Çağdaşı diğer doğu toplumlarının aksine Roma’da, Hıristiyanlığın yayılışına kadar gerçek mânâsıyla vakıf benzeri müesseselere çok rastlamamaktayız. Roma’da imparatorluk sathına yayılmış vaziyette ve muhtelif fonksiyonlar icrâ eden hayır kurumları vardı. Ancak bunların kahir ekseriyeti belli bir menfaati hedefleyen dünyevî maksatlarla kurulmuş tesislerdi. Roma cemiyetinin seküler yapısına büyük oranda mutabık bir görünüm arz etmekteydiler.
Tabiatı icabı insan, karşılıksız iyilik etme, zora düşene destek olma gibi hasletlere sahiptir. Bu yüzden hayır kurumlarının mevcud bulunmadığı insan toplulukları herhalde çok nadiridir. Roma cemiyeti de, neticede, içinde bu Allah vergisi hasletlerden şu veya bu miktar barındıran insanlardan mürekkep bir topluluktu. Ancak Roma’daki vakıf benzeri kurumlar söz konusu olduğunda, bağışı yapan kişinin adını ölümsüzleştirme ve geride kişiyi hatırlatacak kalıcı eserler bırakma arzusu, samimi hislerle iyilik yapma isteğinin önüne geçmekteydi. Bunlar daha çok insanın nefsanî cihetine ait hususiyetler ve işin doğrusu vakıf gibi gerçekten hayrı gözeten kurumlar açısından pek istenir şeyler değil. Mevlüt Koç’un özel bir sohbetimizde gayet isabetle ifade ettiği gibi, Roma’daki benzerlerini de dâhil edebileceğimiz Batı tipi vakıflar, “ölümü/yoksulluğu paraya (kâra) tahvil eden, yardım için insanın ölmesini bekleyen hayır kurumlarıdır.”
Vakıflar dizimizde Roma bahsinin diğerlerine nazaran biraz daha fazla yer tuttuğu okuyucunun dikkatini çekmiştir. Bunun sebebi, bugün dünyamızı kasıp kavuran Batı hedonizmi ve egoizmini bundan iki bin küsur yıl önceki bir zaman diliminde en güzel yansıtan örneğin Roma medeniyeti oluşudur. Batılı adamın bugün bütün dünyaya yaymaya çalıştığı hastalıklar, bilinen tarihte ilk tamam halini Roma’da bulmuşlardı. Romalılar, dürüstlüğü bile kibre dayalı bir cemiyet oluşturmuşlardı.
“Antik Roma’da kendine saygısı olan herhangi bir vatandaşın tek gayesi, kendisi için övünülecek işler yaparak şanını yüceltmekti. Tarihçiler bu hususta ‘vatandaşın cemiyette işgal ettiği mevkîe bakılmaksızın –köylü, senatör, asker veya general- Romalı vatandaşın tek bir hedefi vardı, o da halkın nazarında ismini yüceltmekti” yorumunu yapmaktadırlar.” (Florence Dupont, Daily Life in Ancient Rome, sh. 8)
Romalı, bütün dünyayı kendi nefsi için tahakküm altına almaya çalışan, her tarafta yaptığı imar faaliyetleri ile maddî ölümsüzlüğün peşinde koşan bir insan tipini yansıtmaktaydı. Hayır hasenat işlerini belli bir menfaati gözeterek yapan Romalı ile günümüz Batılı insanı birbirine ne kadar da çok benzemektedir. Aynı kitabtan:
“Şan elde etmenin yolu basitti: Ya askerî başarı elde edecektin, ya siyaseten en önde olacaktın ya da hayır hasenat işleriyle tanınacaktın. Tabii en iyisi bunların üçünü birden yapabilmekti. Belli bir hedefe müteallik cömertlik gösterileri, kişinin bilhassa ‘plebes urbana’ arasındaki itibarını artırmakta, imparatorluk nicel ve nitel olarak geliştikçe kamuoyunun kişinin lehine çevrilmesi için hayatî bir ehemmiyet taşımaktaydı.” (Dupont, sh. 12)
Batı’da Roma tarihçiliği, 20. Asra kadar, biraz bizim Osmanlı tarihçiliğimizi andırır biçimde, Roma’ya övgüler dizmenin bir bahanesi olarak görülmüştü. Ancak son bir asırdır, bilhassa Marksist tarih anlayışının tesiriyle Roma cemiyet düzenini menfî bir bakış açısıyla irdeleyen birçok eser kaleme alınmıştır. Biz de bunlar vesilesiyle Roma tarihinin gerçek yüzünü görme imkânına kavuşmuş bulunmaktayız. Bu yeni tarih anlayışı ile yazılmış incelemeler, yukarıda da bahsettiğimiz gibi, “menfaatçi Batılı tipi”nin Roma’dan beri var olduğunu bize söylemektedir. Cumhuriyet dönemi Roma’sında halka şirin görünüp belli makamlara gelmenin yollarını aramak, amiyane tabirle “popülizm” yapmak çok yaygın bir davranıştı.
“Hem Cumhuriyet devrinde hem de İmparatorluk döneminde muhtelif biçimlerde hayır işlerinde bulunmak, halk desteğini elde etmek açısından en genel geçer araçtı. Halka cömert davranılmazsa cemiyet idaresinde kişinin bir geleceği olamazdı.” (Frank Abbot, The Common People in Ancient rome, sh. 183)
Aynı noktaya parmak basan başka bir Batılı yazar ise şunları söylemektedir:
“Roma’da siyasî hayat gitgide avama yönelik cömertlik ile eş anlamlı hale geldi; kim daha fazla yükselmek isterse, o nisbette büyük bir keseye ihtiyaç duymaktaydı.” (William Byrnes, Ancient Roman Munifecence, sh. 1045)
Halkı, onlara hizmet götürerek tavlamanın demokrasinin ana prensibi olduğu iddia edilebilir. Buradaki problem, halkı kendi yanına çekmek için muhtelif imar faaliyetleri yapan ve halka para dağıtan kişilerin bunu karşılıksız yapmamaları, mutlaka daha büyük bir beklentiyle bu tür işlere girişiyor olmalarıdır. Onların asıl maksadı insanlara iyilik etmek değildi. Sonsuz bir iştahayla daha fazla semirmek, daha fazla zenginleşmek, daha fazla iktidar sahibi olmak istiyorlardı. İtalya yarımadası artık bu beklentilerini karşılayamaz hale gelince, Roma hâkimiyet sahasını genişletmeye başlamışlar, işgal ettikleri memleketlerden elde edilen arazi ve ganimetleri uhdelerine geçirmişlerdi. Bu arada “çekirdek” Roma ve onu halka halka saran diğer İtalyan şehir, kasaba ve köylerinde yaşayan insanlar, ilk başlarda bu işgallerde gerekli olan asker kaynağını sağladıklarından, memnun edilmek durumundaydılar. Romalı üst sınıflar, ulaşabildikleri her yerdeki zenginliklere el koymayı kendi tabii hakları görmekteydiler:
 “Romalı idareciler, Roma halkına hamamlar, spor sahaları, çeşmeler, suyolları, gladyatör oyunlarından müteşekkil ‘hediyeleri’ sunan imparatorları eliyle Seneca’nın ‘bir idareci halkın en çok takdirini kazanacak bağışları yapmalıdır’ öğüdünü yerine getirdiler. Son derece ayrıntılı Roma hukuku, yardım sandıklarına, vakıflara ve sosyal yardım cemiyetlerine hukukî bir statü vermek suretiyle hayırsever kişilerin önünü açtı. Fakat çoğu hayırsever, bu yasal araçları, kendini yüceltme, rakiplerine karşı siyasî avantaj sağlama ve aile servetinin muhafazası için kullanma yolunu seçti ve gelişen imparatorluk şehirlerinde büyük rakamlara ulaşan yoksullara yardım işine iltifat etmedi. Romalılara göre hayırseverlik, yoksullara yardımdan ziyade, düzgün diplomatik tavır, yabancı elçilere hürmet, anlaşmalara sadakat ve mağlup ordulara önerilen adil barış şartları anlamlarına gelmekteydi. İmparatorluğun savunucuları bu ‘hayır işlerini’ Roma yayılmacılığının gerekçesi ve Roma medeniyetinin tabii üstünlüğü olarak telakki etmekteydiler.” (William Byrnes, Ancient Roman Munifecence, sh. 1053)
Ölümsüzlük arayışı, yokluğu kabullenemeyişi insanın, benliğinin en derinlerinde yaşadığı en önemli cihetidir. Bu ölümsüzlük arzusunun kendisi yanlış da değildir; çoğu zaman yanlış olan bu arzunun peşinde koşulurken takib edilen usûldür. İnsan da dâhil her varlık, sonu Allah’ta biten bir akışın içindedir. Bu hakikat, imtihana tâbi olmayan varlıklarda kendiliğinden gerçekleşirken, insanda farklı bir şekilde cereyan etmektedir. Dediğimiz gibi, bizim ölümsüzlük arayışımız, tüm hayatımızın merkezî hüviyetini oluşturmaktadır. Kaynağı aslî unsurumuz ruh olsa da, insan keyfiyetini haiz bulunmamız adına elzem olan nefs de bu ölümsüzlük arayışında ikinci sıradaki unsurdur. Bu arayış, sathın altında kalan bir güdü halinde tüm insanoğlunda mevcut bulunmakta ve tüm işlerinde aslî saik vazifesi görmektedir. Maneviyatçı ya da materyalist, inancı ne olursa olsun her insanın ölümün arkasını kurcalaması kaçınılmazdır. İşte burada İbda Mimarı’nın getirdiği merkezî tarih hükmü halinde “peygamberler olmasaydı medeniyet olmazdı; insanlık olmazdı ki” ölçüsünün önüne gelip duruyoruz. Her insanda kuvve/potansiyel olarak mevcut bulunan bu ölümsüzlük arayışı, eğer nebevî bir terbiye olmasaydı hayvanî bir içgüdü derekesinde kalacak, yaşamak için insan her şeyi mubah kabul edecekti. Medeniyeti tesis eden tüm iyi hasletler nebiler tarafından öğretilmişlerdir. Roma’ya baktığımızda gördüğümüz manzara ise şudur:
“Böylesi olağanüstü işlerin, yani cemiyeti ayakta tutan unsurları gölgede bırakacak büyüklükteki işlerin yegâne sebebi, bağışçının kendi isminin büyüklük ve ölümsüzlüğü tescilden başka bir şey değildi. Mallarını bağışlayanların Roma şehrinde ya da imparatorluğun başka bir yerinde belli bir birikim yaptıktan sonra dönüp doğdukları kasabalarda bu hayır işlerini yaptıklarını göz önüne aldığımızda, bunun böyle olduğunu görmekteyiz.” (Kathryn Lomas, Bread and Circusses, sh. 40-41)
Bugünkü Batılı seküler adamla mukayese anlamında şu iktibas da oldukça ilgi çekici:
“Bu şekilde antik devirlerdeki kamuya yönelik bağışların güdüsü, belli bir serveti olan günümüz insanı ile aynıydı; günümüz insanının aynı minvaldeki davranışlarının arkasında yatan saik ile aynı mahiyeti taşımaktaydı. Nasıl bugünün insanı isminin üzerinde yazılı olduğu plaketi bir hastanenin kanadında, bir müze koleksiyonunda, bir üniversite kampüs binasında görmek isterse, o zamanın insanı da aynı arayışın peşindeydi: Geride iyi bir isim bırakarak dünyevî ölümsüzlüğü elde etme.” (William Byrnes, Ancient Roman Munifecence, sh.1063)
Batı medeniyetinin menbaı olan Roma’da ise, yukarıda yaptığımız iktibaslarda da görüldüğü üzere, ölümsüzlük arayışı doğru yoldan değil de nefsin ve kibrin yolundan gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Bu yüzden Roma medeniyetinde, yazımızın başında dediğimiz gibi, bizim anladığımız mânâda vakıf tesislerine rastlamakta zorlanıyoruz. Bunu söylerken kastettiğimiz, bir “mümin”in karşılığını sadece “inandığı tanrıdan” umarak ve hiçbir dünyevî menfaat beklentisi olmadan mülkiyetinin bir kısmını halkın, bilhassa da ihtiyaç sahiplerinin kullanımına ebediyen tahsis etmesidir. Roma’da neredeyse tüm imar faaliyetleri devlet tarafından değil de servet sahibi kişiler tarafından yaptırılmasına rağmen, bu kişiler bu işlerin altına dünyevî bir menfaat beklentisiyle girmekteydiler. Romalılardaki en “ulvî” saik, “adının sonsuza kadar anılması” gibi tamamen kibir ve nefsaniyet kokan bir güdüydü.
Zengin idarecilerin yaptırdığı eserler arasında büyük kamu binaları, mabetler, suyolları, su kemerleri, hamamlar, çeşmeler, bedestenler, amfiteatrlar, yollar, barınma evleri vs. gibi halka hizmet eden birçok tesisi zikredebiliriz. Roma’da idareciler seçim yoluyla iş başına geldiklerinden Romalı zengin tabaka, bu günkü oy avcılığına benzer bir şekilde, halka sürekli aynî veya nakdî yardım dağıtmakta, onları kendi yanına çekmeye çalışmaktaydı.
Roma’da ve diğer şehir ve kasabalardaki bu tür yapıların inşa ettiren kişiler umumiyetle iki yol izlemekteydiler: Kişi yaşarken hibe, öldükten sonra da vasiyet yoluyla olmaktaydı. Ancak bu yapılar, çoğunlukla kendilerini idame ettirecek bir akardan mahrum bulunmaktaydılar. Eğer bir akar varsa, bu umumiyetle bir araziden elde edilen kira veya ürün geliri değil de, faizle borç olarak verilmesi istenen nakit para biçimindeydi. Elde edilen faiz geliri ile yapının ihtiyaçları karşılanmakta, çalışan personelin maaşları ödenmekteydi. Bu tür tesislerin yapılıp vakfedilme gerekçeleri onları yaptıranların adlarını ilelebet yaşatmak olduğundan, Roma’da, İslâm ülkelerinde olduğu gibi sadece hizmete matuf, bir binası olmayan vakıf kurumlarına rastlanılmamaktaydı.
Roma vakıflarında da bir tür vakfiye bulunmaktaydı. Bu vesikada vâkıfın ismi, vakfa neyi tahsis ettiği, neyin nasıl harcanacağı gibi hususlara yer verilmekteydi. Bazen de sadece vakfı yapanın şanını yüceltmeyi hedefleyen ifadeler bulunmaktaydı. İmparatorların ve zengin sınıfın oluşturdukları vakıf binalarında, fakirlere yiyecek dağıtılması, fakir çocukların alınıp bakılması gibi hizmetler de verilmekteydi. Bu tesisler, umumiyetle görkemli binalardı.
Ancak bir vakfın en mühim yönlerinden birisi olan “hükmî şahsiyet” Roma vakıflarında mevcud değildi. Hâlbuki Roma’nın çağdaşı medeniyetlerde vakıflar hükmî şahsiyet kabul edilmekte ve onu kuranların tasarrufundan çıkmaktaydı.
“(Roma’da) çeşitli ihtiyaçları karşılamak için müessese çok tekâmül ettirildi ve mükellefiyet tarzları çok değiştirildi. Fakat denilebilir ki, imparatorluğun sükûtuna kadar vakıf bir müesseseye yapılan mükellefiyetli bir hibe veya vasiyet şeklini aşamadı. Binaenaleyh denilebilir ki, Roma’da da vakıf bir ‘nüve’ halinde bulunmakla beraber, vakfın temin ettiği bütün faydaları hükmî şahsiyetten ayrı bir şekil altında sağlayabiliyordu. (Vakfın idaresiyle ilgili sakıncaları gidermek için) mallara hükmî şahsiyet kazandırmak lazımdı; bu ileri adımı ancak Bizans hukukçuları atabildiler.” (Medenî Hukukumuzda hükmî Şahıslar, Ferit Saymen, sh. 195-96)
Romalıların mülkiyet hukukunda bu kadar ileri olmalarına rağmen, belli bir gayeye tahsis ettikleri menkul veya gayrimenkul malların hükmî bir şahsiyet kazanması zaruretini takdir edememiş olmaları ilginçtir. Bunun izahını, mallarını bağışlayanların, onlardan tamamen kopma iradesini gösterememelerinde arayabiliriz. Roma’da tahsis edilmiş mallar, istendiğinde geri alınabilmekte veya mirasçılar tarafından kendilerine iadesi taleb edilebilmekteydi. Bu da yukarıda Romalı mizacı ile alakalı zikrettiğimiz hususları bir kere daha teyid etmektedir. Belki de bu yüzden, adını o an içinde bulunduğu haleti ruhiye ile yaşatma arzusunda olan bir kısım servet sahipleri, sonradan vazgeçip geri almamak için veya çocukları üzerinde hak taleb edemesin diye, doğrudan kamuya ait kılınacak eserlerin yapımına ağırlık vermişlerdi.

Baran Dergisi 437. Sayı