Eski Yunan’da kurulan vakıflarda en göze çarpan hususiyet, belki de bugün bize ulaşan arkeolojik buluntular onlara dair olduğu için, daha çok yoksulları doyurma ve eğitimi finanse etme maksatlarını gütmeleridir. Üst sınıfların finanse edilmiş bir eğitime ihtiyacı olmayacağından, burada hedeflenen ya daha düşük gelir gruplarının çocuklarını okutmayı teşvik etmek ya da cemiyetin genel kabulü dışında muhtevaya sahip, felsefî muhtevalı bir eğitim vermektir. Bu tarz bir eğitime, çocuklarının bu tür fikirlerden etkilenmesini istemeyen bir kısım ebeveynin rıza göstermeyeceği ve dolayısıyla destek olmayacağı göz önüne alınırsa, ikinci şık akla daha yatkın gelmektedir. Her ne kadar Atinalılar, bu günden bakıldığında fikrî hürriyet şampiyonları olarak görülseler de, içinde yaşadıkları zamanlar için hiç de öyle söylenemez. Fikirlerinden dolayı Sokrates’i idam eden aynı Atinalılardı çünkü.
Diğer tüm insan toplulukları gibi, Yunanlıların hayatında da dinin ehemmiyeti büyüktü. Yunanlıların, bugünkü Batı toplumlarına benzer seküler bir din anlayışları vardı. Yunan panteonu, müteal olan ile dünyevî olanın karışımı bir mahiyet arz etmekteydi. İnsanoğlunun bir üst varlığa inanma ihtiyacı gereği tanrılar vardı, ancak bu tanrılar herhangi ahlâkî bir vâzda bulunmuyorlardı. Yunan panteonu, Yunan milletinin dünya algısını yansıtan bir “tanrı” ailesi idi. Yine de Eski Yunan cemiyetine hâkim olduğu belli olan bu manzaraya rağmen, ahlâkî davranmayı önceleyen, “vahdaniyetçi” bir dünya görüşü ve onun neticesi bir ahlâkîliği savunanlar da bulunmaktaydı. Eflatun’un “Diyalogları”ndan anladığımız kadarıyla Sokrates bunlardan birisiydi. Yunan cemiyetinde “yaşamaya değer hayat-ahlâk” sorgulaması, onun idamıyla sonuçlanan bir hadiseler zincirini tetiklemişti. Kanaatimizce Eski Yunan’da bizim anladığımız mânâda tesis edilmiş vakıflar, Sokrates’te tebellür eden bu damarın ürünüydüler. Zira bir vakfın en önemli hususiyetlerinden birisi, ahlâkî bir cihet belirtmesidir. Dünyevîliğin hâkim olduğu bir cemiyette, sırf içtimaî denge adına cemiyetin diğer kademelerine servet tevzii yapan bazı kurumlar olabilse de, bunlar maddî gayeler güttüklerinden tam olarak vakıf tarifi altına girmezler. Mesela geçen sayımızda, halkı eğlendirip onları sisteme eklemlemeyi gaye edinen teşebbüsler (amfiteatrlar, festivaller, yılın belli dönemlerinde yapılan halk eğlenceleri, vs.) bu anlamda hayır işleri sayılamazlar.
Diğer taraftan, Eski Yunan’da kurulmuş olan vakıflar ile alakalı günümüzde münakaşalar da mevcuttur. Bu münakaşalar, Eski Yunan’da vakıf kurumunun var olup olmadığı noktasına kadar gitmektedir. Konu hakkında yazılanları bir araya getirdiğimizde, aslında Eski Yunan cemiyeti ile ilgili birbirine zıt görünen görüşlerin her birinin bir hakikat payı taşıdığı anlaşılmaktadır. Kafa karışıklığının asıl sebebi, Eski Yunan’da her biri diğerinden farklı idarî sistemlere sahib şehir devletlerinin bulunmasıydı. Yani bir şehir devletinde vakıf veya benzeri hiçbir kuruma müsaade edilmezken, diğer birinde böylesi faaliyetlerde bulunmak mümkündü. Mesela Isparta şehir devleti, vakıf benzeri kurumlara müsaade etmeyen bir yönetim biçimini haizdi. Bu yüzden o devrin Yunanistan’ı için umumî bir hüküm vermek, en azından eldeki kaynaklara nazaran, imkân dâhilinde değildir.
Vakıf mevzûu üzerinde ciddi bir esere sahib bulunan Prof. Dr. Ahmed Akgündüz, vakıfların tarihteki pozisyonlarını incelediği bölümde Eski Yunan’daki vakıflarla alakalı olarak şunları söylüyor:
“Eski Yunan hukukunda site denilen korporasyonlar lehine yapılan bağış ve vasiyetler bir vakıf görünümündedir. Bağış ve vasiyetler tahsis amacına göre kullanılmaktadır. Vakıf hükmî şahsiyetinin fonksiyonu ayrı bir hukukî tasarrufla değil, böylece dolambaçlı yoldan ifade edilmektedir. Bu tarz muameleler ‘donatio sub modo’ dendiğini görüyoruz.” (A. Akgündüz, Vakıf Müessesi, sh. 59)
Akgündüz’ün bu hususta müracaat ettiği, bizim de incelememiz esnasında faydalandığımız kaynaklardan biri olan Bülent Köprülü’nün “Tarih’te Vakıflar” isimli makalesinde Eski Yunan vakıfları ile alakalı kısmı aktararak devam edelim:
“Muhtelif Yunan feylesofları tarafından incelenmiş bulunan cemiyet denilen sosyal vakıa, devamlı bir varlık şeklinde mülahaza olunmuş ve hayır işlemek insiyakının fertlerde uyanması bilhassa site denilen korporasyonun lehine hibe veyahut vasiyet şeklinde yapılan iptidaî şekilde vakıfların mevcudiyetlerinin tezahürüne amil olmuştur. Mesela dindar bir kadın dinî bir merasim için Oegosthenes sitesine bahçesini tesis etmek üzere bir hibede bulunmuştur. Keza (aynı kadın) Nicias Apollon şerefine yapılacak bir sakrifisin tesidi için de 10 drahmi kıymetinde bir tarla vermiştir.
Kadim Yunan’da ilk devirlerde vakıf, malın tahsis olunduğu gayeye göre istimal olunmaktaydı. Miladdan 285 sene önce ölen Theophatenes, bir felsefe mektebi meydana getirmek üzere on arkadaşına gelirlerini kullanmaları için bahçelerini vasiyet edip, şart olarak da onların yalnız bu gayeye tahsisini ileri sürmüştür. Görülüyor ki, bu tarzda bir vakıf yalnız bir neslin mukadderatına tâbi olmaktadır ve mirasla halefleri ancak bu gayeye sadık bulunduğu takdirde mevcudiyetini daha bir müddet devam ettirebilmektedir. Vakfın akibeti, bu örnekte, bir nesilden sonra şüpheli bir mahiyet arz etmektedir. Muahheren bir kimse hibe veya vasiyet yoluyla mallarını gayesinin tahakkuku için bir kollektiviteye tahsis eylemekte idi.” (Bülent Köprülü, Tarihte Vakıflar, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 1951, Cilt 8, Sayı 3-4, ss. 479-518.)
Diğer taraftan, Eski Yunan’daki diğer sivil toplum kuruluşlarının yanı sıra vakıflar konusunda da araştırmalar yapmış olan Avrupa ve Amerikalı yazarlar nazarında, bu kurumlar bizde zannedildiğinin aksine daha yaygındı. Mesela Joseph Kiger, Eflatun’un kurduğu “Akademi”nin 900 sene boyunca varlığını sürdürmüş bir vakıf olduğunu ifade etmektedir. Bu okul İmparator Justinyen devrine kadar vakfın akarlarından elde ettiği gelirlerle yaşamıştı. (Joseph C. Kiger, Historiographic Review of Foundation Literature: Motivations and Perceptions)
Deborah Taggart’a göreyse, Eski Yunanlılar, çalışan fakirlere zor duruma düştüklerinde yardım etmek maksadıyla yardım sandığı benzeri bir sistem kurmuşlardı. Çünkü bu sınıf cemiyetin iktisadî hayatiyeti açısından elzemdi. Ancak aynı yazar, o devirdeki Yunan cemiyetinin üst gruplarının yoksul kesimden nefret ettiğini ve yoksul kesimin cemiyet içerisinde hiçbir statüsünün bulunmadığını da eklemektedir. (Deborah Taggart, Charity, sh. 2)
Diğer bir Amerikalı araştırmacı-sosyolog, Walter Powell, vakıfların Yunan felsefesinin gelişip yayılmasını temin eden felsefe okullarına katkısını şöyle aktarmaktadır:
“Vakıfların başarabileceklerine dair en eski zamanların ileri görüşlülüklerinden birisi, bize bu konuda daha derin bir anlayış kazandırıyor. İlmî çalışmaları desteklemek için kurulan vakıflar Eski Yunan’a kadar gitmektedir. Bunların arasında Eflatun’un meşhur “Akademi”sini idame maksadıyla arazisini vakfetmesini gösterebiliriz. Epikür de, altı asır boyunca varlığını sürdürecek bir okul için benzeri bir tahsis yapmıştı. Aristo’nun “Lyceum”u, Theopheantus’un vasiyetinde belirtilen bir tahsis vasıtasıyla finanse edilmişti. İskenderiye’nin meşhur kütüphanesi, Ptolemi hanedanının kurduğu vakıflar marifetiyle yaşatılmıştı. (Walter Powell, The Nonprofit Sector, sh. 367)
Eski Yunan vakıfları konusunu araştıran Yunanlı akademisyen Sophia Aneziri’nin çalışmaları, bizim birçok eski medeniyette vakıfların benzer hususiyetlere sahib olduğu iddiamızı destekler mahiyettedir. Ona göre Antik Yunan’daki tahsis ve bağışların (sub modo) aslî ciheti, onların ilan edilmiş maksadı, anapara ve/veya arazi gelirlerinin sağlıklı bir biçimde işletilmesi ve gelirlerin uygun yerlere harcanması arasında daimî bir münasebetin bulunmasında yatmaktadır. Vakfın asıl kuruluş maksadının dışına çıkarılmasını önleyip vâkıfın iradesi doğrultusunda harcamalar yapmasını temin için vakıf senedlerine cezaî yaptırımlar konmakla yetinilmemiş, ayrıca site devletinin kanunları da bu koruma işlevini üstlenmişti. (Sophia Aneziri, Yunan Vakıfları Sunumu, 2014, Atina) Eski Yunan’da vakıflar, tıpkı diğer örneklerde olduğu gibi, bir “vakfiye” ile kurulmaktaydı. Kişinin yaptığı bağışlar, ya yeni bir vakfı tesis etmeye matuftu ya da mevcut vakıflardan birinin anaparasına eklenmekteydi. Ama ne olursa olsun, her iki durumda da mülklerden gelen akarlar ya da doğrudan nakdî bağışlar, vâkıfın ya da bağışçının isteği doğrultusunda harcanmak zorundaydı. Kişi, mallarını, vakfa ilelebet olması kaydıyla tahsis edebileceği gibi, kendisinin ölümünün ardından kullanım kararını mirasçılarına bırakabilmekteydi. Vakfedilmiş mallarda, mirasçıların hakları saklı kalmaktaydı.
Adnan Ertem, vakıfları tetkik ettiği makalesinde, Eski Yunanlılarda vakfın çok gelişmediğini, çünkü şehir devletlerinin sıkı bir krallık idaresine sahib bulunduğunu, ayrıca bu devirdeki Yunan cemiyetinin sosyal dokusunun vakıf teşkiline müsait olmadığını ileri sürmektedir. Kendisinin bu iddiasını destekleyen örneklerin olduğunu, yazımızın önceki bölümlerinde ifade etmiştik; Isparta şehir devleti, despotik idaresiyle herhangi bir hayır kurumunun oluşturulmasına izin vermemekteydi. Ancak, aynı şeyi Atina için söyleyemiyoruz. Ertem, makalesinde, Yunan vakıfları ile alakalı devamla şunları söylemektedir:
“Bununla birlikte, Eski Yunan’da vakfa benzer bazı kurumlardan bahsedilmektedir. Bir kimse, bir malını diğer birine tayin edeceği gayeyi değiştirmemek kaydıyla hibe veya vasiyet etmekteydi. Böylece tahsis edilen mal, gayesine uygun olarak kullanılmaktaydı. Bununla birlikte malın kullanımı şüpheli kalmaktadır. Çünkü bir şahsın kullanımına bırakılan malın istismarı kolaydır. Ayrıca bu tür mallar mirasçılara bırakılabilmekteydi. Bu tür sakıncaları ortadan kaldırmak için bir malı bağışlayan şahıs tarafından alan şahıs, bir bakıma mal karşılığı borçlandırılarak bir mükellefiyet altına sokulmaktaydı. Eski Yunan’da vakıf anlayışı, düşkünlere yardım kuruluşu gibi çalışmaktaydı. Başlangıçta bir malın bir gayeye tahsisi şeklinde uygulanan vakıf benzeri kurum, sonraları gayenin tahakkuku için bir kollektiviteye tahsis edilmekteydi.” (Adnan Ertem, Vakıf, Yüksek Lisans Tezi)
Adnan Ertem’in mealen “emanet edilen mallar mütevellinin zilliyetine geçtiğinden dolayı suiistimale açıktı” tesbiti yerindedir. Hele ki, sosyal statünün faziletle değil de kişinin elinin altında tuttuğu servetle ölçüldüğü cemiyetlerde, ne kadar yaptırım koyarsanız koyun, bu suiistimallerin önüne geçmek mümkün olamamaktadır. Ahlâkın hürriyet ile var olduğunu, hürriyetin de hakikate “gönüllü esaret” manasına geldiğini bünyeleştirmeyince, bunun rejimini kurmayınca, aslında en doğru yöntemler bile yanlışa hizmet edebilmekteler. Vakıf, aslı itibariyle güvene dayanan, insanların kendilerine tevdi edilen bir mal veya parayı, vazifelerini bilhakkın yerine getirerek arzu edilen istikamette harcayacaklarına itimadı esas alan bir sistemdir. Bunun aksinin düşünüldüğü, buna yönelik onlarca tedbirin alındığı yerde zaten gerçek anlamda vakıftan veya herhangi bir müesseseden bahsetmek aslında pek de mümkün değildir. İşin doğrusu, içinde Allah korkusu veya onun yerine ikame edilmiş, yanlış da olsa fonksiyon icra eden benzeri duygular (kendine saygı, ayıplanma korkusu vs.) mevcut bulunmazsa, vakıf gibi kurumlar teşekkül edemez; bırakın vakfı bir tarafa, haddı zatında cemiyet dahi oluşamaz, var olan cemiyet de dağılır. Maalesef günümüz Türk cemiyetinin yapısı, itimada dayanan bu kurumların yaşaması için elverişli bir görünüm vermemektedir. Bizde artık hüsnüistimal değil suiistimal esas olmuş vaziyette…
Eski Yunan vakıfları ile alakalı diğer bir ilginç görüş de Amerikalı yazar Sarah Bond tarafından ileri sürülmektedir. Ona göre, Yunanlı zenginler vakıf benzeri kurumlar tesis etme ve bağış yapma işlerinde bir yarış halindeydiler, çünkü böyle yapmazlarsa, avam tarafından şehir dışına sürülme veya canından olma tehlikesiyle her daim yüz yüzeydiler. Bu bağışları kendilerini korumak için yapıyorlardı. Halk arasında, zenginlerin servetinde kendi hisselerinin olduğuna dair bir kanaat mevcuttu. (Sarah Bond, Philanthropy in ancient times: Some Early Examples from the Mediterranean, Free Science Encyclopedia)
Bond yerinde bir tesbit yapmış gözüküyor. Eski Yunan cemiyetinin seküler/dünyevî bir hayat tarzı yaşamasından mütevellit, aslı insanın vicdanı kaynaklı olması gereken hayır işleri, moda tabirle “araçsallaştırılmakta” ve zengin sınıfın kendi menfaatlerini temin maksadıyla kullandıkları bir yol haline gelebilmekteydi. Bugün dünyada ve Türkiye’de vakıfların hali bundan daha ileri değil. Vakıf kurumu, modern dünyada, kimseyi insan yerine koymayan seküler Batılı kibrinin, “ilk önce muhtaç et, ardından yardım etme maskesiyle daha fazla sömür” düsturunun vasıtalarından birisi haline gelmiştir; yeri geldiğinde bu mevzûu enine boyuna işleyeceğiz.
Gelecek hafta “Roma’da vakıf” başlığıyla yazı dizimize devam edeceğiz.

Baran Dergisi 434. Sayı