Türkiye’de, Batılılaşmayı gerekçelendirmek ve hatta zaruretmiş gibi dayatmak için senelerdir kullanılan geri kalmışlık, modernleşme, muasır medeniyet seviyesi gibi gevezelikleri bir kenara bırakalım da, artık işin künhüne dönelim. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu esnasında yaşanan en büyük sıkıntı, iktidar olan zümrenin meşruiyet meselesiydi. İktidarı ele geçirenler, Anadolu’daki millî ittihadımızı tesis eden içtimâî ruhtan yana nasibsizdi ve meşruiyetlerini sağlamak içinse iki yolları vardı: Birincisi, millî ittihat ruhu ile rejimi mutabık kılacak bir anlayışı hâkim kılmak. İkincisiyse, yeni bir anlayış ve düzen getirip, milleti ona uydurmaya çalışmaktı. Mustafa Kemal ve çevresindekiler, eğer ki millî ruh hâkim olursa, iktidarı ellerinde tutamayacaklarını çok iyi biliyorlardı. Çünkü millî birlik ruhu nazarında gayr-ı meşruydular. Bu sebeble de önlerinde tek seçenek kalıyordu; yeni bir anlayış ve düzene göre bütün bir milleti yeniden şekillendirmek. Tabiî bunun da iki yolu vardı: Birincisi, yeni ve orjinal bir anlayış ve bu anlayışın düzenini meydana getirip, ona göre yeniden devlet ve cemiyet planında müesseseleşmek. İkincisiyse, dışarıdan, seni mevcut hâlinle meşru kılacak bir zihniyeti, bütün müesseseleriyle beraber ithâl etmekti. Hayatlarında fikir çilesiyle tanışmadıkları ve Batıcı ekolden yetiştikleri için tabiî bir şekilde ikinci seçeneği benimsediler. Bunun neticesinde, Batılı müesseseleri kopyalayıp, devletçe kabul edip milletimize dayattılar. Böylelikle yeni rejim ve bu rejimin anahtar kavramı olan batılılaşma, belli bir zümrenin kendi meşruiyetini milletin geri kalanına dayatmasının vesilesine dönüştü. Zaten asırlardır çözüm bekleyen meselelerimize, bir de Batıdan ithâl ettiğimiz yeni meseleler eklendi. Bunun neticesinde de, bütün meseleleri daha en başta çözümsüzlüğe mahkûm edilmiş Türkiye Cumhuriyeti, kuruluş safhasında düşük doğmuş oldu.

***

Yabancılar tarafından meydana getirilmiş, yabancısı olduğumuz bir düzeni, onu meydana getiren şartları bilmeden, muhasebesini yapmadan nihaî hâliyle alıp benimsemek, bir yandan o düzenin çözüm bekleyen meselelerini de ithâl etmek anlamına gelirken, daha da vahim bir şekilde, Türkiye Cumhuriyeti devletini, düzenin kopyalandığı Batılı devletler karşısında edilgen, münfail, dişi tabiatlı bir pozisyona düşürmüş oldu. Tarih boyunca fail, aksiyoner kimliğiyle nam salmış bir milletin, tek gecede münfâil bir duruma düşürülmesi kadar büyük bir alçaklığa belki de hiçbir devir şahitlik etmemiştir. İşin bundan da vahim tarafı, devlet olarak Batı karşısındaki münfâil vaziyetimizin ıstırabını duymak şöyle dursun, “Yurtta sulh, cihanda sulh” gibi bir sloganla, bu zavallılık bir de resmî devlet politikası haline getirilmiştir.

***

Bu süreçte yaşanan değişimlerden biri olarak, bugünlerde sıkça mevzu bahis edilen demokrasiyi ele alalım. Rasyonel ve mekanik olarak düşünen modern Batı adamı için, demokrasiden beklenen, içtimâî dayanışmanın ve dolayısıyla düzenin en asgari maliyetle tesisidir. Bu noktada Batı adamı, ne kadar rasyonel aklı temsil iddiasında olsa da, kurnazlıktan da kaçmıyor ve Hristiyanlığın kardeşlik ruhundan istifâde ediyor ve demokrasiyi de bu ruha dayandırarak canlı kılıyor. Hani bugün bizde demokrasiye sürekli eksiklik atfediliyor ya, aslında bu açıdan bakacak olursak son derece doğrudur. Çünkü biz demokrasiyi alırken, Hristiyanlıktan doğan kardeşlik ruhunu, yani “demokrasi”nin özünü almamışızdır; ve Müslüman olmamız hasebiyle bizim demokrasimiz tabiî olarak eksiktir. Bilhassa son yıllarda Türkiye’de faaliyet gösteren FETÖ’nün, eksik demokrasiyi tahkim etmek ve yaşatmak üzere, tıpkı Hristiyanlıkta olduğu gibi İslâm’dan da bir kardeşlik ruhu türetme çabası boşuna değildi. Yani yalnız İslâm’ı tahrib etmeye kalkmıyor, aynı zamanda, Kemalist rejimi, milletimize ruhen yabancı bir zümrenin meşruiyetini ve bir de münfâil pozisyonumuzu da pekiştirmek saikiyle hareket ediyor.
Dediklerimizden “İslâm’da kardeşlik ruhu yoktur.” gibi bir anlam çıkmıyordur herhâlde; biz diyoruz ki, İslâm’dan, demokrasiye payandalık edecek şekilde “sun’î ve geçici” bir kardeşlik ruhu çıkmaz.
Münfail rejimden devam edecek olursak... 90 senedir bu vaziyeti bir hüviyet olarak benimsemiş Türkiye Cumhuriyeti’nin, son birkaç senedir kendisine giydirilmiş olan Batıcı kıyafetten yana rahatsızlığı ve bu rahatsızlığın da zaman zaman dişi tabiatına aykırı davranışlara sebeb olması, Batı ile münasebetlerimizde büyük sıkıntılar meydana getiriyor. Düşünsenize, senelerdir onların fâil, bizim ise münfâil olduğumuz bir münasebet şekli sürdürülüyordu; fakat son yıllarda bu durum değişmeye başladı. Aslına bakacak olursak, bir Batılının dediği gibi, “Türkiye’de Batı tipi siyasetçi yetişti”; fakat onca baskı ve dayatmaya rağmen, Anadolu’da, Batı tipi bir millet yetişmedi!

***

İstiklâl Mahkemeleri, askerî darbeler, 28 Şubat süreci ve DGM’lerde hedef her seferinde milletti. Devlet, münfâil kişiliği dolayısıyla bu saldırılarda aynı zamanda işbirlikçi rolünü üstleniyordu. Ne var ki 17-25 Aralık, MİT Tırları ile başlayıp 15 Temmuz’da çığırından çıkan süreçte, Batı, milletimiz ile beraber bu sefer bir de senelerdir kendisiyle işbirliği içinde olan devleti de hedef almak gibi bir hataya düştü. Bunun neticesinde, senelerdir, zımnî bir anlaşmaya sağdık kalırmışcasına rolünün dışına çıkmayan devleti, alışılageldik olana aykırı bir şekilde bu sefer millet ile beraber karşısında buldu. Devletin, Batı’dan yana ve milletine karşı olan tavır ve tutumu da, Batı’dan gelen tazyik neticesinde son bulmuş oldu.

***

Bugünlerde neredeyse savaş sınırında gezen Türkiye-Batı münasebetinin arka planı bu şekilde. Türkiye, artık münfail olmayı kabul etmiyor ve fail bir kimliğe bürünmeye çalışıyor. Batı ise eski alışkanlıklarına göre Türkiye’ye davranmaya çalıştığı için de anlaşmazlıklar doğuyor.

***

Belki de en temel mesele olan devlet ile millet arasındaki ahenk yeniden sağlanmaya başlandığına göre, artık yeni bir safhaya geçmek gerekiyor. Bu safhada, hem asırlardır çözüme kavuşturamadığımız için bir devletimizin yıkılmasına sebeb olan meseleleri ve hem de Cumhuriyet ile beraber üzerimize giydirilen Batıcılık kıyafetinin sebeb olduğu meseleleri bir seferde hâl ve fasl etmek gibi bir müşkülle karşı karşıya bulunuyoruz. Müşkülümüzün büyüklüğüne mukabil, çağımızın fert ve toplum meselelerine çözüm getirecek yenilenmiş İslâm anlayışı ve bu anlayışı eşya ve hadiselere tatbik etmek üzere hazırlanmış bir “ideolocya örgüsü” elimizin altında hazır bulunuyor. Geri kalan, bu yeni anlayışa göre içtimâî müesseselerimizi yenilemek ve zamanın ruhuna mutabık bir noktadan, Devlet-i Ebed Müddet idealimize doğru kaldığımız yerden devam etmek.

***

Toynbee’ye dönecek olursak... Toynbee, ilk defa Rus Çarı’nın İngiliz Büyükelçisi ile görüşmesinde dillendirilen “Hasta Adam” teşhisini ve ardından Türkiye’nin ölüme mahkûm olduğu iddiasını kabul etmiyor ve diyor ki:
Çar Nikola, teşhisinin bu ikinci ve heyecan verici kısmında çok ileri gitmiştir. Çünkü hastalığın belirtilerinin anlamını kavrayamamıştır. Doğa bilgisi olmayan bir kişi, derisini değiştiren bir yılan gördüğünde, hayvanın derisini kaybettiği için bir zaman sonra yeniden eski durumuna geçeceğine inanmaz. Bu inancına gerekçe olarak da bir insanın yahut bir memeli hayvanın, derisi yüzülmek talihsizliğine uğradığında da yaşadığının hiç görülmediğini söyler. Evet, bir panterin postundaki benekleri ve bir Habeş’in derisinin rengini değiştiremeyeceği kanısı doğrudur. Fakat doğa meraklısı kişi daha derin bir inceleme yapmış olsaydı, yılanın her ikisini de yapmasının çok doğal bir olay olduğunu öğrenirdi. Elbette deri değiştirmek yılan için de güç ve rahatsız edici bir iştir. Bir müddet dış tesirlere açık kalmakta, yaşamı, yalnız düşmanlarının merhametine bağlı kalmak tehlikesine düşmektedir. Bu arada, şahinlerin ve kargaların elinden kurtulabilmişse; yalnız sağlığına yeniden kavuşmakla kalmamakta ve zehri daha da güçlenerek yeni bir gençlik elde etmektedir.
Bunun en yeni örneği de Türklerdir ve onlar için “Hasta Adam” yerine “Deri değiştiren yaratık” demek, durumları için çok daha uygun düşmektedir.
Toynbee haklı. Biz deri değiştiriyoruz ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bugüne kadar geçen 94 yıllık dönemi de dış tesirlere açık olduğumuz nekahet dönemi temsil ediyordu. Şimdi, yeni derimiz ve yeni gençliğimizle, yarım kalan yolculuğumuza kaldığımız yerden devam edeceğiz.
Yabancı ve yabancılaşmış olanlar, bu yeni vaziyete göre pozisyonlarını bir kez daha gözden geçirsinler.
 
Baran Dergisi 563. Sayı