Geçen sayımızda Budizm’in Japonlar arsında yayılmasıyla bildiğimiz mânâda vakıf örneklerinin bu ülkede görünmeye başladığını söylemiştik. Budizm, hem doğduğu Hindistan’da hem de gelişip serpildiği Çin, Tibet, Orta Asya gibi bölgelerde zaten birçok teşekkül ve ritüel oluşturmuştu. Önceden de bahsettiğimiz gibi Budizm, girdiği ülkelerin mevcut inanışlarıyla “eklektik” bir münasebete girmiş, belli başlı merkezî hususiyetler haricinde birçok noktada onlarla benzeşme yolunu seçmiştir. MS. 8. Asra kadar Budizm’in oldukça ciddi bir milletler arası yaygınlık kazanmasında ve çok çeşitli coğrafyalarda tutunabilme başarısı göstermesinde bu yönünün kilit bir önem taşıdığı kanaatindeyiz. Japonlar, bilhassa da saray çevresi Budizm ile ilk defa MS 5. Asırda tanıştılar. Bu tanışmayı sağlayan, uzun bir kopukluktan sonra 2. ve 3. Asırlarla birlikte yoğun bir ilişkiye girdikleri Kore yarımadasındaki devletler oldu. Bu dönemde Japonlarla Kore’deki bir kısım hanedanlıklar arasında bir süreliğine de olsa siyasî birliktelik tesis edilmişti. Zaten Japonların eski inançlarıyla Korelilerinkiler arasında paralellikler bulunduğunu, her iki kavmin birbirleriyle akraba olduklarını belirtmiştik. Korelilerin hazmederek nisbeten kendilerine benzettikleri Budizm, bir kısım Kore hükümdarlarının kefaleti altında Japon saray çevresine takdim edildi. Halk arasında yayılmadan evvel Japon aristokrasisinin rağbetine mazhar olan bu yeni dinin kısa zamanda Japonların aslî dinleriyle kaynaştığını görmekteyiz. Japonların hâlihazırdaki kutsal mekânları Budist rahipler tarafından da kutsal kabul edilmiş, buralara Budist mabetler inşa edilmiştir. Budistlerin diğer ülkelerde yaptıklarına benzer şekilde, mabetlerin yanına hem rahiplerin hem de fakirlerin doyurulması için aşevi kurma, yolcular için barınaklar inşa etme gibi faaliyetlere Japonya’da da giriştiklerini görmekteyiz.
Japonya’da Budizm’in yayılmasında en etkili figürlerin başında Prens Şotoku (572-622) gelmektedir. Uzun süredir ilişkilerin kopuk olduğu Çin ile diplomatik ve kültürel münasebet kanallarını yeniden kuran Şotoku, bilhassa Budizm’in halk arasında tutunması için gayret göstermiştir. Daha öncesinde basit ve sade bir yaşantısı olan Japon halkı debdebeli Budist merasimlerden ve karmaşık Budist ritüellerden etkilenmiş olacaklar ki, yeni dini benimsemeye başladılar. Japonya’da bilinen ilk hayır kurumu, bu prensin Naniva’da tesis ettiği “Şika-no İn” mabedi ve külliyesidir. (Yamada, A History of NPO in Japan, sh. 15) Burada dört ayrı türde yardım ve sağlık hizmeti görülmekteydi. Ayrıca “Hidenin” ismi verilen ve fakir ve muhtaçlara yemek pişiren bir aşevi bulunmaktaydı. Çoğu yorumcuya göre bu “Hidenin”, Japonya’da bugün hem yaşlılara hem de gençlere aynı anda hizmet veren modern yardım kuruluşlarının öncüsüydü. Burada 16 yaşından küçük yetimlerle 60 yaşından büyük ve çocuğu olmayan ihtiyarlara bakılırdı.
Yine bir Japon araştırmacı, Tadaşi Yamamoto, Budizm’in Japon halkı üzerindeki tesirinden bahsetmektedir. Çin’de yaptıklarına benzerlik göstermesi açısından bize oldukça aşina geliyor:
“8. Asırla birlikte (yani, Nara devri), Budizm’in asıl gayesi barışçıl bir cemiyetin tesisini teşvik olsa da, Budist rahiplerin hayır işleri vasıtasıyla halkı dinlerine döndürme yönünde büyük bir gayret içinde olduğunu görmekteyiz. Bunların en önemlisi Gyoki idi. Köprü ve sulama tesislerinin inşâı gibi kamu yararı gözeten işleri teşvik etmesinin yanı sıra, büyük bir hevesle fakirlere ve hasta yolculara bakan darülacezelerin yapılması gibi hayır faaliyetlerinde de bulunmaktaydı. Bu tarz darülacezelerin ve aşevlerinin yapım masraflarıyla giderlerinin finansmanı, aristokratların bağışladığı arazilerin gelirlerinden elde edilen paralarla sağlanmaktaydı. (Tadaşi Yamamoto, The Nonprofit Sector in Japan, sh 20)
Budist rahipler aynı zamanda cüzzamlı hastaların bakımlarıyla ilgileniyorlar, bunların bakım masraflarını da benzeri kaynaklardan sağladıkları gelirlerle karşılıyorlardı. (Elise Devido, Leprosy and the Buddhist Tradition)
Budizm döneminde her bölgenin ileri gelenlerinin önderlik etmesiyle “kanjin” ismi verilen vakıf benzeri müesseseler oluşturulmuştu. Bunlardan ilkinin 8. Asırda kurulduğuna dair vesikalar mevcuttur.  Daha sonraları peyderpey geliştirilen ve çok daha geniş mevzu ve sahalara teşmil olunan bu kurum, bir nevi yardım sandığı işlevi görmekteydi. Ancak bu herkesin gücü nisbetinde iştirak ettiği geleneksel bir yardım sandığı gibi değildi; daha ziyade, maddî imkânı olanların katıldığı ve başlangıçta belli bir projeye matuf vakıf görünümündeydi. İlk önce hedef ilan edilmekte, bunun için belli mümessiller seçilmekte, arkasından da aynî ve nakdî yardım toplanması işine girişilmekteydi. Bu kurumların hedefinde umumiyetle bir mabedin, bir aşevinin veya benzeri bir hayır faaliyeti yürütülecek bir yapının inşâı bulunmaktaydı. Sonradan bu kurumlar bilhassa zengin tüccarların desteğiyle kamu hizmetlerine de destek olmaya başladılar. 1603 yılında başlayan “Edo dönemi”nde böylesi birçok kurumun tesis olunduğunu görmekteyiz.
Japon araştırmacı Katsumata, “Kanjin” isimli bu vakıf benzeri tesislerin belli bir gelire sahib olma sürecine dair şunları söylemektedir:
“Bir tüccar ‘Akita Kanzan’ isimli bir vakıf kurdu. Bu vakfı, nerede olursa olsun tüm ihtiyaç sahiplerine yardım için kurmuştu ve kaynağını da, Akita bölgesinin zenginlerinden ısrarlı taleplerde bulunmasının neticesinde elde etmişti.” (Katsumata, Japanese Philantropy, sh. 313)
Lehmann’a göre bu vakıflar için para toplayanlara “hijrin” denirdi. Bunlar büyük gruplar halinde organize olurlardı. Ellerinde büyük Budist mabetlerce verilmiş ve yaptıkları işin mahiyetini gösterir tabelalar bulunurdu. Böylece hem daha verimli bir şekilde yardım toplarlar hem de yerel bürokratların desteğini sağlarlardı. (Lehmann, Buddhist Commons, sh. 140)
Budizm’in ezoterik bir yorumu olan “Vakrayana”yı (Çin’de Tangmi) Japonya’ya “Şingon” ismi ile sokan büyük Budist rahip Kobo Daişi’nin Japon hayır kurumlarının gelişiminde çok büyük bir tesiri olmuştur. Bu rahibe dair anlatılan hikâyeler, Japon cemiyetinde “karma” anlayışının derinlemesine yerleşmesine yol açmış, insanları ihtiyacı olanlara yardım etme istikametinde teşvik etmiştir. Geçen sayımızda Japonların kadim kozmolojilerinden ve din anlayışlarından bahsetmiştik. Budizm, Japonya’da üst kademeler tarafından korunup kollansa da hak arasında çok popüler olamamaktaydı. Bunun en büyük sebebi de Japon halkının eski şaman itikadının halen canlı bir şekilde varlığını sürdürmesiydi. Kobo Daişi’nin gerçekleştirdiği en önemli “devrim”, Budizm ile Japon halkını, eski Japon inanışı merkezinde bir araya getirmek oldu. Budizm ancak ondan sonra, tabii birçok ritüelini dönüştürmüş şekilde, Japonlar üzerinde gerçek tesirini göstermeye başladı. Avamın kalbini ele geçirmek için girişilen hayır işlerinin, Daişi’den sonra farklı bir anlam kazandığını, bu hayır işlerine halkın etkin bir biçimde katıldığını tarihî vesikalardan anlamaktayız. Belki de bu yüzden birçok eserde Daişi, Japon Budizmi’nin gerçek banisi kabul edilmektedir.
Daişi ne öğretiyordu? Diğer Budistlerden farklı bir şey değildi öğrettikleri. Özetle söylemek gerekirse, Budizm’in karma anlayışını, yani insanların iyi ve kötü faaliyetlerinin bu dünyada bir karşılığı olduğunu anlatıyordu. Ancak bunu bizdeki “Hızır” hikâyelerini çağrıştıran bir tarzda yapmıştı. İlk önce bir dağa inzivaya çekilmiş, kendisi hakkında onlarca hikâye anlatılmasına sebeb olmuştu. Kimliğini açık etmeden kapı kapı dolaşıp yardım ister, yardım edenleri “mükâfatlandırır” iken, yardımı reddedenleri “cezalandırırdı”. Daişi’ye dair Japonya’da halen anlatılan onlarca hadise vardır. “Her geleni Hızır bil” sözü, Anadolu’da yaygın bir anlayışı yansıtır. Kobo Daişi inancı, bunun Japon versiyonu gibi durmaktadır. Tabii bizdeki hakikat olan; ancak Japonlarda da böyle bir inancın bulunması, insanî hakikatin “birliğinden” kaynaklanmaktadır kanaatimizce.
Asıl ismi Kukai olan Daişi’nin bağlı olduğu Budist ekol, “Tantracı Budizm” adı verilen ve kendisini Gotama Buda’ya değil de Darmakaya/Varakana Buda’ya nisbet eden bir akımdır. Faaliyetlerini son derece gizemli bir şekilde yürüten ve bilhassa Japonya’da dağ keşişleri marifetiyle yayılan bu ekol, çok karmaşık bir ritüel düzenini haizdir. Ancak özü, her canlının içinde “aydınlanma” potansiyelinin son derece kuvvetli bir biçimde mevcut olduğu ve bunun doğru bir kılavuz ve uygun usullerle hem de hızlı bir şekilde açığa çıkarılabileceğidir.
Bunlara göre aydınlanma, diğer Budist ekollerin aksine, kişinin bir çevrimi esnasında başarabileceği bir hedeftir. Varakana Buda, bir tanrı değildir; ancak “boşluk”un kendisidir. Boşluk ile “suret” arasında birbirine bağımlılık durumu olduğundan, Varakana Buda aynı zamanda kâinatın kendisidir de.
Halk arasında bu keşişlerin, iklimleri değiştirebileceği, kocaman orduları yok edebileceği, hasadı artırıp azaltabileceğine dair bir itikad bulunmaktaydı. Kısacası, bu ekolün halk arasında büyük bir itibar kazanıp da, keşişlerin sözlerinin avam için emir telakki edilmeye başlanmasıyla, Japonya’da bugünkünü andırır vakıf tesislerinin büyük bir hızla çoğaldığını görmekteyiz. Bu arada bütün bu halk arasına yayılan inanışların Japon Ezoterik Budizmi’nin bir “piar” (çevreyi etkileme) çalışması olduğu herhalde anlaşılmıştır. Ancak devrinde büyük bir tesir hâsıl etmiş ve “Japon Kutsal Seyahatleri” diyebileceğimiz bir geleneğin başlamasına yol açmıştır.
Japonların “kami” inancını taşıdıklarını, bu inançta dağların mümtaz bir yeri bulunduğunu belirtmiştik. Eski Japon inancındaki bu dağ kültü ile kendi itikadlarını usta bir manevrayla telif eden Şingon Budistler, onlarca dağı “kutsal ziyaret merkezi” haline getirdiler. Buralarda inzivaya çekilen keşişlere dair efsaneler üretildi. Ayrıca bu dağların Japon kozmolojisindeki “kamiler”le irtibatına istinaden mabedler yaptırılmıştı. Bunlara yenileri eklendi. Yukarıda bahsettiğimiz “kanjin” sistemi ile saray çevresinden ve Japonların ileri gelenlerinden yardımlar toplandı. Nihayet, Japonlar, kutsal seyahat turizminde Çinli ve Hintli Budistlerin önüne geçtiler. Sıradan insanlar için aslî tapınma haline getirilen bu faaliyet, 14. ve 15. asırlarda yüzbinlerce Japon’un iştirak ettiği büyük bir organizasyon oluverdi. Kutsal mekân yolcularına yardım ederek karma tarafından ödüllendirilmeyi uman insanlar, birikimlerinin bir kısmını onların ihtiyaçlarını gidermeye ayırdılar. Bunun için örgütlendiler ve binalar yaptılar. 9. Asırdan sonra bu seyahatler, Japonların hayır kurumları arasında kendilerine merkezî bir rol edinmişlerdi.