19. asrın ikinci yarısındaki şartlara benzer bir dönemdeyiz. Bugün, o döneme benzer bir şekilde, ortaya çıkan yeni güçlerin mevcut statükoya karşı giriştikleri menfaat kavgasına şahitlik ediyoruz. Üstüne basa basa tekrar edelim: Menfaat kavgası. Yani merkezinde bir dinin yahut fikrin olmadığı kuru bir kavga! Tabiî, burada Yahudilerin bâtıl da olsa dinlerinin emirleri gereğince davrandıkları ve Fransızlarla İngilizlerin kadim “milli ve dini sabitelerine” sarılma insiyakıyla hareket ediyor oluşlarını görmezden geliyor değiliz. Bizim; kastettiğimiz, Yahudi de dâhil olmak üzere, ortada cihan şümul bir dünya görüşünün olmadığı. Kuru kavga deyince kopacak hengâmeyi küçümsediğimiz de zannedilmesin. Dinin yahut toprak seviyeli de olsa bir fikrin hâkim olmadığı düzenlerde, insanlığı içine alan istikbâl kaygısı, çaresizlik hissi ve tatminsizliktir ki, en kıyıcı ve ahlâksız savaşların baş müsebbibidir. Kuru menfaat kavgaları, bu sebeble ideolojik kavgalardan daha korkunçtur.

Asgari insanlık hukukunun bile kalmadığı, gelir dağılımındaki adaletsizliğin tarihteki zalim krallar ve derebeylikleri dönemini arattığı, ortaya çıkan sapkınlıkların engizisyon kilisesine rahmet okuttuğu bir devirdeyiz. Tarihe baktığımızda görürüz ki; böyle buhran dönemlerinden sonra çok kıyıcı savaşlar yaşanır. Bu savaşlar vesilesiyle her ne kadar menfî de olsa insanların tutunduğu statükolar dağılma noktasına gelir ve hemen akabinde de köhne sisteme karşı alternatif fikirler, yeni düzenler kurar. Bu savaşlar, kuru menfaat kavgaları ve saire aslında hepsi, bir bütün hâlinde ele alındığında rahatlıkla görüleceği üzere, içeri yahut dışarı doğru mevcut düzene karşı birer ihtilâldir.

Global Buhran ve Suriye
Mevzu bahis ettiğimiz siyasî ve içtimaî buhranı bulut gibi düşünecek olursak, o bulutun sis hâlinde üzerine çöktüğü diyar Ortadoğu ve daha kesif hâl aldığı yer ise Suriye’dir. Suriye’deki iç savaşı kızıştıran ve birbirlerine güç yettirecek takatleri olmadığı için tayin ettikleri vekiller üzerinden Suriye’de bilek güreşi yapan global güçler, aslında bir bakıma içinde bulundukları aczi beyan etmektedirler. Günümüz dünya siyasetinde başat güç olarak tanımlanan Amerika Birleşik Devletleri de dâhil olmak üzere, Rusya, İngiltere ve Fransa gibi ülkeler, aralarında yaşadıkları çıkar çatışmalarını bile doğrudan görmekten aciz bir vaziyette bulunuyorlar. Bu acziyet, daha aciz bir durumda olan Suriye gibi kargaşanın hâkim olduğu bir yerde ancak dolaylı yoldan hesablaşmanın vesilesi oluyor.
Geçtiğimiz hafta Amerika, İngiltere ve Fransa ittifakının Suriye’de kimyevî silah kullanıldığı iddiasını bahane ederek gerçekleştirdiği saldırı da, saldırının kendisinden ziyade böylesi büyük bir güç odağının aczini beyan edişi bakımından değerlendirilmeli. Suriye’deki iç savaşa direkt yahut vekâleten müdahil olan Amerika, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin gibi ülkeler, eğer ki gerçekten de iddia ettikleri gibi, çevresiyle beraber, siyasî ve askerî bir güç olsalardı, bugün Suriye’deki savaş çoktan sona ermiş ve illâki bir kazananı olmuştu. Bununla beraber, Suriye’de yaşananlar her ne kadar takatten kesilmiş yahut kesilmeye başlamış global güç odaklarının içinde bulundukları acziyeti beyan ediyor olsa da, aynı güç odaklarının kendi çıkarlarından başka hiçbir şeyi tanımaksızın giriştikleri dolaylı da olsa bu kavga, süratle dünya çapına yayılacak çok kıyıcı ve korkunç bir savaşı da peşinden getirmeye namzettir. Çünkü yaşanan kaos ve menfaat merkezli bakış açısı, Suriye’ye özel değil, dünya çapında sorun teşkil etmektedir. Bunun yanı sıra, yaşananlar karşısında siyasîlerin milletlerini bir arada tutmak amacıyla izledikleri popülist söylem ve siyaset de, dünyayı kasıp kavurmak üzere pusuda bekleyen ateşe götürüp benzin dökmeye benziyor.

Türkiye’nin Suriye Siyaseti
Amerika, İngiltere, Fransa ittifakının Suriye’deki Esad rejimine ait çeşitli askerî üslere yönelik olarak gerçekleştirdiği saldırı sonrası Türkiye’deki siyasî iktidarın yapmış olduğu açıklamalar gösteriyor ki, Türkiye’nin dış politikada izlediği denge siyasetinin revize edilmesi gerekmektedir. Meselâ, Türk dış politikasının Suriye özelinde ikili oynama lüksü yoktur. Farklı bölgeler ve birbirinden farklı meseleler karşısında kendi çıkarına uygun bir şekilde bu denge siyaseti izlenebilir. Türkiye, Suriye özelinde, hangi konu olursa olsun, kendi söylem ve fiilleriyle çelişir bir politik dil kullanmamalıdır. Bilhassa son saldırı eksenli konuşacak olursak, Türkiye başından beri Esad’a karşı yapılacak her türlü dış müdahaleden memnuniyet duyan bir anlayış ile meseleye yaklaşarak hata yapmaktadır. Yarın, İsrail çıkıp da Esad rejiminin hâkim olduğu bölgelere yönelik bir operasyon başlatacak olsa, bu karar da Türkiye tarafından desteklenecek midir? Peşinen “desteklenmez” dediğinize göre, o zaman burada bir prensib hatası olduğunun da anlaşılması gerek. Türkiye’nin Suriye politikasındaki en temel prensibi, bu topraklarda, artık niyetlerini gizleme ihtiyacı duymadıklarından, hiçbir emperyalistin, ama bilhassa Batılı emperyalistlerin işi olmadığıdır. Madem şu anda adı konmadan takib edilen temel prensip bu, bütün politik argüman da bu prensibe göre şekillendirilmelidir. Amerika’yı Suriye başta olmak üzere Ortadoğu’dan kovmanın yolunun da (şimdilik) Rusya ile beraber hareket etmekten geçtiği açık.

Türkiye, kendi şartlarını kendisi belirleyene kadar haricî siyasette kendisine en uygun işbirliklerine ve ittifaklara girebilir, girmelidir. Lakin bir söylem geliştirdiğinde, önünü arkasını iyi hesap etmelidir. Mesela dünyadaki egemen güçlerin “terör” tarifini, sırf PKK terör örgütü onlar tarafından kabul ediliyor diye, sonuna kadar benimseyip “kraldan fazla kralcı” olmamalıdır. Sonra Başbakan Yıldırım gibi ülkesini savunan Taliban’a ABD güdümündeki kukla Afgan hükümeti “terörist” diyor diye terörist demek zorunda kalırsınız. Bu tür örgütler arasındaki ayırımı, şu basit soruyu sorarak cevaplayabilirsiniz: Meşruiyetlerini emperyalistlerden mi yoksa kendi halklarından mı alıyorlar?

Türkiye’nin artık Suriye politikasında temel şiar olarak burada hiçbir Batılı devletin işi olmadığının benimsenmesi ve cereyan eden hadiseler karşısında da bu prensipten şaşılmamasıdır. Zaten yedi senedir burada cereyan eden savaşı kızıştırmakla uğraşanların, savaşın sona erme ihtimâli belirir belirmez hadiseye taraf olmak ve buradan nemalanmak gibi bir hakkı da olmaz, olmamalıdır. Buna müsaade etmeyecek olan ise Türkiye’dir.


Baran Dergisi 588. Sayı