti ile Vahhabilik anlayışının kutsal beldelerde devlet olması, İslâm dünyasına arkadan vurulan ve bölen en elemli darbelerden biri olmuştur. Türkiye’de askeri ihtilallerle ve müesses nizam tarafından oluşturulan din kurumlarıyla yok edilmek istenen Sünnilik anlayışı, “Eğer takiyye olmasaydı Şia mezhebi tarih içerisinde yok olurdu.” diyen Humeyni’nin Fransa topraklarından gelip İran’da Şii devletini velayeti fakih kavramıyla yeniden tesisi Sünniliğe vurulan ayrı bir darbeydi. Bu devlet eliyle bu topraklarda bir çok eserler tercüme edildi. Anadolu insanının itikat ve amel arsası bozuldu. Mezhepler ayrıcalık ve bölücülük olarak gösterilirken, İran anayasasında İran’ın mezhebi Caferiliktir ifadesini kimseler gündeme getirmedi. İran’dan eserler çevrilirken, Anadolu insanının tepkisini çeker diye bir çok eser eksik ve çarpıtılarak çevrildi. Sünniliğin devletinin olmaması bir çok yerde çok iyi niyetle başlayan cihat hareketlerini baltalayıcı bir hal aldı. Orta Doğu’nun kalbinde İsrail devleti kuruldu, kan üstüne kan aktı ve hala akmakta. Bakalım bu yetim ve öksüzlük daha ne kadar sürecek. İslâm diyarlarında zulüm ne zaman bitecek, mücadele Batı topraklarına ne şekilde ve ne vakit taşınacak. İdlib bu ümmetin en büyük imtihanı olmaya vesile.

Aşura Gününü Bayrama Kimler Dönüştürdü
Aşura gününü bayram haline getirenler Nasibilerdir. Nasb, bidat gruplarından olan bir taifedir. Hazret-i Ali’ye buğz etmek, kin gütmek, ona sırt dönmek demektir. Bunların inançlarına göre sahabe sahih bir itikada sahib değildir. Hazret-i Ali Efendimize düşmanlık beslerler. Sadece Hazret-i Ali efendimizi değil Hazret-i Hüseyin gibi onun Ehli Beyt’inden olanlara ve daha başkalarına da kin güder ve buğz ederler. Nasb da tıpkı Rafz gibidir. Çünkü Rafz demek, sahabeye buğz etmek, onlara hakaret ve lanet etmek, dil uzatmak demektir. İster Nasibilik olsun ister Rafizilik (Şiilik) olsun her ikisi de sapıklıktır. Allah’ın koyduğu metottan uzaklaşmaktır. Çünkü Allah Resulünün ashabını sevmek gerekli ve vaciptir. Onların İslâm geçmişinde hizmetleri vardır, İslâm için mallarını ve canlarını ortaya koymuşlardır. Şia, Aşura gününü yas ve matem günü olarak ilan ettiğine göre bunlara karşı olan bir başka grup da bu günü sevinç ve mutluluk günü olarak bayram ilan etmişlerdir. Bu grupta yer alanlar ya Hazret-i Hüseyin aleyhinde taassup içerisinde olan Nasibiler veya kötülüğe karşı yalanla mukabele etmek isteyen cahiller takımıdır. Bunlar da Aşura gününde sürme sürer, kına yakar, yakın ve uzak çevrelerine yardım eder, yedirip içirir, bir takım törenler yapar, tıpkı bayram yapıyorlarmış gibi hareket ederler. Bu da ikinci bir bidattir.   

Yaralı Bilinç Arızalıbakış: “Her Gün Aşura, Her Yer Kerbela”
20. yüzyılın en büyük sloganlarındandı “Her gün Aşure, her yer Kerbela” İran İslam devrimi’nin (!) sürükleyici sloganıydı ve İran dışındaki coğrafyalarda da epey etki bırakmıştı. Zulme başkaldırmak, mazlumların yanında yer almak diye yorumlanmıştı. Ancak bu slogan içinden çıktığı Şii toplum hafızasındaki çağrışımdan ve tarihi bağlamından bağımsız ele alınamaz. Çünkü bu slogan tarihin belli bir döneminde takılıp kalmış bir perspektifin ve tasavvurun bir ürünüdür. Bu perspektif ve hafıza İslâm tarihinin ilk dönemlerinde yaşanmış, Cemel, Sıffın, Nehrevan savaşlarının ve Kerbela’da Hazret-i Hüseyin’in (r.a) ailesiyle beraber hunharca şehit edilmesinin yol açtığı travmatik atmosferin etkisiyle oluşmuştur. Şii hafıza, erken dönemde yaşanmış acı olaylara kendine has bir okuma tarzı geliştirmiş ve bunu din tasavvurunun, inanç sisteminin temeli kılmıştır. Özüne siyasi talepler ve tarihte yaşanan o kırılma hadiseleri hakimdir. Bu tasavvur başta Ehli Sünnet olmak üzere kendisi gibi olmayan, farklı tüm ekollerin mezkur tarihi olayları bakışını ve onlarla olan ilişki tarzını dün etkilediği gibi bugün de etkilemektedir. Buna göre olaylar silsilesi; Hazret-i Ali, Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin’in (r.a) halifeliğinin (onlara göre ilahi imametin siyasi boyutu) gasbedilmesiyle başlar. Hazret-i Hüseyin’in (r.a) ev halkıyla beraber Kerbela’da şehit edilmesiyle de zirveye çıkar.

Zaman, tarihin bu aşamasında ve bu fotoğraf karesinde durmuştur. Asırlardır bu olayın yası tutulur. Her sene Aşura günleri, her vesileyle tertiplenen mersiyeler, dini toplantıların özünü hep bu oluşturur. Şii toplumlarının dilinde de, zikrinde de, gelecek tasavvurunda da, ana akım Müslümanlara bakış açısında da bu olaylar belirleyici olmuştur. Öyle ki muhaliflerini Hazter-i Muaviye (r.a) ve Yezid, kendilerini de Hazret-i Ali (r.a) ve Hazret-i Hüseyin (r.a) taraftarları olarak konuşlandırmaktalar. Hazret-i Ali’nin (r.a) karşısına Hazret-i Ebubekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Muaviye ‘yi (r.a), Hazret-i Hüseyin’in (r.a) karşısına da Yezid’i birer nefret objesi olarak dikerler. Tarih, yaşanan hayat, olaylar, insanların duruşu bu perspektiften siyah ve beyaz olarak resmedilir. Fotoğraf çekilmez resim yapılır çünkü. Müslüman birey ve toplumlar ya Hazret-i Hüseyin’in (r.a) yahut Yezid’in safında iki kategoriye sıkıştırılır. Her şey değişse de bu değişmez, Hazret-i Hüseyin’e (r.a) ifrat derecesinde hüzünle yakılan ağıtlara sınırız bir intikam alma duygusu da eşlik eder. Tarihte vardı, bugün de var. Aşura törenlerinde Hazret-i Hüseyin (r.a) ve ehli beytinin hunharca katledilmesi, susuz bırakılması abartılı tiyatro gösterileri ve posterlerle, vaizlerin konuşmalarıyla, mersiyelerle anlatılırken sadece bir mazlumiyet öyküsü ortaya konmaz, bunun mesullerinden nefret edilmesi de adaletin gereği olarak insanların duygularına direkt yahut dolaylı mesajlarla işlenir. Nefret duyguları, intikam hisleri sadece Hazret-i Hüseyin (r.a) katline karışan kişilerle sınırlı tutulmaz ve daire genişletilir, Hazret-i Ebu Bekir (r.a) ve Hazret-i Ömer (r.a) yanında Hazret-i Ali’ye (r.a) beyat etmeyen tüm sahabiler de işin içine katılır. 

Tarihte yaşanmış gerçek olaylar hurafelerle karıştırılır ve tarih yapı-bozuma uğratılarak yeniden yazılır ve anlatılır. Bu tasavvurda ana akım Müslümanlar Şia’nın sınırlarını daralttığı Ehli Beyt mensuplarına ihanet etmişlerdir. Bunlara karşı varlık mücadelesi verebilmek için de İmamlar ve tabileri kendilerini gizlemek zorunda kalmışlardır. Bu, takiyyeyi doğurmuş ve takiyye de nefret edilen kişilerden ve onların yolunu takip eden Müslümanlardan hem korunmanın, hem de intikam almanın bir aracına dönüşmüştür.
Musibetlere Karşı Sabırlı Olmak
Müslüman başına gelen musibet sebebiyle sabretmesini bilmelidir. Güzel bir şekilde şikayetlerini ve sızlanmalarını dile getirmelidir. Saçını başını yolmamalı, yanaklarını yaralamamalı, üstünü başını paralamamalıdır. Cahiliye adetlerinden uzak durulmalıdır. Esasen sabrı Müslüman ilk musibet anında göstermelidir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sav) “Sabır ilk darbededir.” buyurmuşlardır. Müslüman, İslâm edebi gereği , herhangi bir musibetle karşı karşıya kalınca feryat etmez, Allah’ın kendisine verdiği nimetleri hemen hatırlar. Mesela Hazret-i Hüseyin (r.a) öldürülerek şehit edilmesi ilk bakışta büyük bir musibet ve kötülük ise de Hazret-i Hüseyin’e nisbetle bu bir hayırdır ve ikramdır. Aşura gününde Hazret-i Hüseyin’i zalim ve azgın, isyankâr kişiler öldürmüşlerdir. Ancak yüce Allah, böylece Ehli Beyt’ten olanlara ikram etmiş olduğu şehitlik mertebesini ona da ikram etmiş olmaktadır. Çünkü Hazret-i Hamza şehit edilmiş, Hazret-i Cafer şehit edilmiş, babası Hazret-i Ali ve daha başkaları da şehit edilmişlerdir. Bu nedenle Hazret-i Hüseyin’in şehit edilmesi ile yüce Allah onun mertebesini ve derecesini yüceltmiştir. Kaldı ki hem kendisi ve hem ağabeyi Hazret-i Hasan, cennet gençlerinin seyitleridir. Bir de yüce mertebeler, ancak bela ve musibetler sonucu kazanılır. İbn Kesir diyor ki: Elbette her Müslüman’ın bu olay sebebiyle üzülmesi gereklidir ve doğaldır. Zira şehit edilen Hazret-i Hüseyin Müslümanların önde gelenlerinden, seyitlerinden olduğu gibi aynı zamanda sahabenin de alimlerinden olan biriydi. Kaldı ki Allah Resûlü’nün (sav) kızlarının içerisinde en faziletli olan kızın oğluydu. Abid, cesur ve cömert bir insandı. Ancak Şia’nın yaptığı gibi davranmak da doğru değildir. Onlar gibi yas tutmak, ağıtlar yakarak gösteriş edasıyla bir takım durumlar sergilemek asla doğru değildir. Öte yandan Hazret-i Hüseyin’in babası Hazret-i Ali oğlundan daha faziletli ve daha üstün biridir. O zaman acaba neden onun öldürülmesi ve şehit edilmesi olayını da tıpkı Hazret-i Hüseyin’de gösterildiği gibi bir matem ve yas günü olarak ilan etmiyorlar? Neden sadece Hazret-i Hüseyin ile yetiniyorlar? Oysa babası Hazret-i Ali (r.a) bir Cuma günü, sabah namazına giderken öldürülmüştü. Peki ya Hazret-i Osman (r.a) için ne demeli? Ehli Sünnet’e göre o da faziletli biriydi. Resulullah onu iki kızıyla evlendirmişti. Bunun için Zinnureyn diye anılırdı. O da evi kuşatılarak Zilhicce ayında teşrik günlerinde öldürülerek şehit edildi. Buna rağmen insanlar onun öldürüldüğü günü matem ve yas günü olarak ilan etmemişlerdir. İşte Hazret-i Ömer (r.a)… O da Hazret-i Ali ve Hazret-i Osman gibi şehit edilmişti. Sabah namazında mihrapta namaz kıldırmakta iken ve Kur’an okurken vurularak şehid edildiler. Buna rağmen Müslümanlar onun ölüm gününü yas günü olarak ilan etmediler. Nitekim Hazret-i Sıddık (r.a) yani Hazret-i Ebu Bekir(r.a) bütün sahabeden daha efdal idi. Onun öldüğü günü neden matem günü olarak ilan etmediler?

Hazret-i Hüseyin’in öldürülerek şehit edilmesi ile şeytan harekete geçerek iki türlü bidat meydana getirdi. Aşura gününde matem tutmak, ağıtlar yakarak, feryat ve figan çıkarmak, üst baş paralamak, saçını başını yolmak, zincirle dövünmek gibi, İslâm’da yeri olmayan işler icat ettiler. Susuz kalmayı mersiyeler okumayı adet haline getirdiler. Dahası; Salih selefe sövmeyi, onlara lanet okumayı gündeme soktular, hatta ilk Müslümanları bile dillerine hedef kıldılar. Günah ve suçsuz olanları bile bu kalıbın içine soktular. Şia’nın konu ile ilgili haberlerin geneli yalan ve iftiradır. Esasen böyle bir çığır açanların asıl amacı, fitne kapısını açmak ve ümmet arasında tefrika oluşturmaktır. Bütün yaptıkları şey ne vacip ne sünnet ve ne de müstehaptır. Bu konuda Müslümanlar ittifak içindedir. Söz konusu günde yas tutulması, benzeri şeyler esasen haram kılınan şeylerdir.          

Aşura Gününde Resulullah’ın Uygulaması
Muharremin onuncu günü demek olan Aşura gününde Hazret-i Peygamber (sav) nasıl bir uygulama yapmıştır? Hazret-i Peygamber (sav) Aşura gününü faziletli olan günler arasında kabul etmiş ve öyle değerlendirmişti. Bu nedenle de o gün için oruç tutulmasını teşvik etmiştir. Nitekim gelen sahih bir hadiste, Ebu Katade’den rivayet edildiğine göre Resulullah şöyle buyurmuştur: “Her aydan üç gün oruç tutmak, bir de Ramazandan Ramazana oruç tutmak, tüm seneyi oruçlu geçirmek demektir. Arefe gününde tutulan oruca gelince, umudum o ki o, o günden önce geçen sene ile o günden sonra gelecek olan senede işlenen günahlar için kefaret olacaktır. Aşura gününde tutulan oruca gelince, umudum o ki Allah, onu da o günden önceki senede işlenen günahlar için bir kefaret sayar.”  İbn Abbas’tan (r.a) rivayete göre diyor ki. “Hazret-i Peygamberin, faziletli gün olarak Aşure günü orucunu tutmak için araştırdığı kadar bir başka günü araştırdığını; bu ayı, yani Ramazan araştırdığı kadar bir başka ayı araştırdığını da görmedim. “O halde Aşure gününde oruç tutmak sünnettir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sav) o gün oruç tutmuşlardır, o günde oruç tutmanın faziletinden haber vermişlerdir. Nitekim yukarıdaki hadiste bunu gördük. O günün gecesinin de ibadetle geçirilmesini de tavsiye buyurmuşlardır. Ehli Sünnetin üzerinde olduğu yol, orta yoldur. Bunda ne ifrat ne de tefrit vardır. Burada tamamen Resûlullah’ın yoluna ve uygulamasına uymak ve onun emrine yapışmak yer almaktadır. Allah’tan sevap beklemek de bu şekilde olabilir.     

Baran Dergisi 610. Sayı