Avrupa’da Haçlı Seferleri sonrasında daha önceden Kilise’nin tekelinde olan iki sahada vakfedilmiş mülklerle akarı sağlanan tesislerin ortaya çıktığını müşahede etmekteyiz. Bunlar eğitim ve sağlık sahalarıdır. Ancak geçen sayılarımızda ifade ettiğimiz bazı malumatı, bu gelişmenin daha iyi anlaşabilmesi için açmakta fayda var:
Avrupa’da 11. Asra geldiğimizde bütün bir kıta toprakları soylu sınıfının arasında bölüştürülmüş vaziyetteydi. O dönemlerde zenginliğin tüm kaynağı toprak mülkiyetinde yatmaktaydı. Serveti toprak mülkiyetine dayanmayan bazı şehir devletlerinde ise derebeylik değil de bir tür oligarşi tesis olunmuştu. Meşruiyetin en yüksek kaynağı olduğu için Kilise’nin bu türden devletçikler üzerinde de tesiri vardı, ancak bunlarla olan münasebeti, büyük arazi sahibleri ile olandan farklıydı; daha çok lojistik açıdan ticarî faydalar temini biçimindeydi. O zamanın şartlarında, üretim sıkıntılarından mütevellit arz ve para darlığından dolayı talep dar olduğundan bu ilişkiler de aslında mahduttu. Hülasa Kilise, genel temayül olarak, tıpkı diğer feodaller gibi yüzlerce yıl boyunca toprak sahibi olmaya çalışmış ve bunu da ciddi anlamda başarmıştı.
Kilise, Avrupa’nın diğer egemen güçlerine karşı maddeten girdiği bu arazi edinme mücadelesinde, asıl desteği manevî cihetten almaktaydı: Tüm Avrupa halklarını Katolikleştirip müntesibi kılarak kendisinin manevî “tebası” yapmak, Kilise’nin temel hedefiydi. Bulgarların Hıristiyanlaştırılması esnasında İstanbul’daki Ortodoks Kilisesi ile girdikleri mücadele bu duruma güzel bir örnektir. Daha sonra aynısı Rusya için de yaşanacaktır. Tüm nüfusu Katolik yapıp Roma Papalığına bağlamak, Kilise devletinin doğrudan idaresi altında arazi çok fazla olmadığından, kıtanın geri kalan bölümlerindeki mülklerini koruma yöntemiydi aslında. Halkları manen kendine bağlamanın yanı sıra, onları yardımlarla celbedip bağımlı kılma stratejisi, geçen sayımızda bahsettiğimiz Kilise’nin kurduğu vakıf benzeri tesislerin oluşumuna yol vermişti.
Avrupa’da bu güne kadar gelen yeni bir dönemin açılışının müsebbibi Haçlı Seferleri’ne Kilise’nin Avrupa’daki mülk sahibleriyle girdiği güç mücadelesi penceresinden baktığımızda karşımıza farklı bir manzara çıkıyor. Kilise, halkı manen ve maddeten kendi yanına çekme stratejisi izlese de, en nihayetinde o da bir mülk sahibiydi; hem de en büyük feodallerden biriydi. Manevî bir otorite olması gerekirken dünyevî bir iddia peşinde olan, ancak kendisine göre yaşanacak “ilahî menşeili ahlâkî kurallar sistemi”nden de mahrum bulunan Kilise, hem topraklarını büyütüp doğrudan kendi idaresinde olan büyük bir imparatorluk haline getirmek hem de kazandıklarının bir kısmını dahi olsa kendilerini sürekli yanında tutmak adına fakir alt sınıflar için harcamamak maksadıyla bir ordu teşkili peşindeydi. Bunun için en iyi fırsat da Haçlı Seferleri fikri münasebetiyle ortaya çıktı. Gerçi o dönemin nisbeten büyük devletlerinin ileri gelenleri, muhtemelen Kilise’nin bu hayalinin farkında olduklarından, Papaların Haçlı Seferi çağrılarına çok iltifat etmediler. İlk Haçlı Seferine bu yüzden orta ve küçük çapta derebeylerinin katıldığını görmekteyiz. Ancak Kilise, bu sefer sonunda, Kudüs ele geçirilmiş olmasına rağmen yine istediğini elde edememiş ve Kudüs Krallığı doğrudan onun idaresi altına girmemişti.
Bütün bu hadiseler boyunca müşahede ettiğimiz, ezilen alt tabakaların kendilerini gerçekten koruyup kollayacak bir merciden mahrum bulunmalarıydı. Avrupa’nın sonraki devirlerde ferdî hürriyet ile din arasında bir zıtlık görmesi ve kimi zaman müthiş bir Kilise ve din muhalifi bir pozisyona gelmesinin sebebi işte bu asırlarda yaşadıklarıdır.
Haçlı Seferleri ile Kilise, her ne kadar, kendi hâkimiyetini Avrupa’da pekiştirip Asya’ya da yaymak emelini gütmekteydiyse de, ortaya çıkan netice bunun tam tersi olmuş ve Kilise’nin Avrupa’daki otoritesi sorgulanır hale gelmiştir. Kilise, hem maddî, yani kanunî, hem de manevî baskı metodlarını uygulayarak insanları kendisine muhtelif biçimlerde bağış yapmaya zorlamaktaydı. Ancak 12. Asrın ortalarından itibaren Kilise, topladığı yardımların bir kısmı ile sağladığı eğitim ve sağlık hizmetlerindeki tekeli kaybetmeye başladı. Daha öncesinde bir kısım krallıkların, Kilise’nin stratejisinin farkında olduklarını gösterircesine, bilhassa devlet idaresinde laik kişileri istihdam etmek için okullar kurduklarını görmekteyiz. Ancak bunlar yine çok dar kapsamlı idiler ve tek dertleri karınlarını doyurmak olan alt tabakalara yönelik değillerdi. Geçen sayımızda da ifade ettiğimiz gibi, Avrupa’da öyle bir dönem yaşanmıştı ki, ruhban sınıfı hariç neredeyse okuyup yazabilen insan kalmamıştı. Devlet işlerinde, bu yüzden, papalığa bağlı din adamları görevlendirilmekteydi. Bu devletler, bu çemberi kırmak ve devlet idaresinde Kilise’nin boyunlarına geçirdiği ipten kurtulmak maksadıyla bu teşebbüslere girmişlerdi.
12. asırdan sonra vaziyetin değişmeye başladığını görüyoruz. Bugün halen varlığını sürdüren birçok üniversitenin temeli o dönemde atılmıştı. Ayrıca, yeni yeni oluşmaya başlayan ve zenginliklerinin kaynağı zanaat ve ticaret olan “burjuva” sınıfının çocuklarının asgarî seviyede dahi olsa eğitim alabilecekleri okulların kurulduğunu da görmekteyiz. Bu okullar, ya burjuvazinin belli bütçeler oluşturup vakıf benzeri bazı kurumlar tesisiyle veya zengin feodallerin bazı arazilerinin gelirlerini bu okullara tahsisiyle varlıklarını sürdürmekteydiler. Üniversitelerin kurulması ise, nisbeten laik ve geçimlerinin temelini ticaret oluşturan şehir devletlerinin yine vakıf benzeri akar teminleriyle mümkün olmuştur. Bu okulların tedrisatında Hıristiyanların İslâm ülkelerinde gördüğü “medrese”lerin tesiri açıktır. Hatta ünlü Oxford Üniversitesi’nin kusucusu Bacon, derslere başında sarık ve sırtında cüppe ile girmekteydi. Bu üniversite de daha kuruluşunda kendisine ait gelirleri olan ve bu yönüyle vakıf görünümü arz eden kurumlardan biriydi.
Okulların, mülkiyetten veya ticaretten gelen servetle zenginleşmiş kişilerce kurulup bunlara idamelerini temin maksadıyla arazi ve gelir tahsisi 13. Ve 14. Asırlardan itibaren genel bir uygulama halini almıştı. İslâm topraklarında da en baştan itibaren tüm medrese ve daha alt seviyeli okulların vakıflar marifetiyle kurulup yaşatıldığını göz önüne aldığımızda aradaki paralellik dikkat çekicidir. Bu tarz bir kurumsallaşma, İslâm âleminde okulları siyasî tesirlerin dışında tutmakta ve bu okulların geçekten bir “ilim yuvası” olmasının yolunu açmaktaydı. Muhtemelen Batılılar da aynı maksadla kurdukları okulların “tüzük”lerinde benzeri ifadeler kullanmışlar ve, her ne kadar Katolik düşünceye sıkı sıkıya bağlı olduklarını ifade etseler de, fikrî bağımsızlığı savunmuşlardır.
Bu okullarda okutulan dersler de Müslümanların tesirinin o dönem Avrupa’sında ne kadar fazla olduğunu göstermesi açısından ilginçtir. Başlangıçta tamamı İslâm ülkelerinde basılmış Yunan ve İslâm eserlerinin tercümeleri ve bunlar üzerine yazılmış şerhlerden ibaretti. Bu açıdan Haçlı Seferleri ve Endülüs’ün Avrupa Rönesansı üzerindeki olmazsa olmaz tesirlerinin bu güne kadar tam manasıyla anlaşılamadığı kanaatindeyiz. Bir Avrupalı yazarın deyişiyle “13. Asırda Pireneler üzerinden Avrupa’ya kitaplardan oluşan bir ‘nehir’ akmaktaydı.” Bu kitapları tercüme eden ve çoğunluğu Yahudi olan mütercimler büyük paralar kazanmaktaydı. Tüm bu faaliyetler, tabiatı icabı kendisine özerk bir saha açma temayülü gösteren şahsî vakıf benzeri kurumlar marifetiyle finanse edilmekteydiler. Tüm bu çalışmaların neticesi, 15. Asırda alınmış ve Avrupa’da müthiş bir fikrî fışkırışa yol vermiştir. Müslümanların telif veya tercüme ettikleri eserler üzerine bina edilen bu yeni medeniyet anlayışı, esin kaynağı olan İslâm medeniyetindeki “yapıcı” niteliği, kendi kadim dünya görüşüne uygun olarak “yıkıcı” bir hale getirmeyi de bilmiştir.
Okulların yanı sıra ve en az onlar kadar önemli olan hastaneler için de, bunların varlıklarını düzgün bir şekilde sürdürebilmelerini temin için vakıflar teşkil olunmaktaydı. Hastaneler halen iptidaî şartlarda hizmet vermekteydiler ama artık Kilise’nin inhisarından çıkmaya başlamışlardı. Bilhassa Haçlıların o zaman Selçuklu egemenliğinde olan Suriye ve Mısır’da gördükleri ve yine Endülüs’te benzerlerine şahit oldukları kapsamlı hastanelerin basit kopyaları biçimindeydiler. Tıpkı onlarda olduğu gibi ruh hastalıkları bölümleri de vardı bu hastanelerin.
Bu devirde Avrupa’da kurulan vakıflar, kimi şeklî özellikleriyle İslâmî vakıfları andırmaktaydılar; ama bizdeki vakıflara nazaran kurumsal kimlikleri daha güdük bir görünümdeydi. İslâm vakıfları, İslâm inancının bir yansıması olarak ferdlere itimadı esas almaktaydılar ve bütün şer’î alt yapısı buna göre şekillenmişti. Bu yüzden de bir denetleme mekanizması hariç tamamen özerk bir yapıdaydılar. Müslümanların kurdukları vakıflar, suiistimal endişesini çok az taşımaktaydılar ve mütevelliye rahat hareket etme fırsatı tanımaktaydılar. Burada elbette mütevellinin niteliği ön plana çıkmaktadır. Dindar ve içinde Allah korkusu taşıyan insanların, kendilerine tevdi edilen emaneti çok büyük bir dikkatle muhafazaya gayret edecekleri aşikârdır. Hâlbuki Batı’da bu dönem (daha önceki dönemlerde de) kurulmuş vakıf benzeri tesisler, güvenin değil de itimatsızlığın bir tezahürü olarak mütevelliye hareket sahası bırakmayan, mütevelliyi basit bir “müdür” olarak gören bir yapıdaydılar. Nisbeten özerktiler; ancak bu özerklikleri kendilerini kuran kişi veya zümreye karşı değildi. Bu tür tesislerin birçok örneğinde bağımsız bir mütevelli bile bulunmamakta, vâkıflar tarafından terekenin idaresi kendi çocuklarına bırakılmaktaydı. Bu da tabiatıyla bir vakfın en önemli hususiyeti olan “mutlak özerkliğin” gelişimini engellemekteydi. Burada söyleyebileceğimiz, Batılıların medeniyetlerinin ilk kuruluşundan itibaren sahib oldukları maddeci ve seküler dünya görüşünün, tarifi icabı manevî cihete dayanması gereken vakıfların gerçek manada gelişimine engel olduğudur.

Gelecek sayımızda bu dönemde Avrupa’da, bilhassa Germenlerin yaşadıkları bölgelerde kurulan vakıf benzeri kurumları, bunların kuruluş şekillerini ve faaliyet sahalarını inceleyeceğiz.

Baran Dergisi 444. Sayı