Vakıflar yazı dizimizin bu haftaki durağı Doğu Roma/Bizans İmparatorluğu… Bizans’ın bidayetine dair farklı görüşler varsa da, İmparator Konstantin’in Anadolu’nun ehemmiyetini kavrayarak Roma devletinin başkentini kadim Roma şehrinden alıp kendi ismi ile anılan “Konstantinopolis”e taşıması ve akabinde artık tek merkezden idaresini mümkün görmediği imparatorluğu oğulları arasında paylaştırması Bizans’ın başlangıcı kabul edilebilir. 
Adriyatik denizi baz alınarak idarî açıdan “Doğu ve Batı” olmak üzere ikiye bölünen Roma İmparatorluğu’nun “batı” bölümü bir daha asla o eski şaşaalı günlerine kavuşamadı. İç düzeni bozulan, zamanın ruhunu yakalayamayan Roma devlet aygıtının batı kısmı yıkılıp gitti. Batı Roma devletinin yıkılışı için tarihlendirmede “Cermen” kavimlerin MS. 476 yılında İtalya yarımadasını işgali esas alınmaktadır, ancak aslında Batı Roma devleti bu tarihten neredeyse yarım asır önce fiilen ortadan kalkmıştı. Roma devletinin çekirdeğini oluşturan Latinlerin millî asabiyelerinin imparatorluğun genişleme sürecinde yok oluşu, yerine yeni bir ahlâk koyamamaları, Hıristiyanlık ile kadim Roma devlet anlayışını telif edememeleri ve bu temel sebeblerin yanı sıra sayılabilecek daha onlarcası Batı Roma’nın sonunu getirdi. Tabii, burada asıl soru “Doğu Roma nasıl devam etti?” biçiminde kendini gösteriyor. Bu sorunun cevabı, mevzûmuz olan vakıf meselesiyle de yakından ilgili. ..
Doğu Roma devleti, yeni şartlara uyum sağlaması ve çok mühim bir coğrafyayı kontrolünde tutması neticesinde Batı’daki kardeşinin yaşadıklarını tecrübe etmedi. Yukarıda İmparator Konstantin’in Anadolu’nun ehemmiyetini kavradığını ifade etmiştik. Bu ehemmiyet, stratejik, ziraî ve nüfus olmak üzere üçayaklıydı. Belki bazıları için abartılı gelebilir ama şahsımın “Anadolu’yu elinde tutan, dünyayı da elinde tutar” şeklinde bir kanaati mevcuttur. Bilinen dünya tarihi boyunca Anadolu merkezli mücadeleleri görünce, insanda ister istemez böyle bir kanaat hâsıl olmaktadır. Doğu Roma, Anadolu’yu elinde tutup bir nüfus ve ziraat kaynağı olarak kullanabildiği sürece ayakta kaldı. Ne zaman ki Anadolu’yu yitirdi, bir devlet olarak dünya siyaset sahnesindeki tesirini de kaybetti. 1071 Malazgirt Savaşı’nın Bizans açısından asıl ehemmiyeti kanaatimizce buydu.
Doğu Roma/Bizans Devleti’ni kadim Roma’dan ayıran en büyük özellik, onun Hıristiyan oluşudur. Hıristiyan âleminde 9. Asra kadar “dini temsil” makamında bulunan ve Hıristiyanlığın “Ortodoks”, yani “doğru inanç” akidesine mensub bir devlet ve cemiyet şeklinde temayüz eden Doğu Roma, aynı zamanda ilahî menşeli bir itikadı mevcut pagan inanışlarla telif suçunun da sanığıdır. Hz. İsa (as)’ın getirdiği dini, içtimaî hayatın her sahasına emdirirken, maalesef bozmuş ve paganizmde muhtelif şekillerde mevcut “teslis” inancını resmen Hıristiyanlığa dâhil etmiştir. MS. 325 yılında “Doğu Roma Devleti’nin bânisi” kabul edebileceğimiz İmparator Konstantin’in o günün ileri gelen Hıristiyan din âlimlerini bir araya getirdiği ve tarihe “1. İznik Konsülü” diye geçen toplantının “karar cümlesi” şu şekildedir:
“Her şeye gücü yeten, görülen ve görülmeyen, bütün şeylerin Yaradanı olan bir tek Baba Allah’a inanıyoruz. Bir tek Rab İsa Mesih’e inanıyoruz: Allah’ın Oğlu, Baba’dan doğan biricik Oğul, yani Baba’nın özvarlığından oluşan Allah’tan Allah, Nurdan Nur, gerçek Allah’tan gelen gerçek Allah, yaratılmış değil, doğrulmuş, Baba’nın aynı öz varlığına sahip olan, Kendi aracılığıyla gökteki ve yerdeki her şey yapılmış, biz insanlar için ve kurtuluşumuz için gökten inmiş, insan bedeni almış ve insanlar arasında yaşamış, sıkıntı çekmiş ve üçüncü günde ölümden dirilmiş, göğe yükselmiş, dirilerle ölüleri yargılamaya gelecek olan O’dur. Ve Kutsal Ruh’a da inanıyoruz.” (Barker, O’nun İzinde Hıristiyanlık ve Laiklik Tarihi, sh. 46)
Bu konsülde alınan ve günümüze kadar Hıristiyanlığın tanrı ve dünya anlayışını şekillendiren kararlar, bu akideye aykırı İncillerin reddedilip yakıldığı ikinci bir İznik konsülü ile pekiştirilmiştir. İşte Doğu Roma medeniyeti bu konsüllerin neticesi bir dünya algısının üzerine bina edilmiştir. Halk hızlı bir şekilde yeni dini kabul ederken, din adamlarının tevhid akidesinden sapmaları avam seviyesindeki eklektik inanışların denetimsiz bir biçimde sürekli artışıyla neticelenmiştir. Doğu Roma devleti bu seyrin sonunda Latinlikten çıkıp yerel nüfusu oluşturan Yunanlıların tesiri altına girmiştir. MS 7. Asırdan itibaren Doğu Roma, halen devam ettirdiği bazı aslî Latin hususiyetleri dışında artık tamamen bir Yunan devleti görünümündedir. Aslında Romalı anlamına gelen “Rum” kelimesinin dilimizde Anadolu’da yaşayan Yunanlıya karşılık gelmesi bu sürecin bir neticesidir. Bu gözle baktığımızda Doğu Roma Devleti’nin Latin ve Yunan medeniyetleriyle Hıristiyanlığın mezcedilmiş bir tezahürü olduğunu ve Batı’daki kardeşini yıkan sarsıntılara yerelleşerek direndiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bizans, idaresi altında tuttuğu başta Yunanlılar olmak üzere muhtelif kavimlerden mürekkeb halk ile benzeşmiş ve bu sebebten o halkın desteğiyle ayakta kalabilmesini bilmiştir. “Doğulu-batılı tasnifi” içinde Doğu Roma medeniyetine bir yer bulmak gerekirse “doğulu batılı” diye bir kavram icad edebiliriz. Hâkim rengi doğu olan, ama batılı unsurları da taşıyan bir medeniyettir Bizans… 
Bu gelişme, bahsimiz olan vakıf benzeri kurumlarda da tesir göstermiştir. Bundan önceki dört sayımız boyunca incelediğimiz Roma’da vakıflar bahsinde sürekli üzerinde durduğumuz bir husus vardı: Roma Devleti’ni oluşturan cemiyetin dinî ve içtimaî anlayışı içinde muhtaçlara “karşılıksız yardım” diye bir hadiseye yer yoktu. Bu yönde yapılan faaliyetler tamamen yardımı yapan kişinin dünyevî maksadlarına hizmet gayesini gütmekteydi. Dünyaya dört köşe bir pencereden bakan bu anlayışı modern batılı adamın tevarüs ettiğini de sözlerimize eklemiştik. Bizans cemiyetinde ise durum biraz farklı bir mahiyet arz etmekteydi. İdaresindeki halk doğulu ve Hıristiyan’dı. Özünden ne kadar uzaklaştırılmış olursa olsun Hıristiyanlık insanlara vicdanî hasletler kazandıran yönünü muhafaza etmişti. Bizans idaresi ve halkı, kişilerin, bu dünya kadar öteki taraftaki halleri için de kaygı duydukları ve ihtiyaç sahibleri ile dinî müesseselere sadece Tanrı’nın rızasını gözeterek yardımda bulunma itiyadını gösterdikleri bir cemiyet görünümündeydi. 
Bizans imparatorlarının ve üst düzey yöneticilerinin önderlik ettiği hayır işleri, tüm ülke coğrafyasında yaygın bir şekilde tatbik imkânına kavuşmuş durumdaydı. Varlıklı ailelerin sahibi bulundukları arazilerin gelirlerini kilise ve imaretlere akar olarak vermeleri çok rastlanılan uygulamalardandı. İşin doğrusu, eğer Bizans’ı Batı Medeniyetinin bir unsuru sayacak olursak, vakfın bugünkü anlamında bir kurum olarak ortaya çıktığı ilk Batılı ülke Bizans’tır. İlk Hıristiyan imparator olmasının da etkisiyle hayır hasenat işlerine hususî bir önem veren Konstantin, bu tarz müesseselerin kanunî yaptırımlara sahib olmasının önünü açtı. Konstantin’in bu yönde gerçekleştirdiği düzenlemelerin eksikliklerini gideren ve vakıf benzeri kurumlara hükmî şahsiyet kazandıran bir kanunu ilk defa tertib ettiren kişi ise İmparator Jüstinyen’di. Roma İmparatorluğu’nda o güne kadar çıkarılmış bütün kanunları lağveden Institutiones Justiniani isimli bu kanun kitabında hayır işlerine özel bir bölüm tahsis edilmişti. 30 Aralık 533 yılında yürürlüğe giren ve Tribonian’ın başında bulunduğu bir hukuk heyeti tarafından hazırlanan bu kanun, 7 bölümden müteşekkildi ve hayır işlerini ilgilendiren bölümün adı “obligatio” idi. Konstantinopolis’in simgesi Aya Sofya’yı da yaptırmış olan Jüstinyen’i hükmî şahsiyeti haiz ve akarı olan kurumların tesisine sevk eden amil ne olabilirdi? 
Bu amil, kanaatimize göre, Jüstinyen gibi bir imparatoru da içine alan genel bir temayüldü. Bu, yeni yeni Hıristiyanlaşan bir cemiyette, bu dinin insanları karşılıksız iyilik etmeye ve dünyevî serveti küçümsemeye yöneltici etkisinin yol açtığı içtimaî bir dönüşümdü. Sadece imparator ve saray çevresi değil, belli bir servet edinen herkes ebedî kurtuluşa erişmek adına hayır işlerine girişmekteydi. Bizans döneminde Mısır ve Anadolu’da çok geniş arazilerin mabedlerin ve imaretlerin idamesi için tahsis edildiğini bilmekteyiz. (Bundan dolayı birçok Batılı oryantalist, başka medeniyetlerin tecrübelerinden faydalansa da kaynağı ve çalışma usulü açısından nevi şahsına münhasır olan İslâmî vakıf modelinin Bizans’tan alındığını iddia etme noktasına kadar gitmişlerdir. Hâlbuki iki model arasında hem şekil hem de muhteva olarak ciddi farklılıklar bulunmaktadır. Ancak şunu da söylemek lazım ki, Hıristiyan âleminde İslâmî vakıfları en çok andıran kurumlar Bizans’takilerdi.) 
 İşte “Doğu Roma İmparatorluğu’nu Bizans yapan ve ona temel karakteristiğini kazandıran Hıristiyanlıktı” derken kastettiğimiz durum tam da budur. Ne kadar eski pagan inanışlarla kirletilmiş olursa olsun, Hz. İsa (as)’ın üflediği nebevî nefesin bu cemiyette tesiri öylesine güçlü olmuştur ki, kadim pagan Roma’nın aksine, ülkenin her tarafı kilisenin başı çektiği yardım kuruluşlarıyla dolmuştur. İbadeti “insanlara iyilik etme”ye indiren kiliselerin kasası yapılan yardımlarla dolmuş, hatta bu durum kimi zaman devletin müdahalesini gerektirmiştir. Zaten kendiliğinden hükmî bir şahsiyet kazanmış olan kilise yardım kuruluşlarının bu (de facto) durumlarını resmileştirmek ve yapılan yardımların nerelere harcandığını denetlemek gerekmekteydi. Aynı zamanda kilise haricinde hayır işleri gerçekleştirenlere de hukukî bir muhafaza sağlamak lazımdı. Zannımızca Jüstinyen’in böyle bir kanun çıkarmasına bu sebebler yol açmıştır. Institutions, kendi zamanı açısından son derece ileri hükümleri haviydi. Vakıf benzeri kurumların tesisini kolaylaştırmakla kalmıyor, bunlara vergi istisnaları da tanıyordu. 
Gelecek hafta Jüstinyen kanunlarına göre bir vakfın özelliklerini ve buna dair örnekleri anlatarak mevzuumuza kaldığımız yerden devam edeceğiz.


Baran Dergisi 439. Sayı