Geçtiğimiz haftalarda referandum neticelendi ve doksan küsur yıllık parlamenter sistemin değişmesi kararı alındı. Kemalistler ve bilumum benzeri yapıdaki inkarcı taife her ne kadar mevzuyu tam mânâsıyla idrak edememişse de, maç bitmiş, mağlub olmuşlardır. Bunun yanında, her ne kadar bu müsabakanın galibi Ak Parti addedilse de, bilindiği üzere Ak Parti, 17-25 Aralık saldırıları sürecinde parti hüviyetinden ister istemez çıkmış ve Müslümanların, bu memleketin aslî yapısını oluşturan kitlenin “karşı tarafa” cevap verme usulüne dönmüştür. Böyle bakılırsa asıl galibiyeti sağlayanın bugüne kadar süren iğreti yapıdan en çok zulüm gören ve her dâim bedel ödeyen insanlar olduğunu söyleyebiliriz. Hatta, lafı gevelemeden şu suâli de şuraya seriverelim: Referandum neticesinde Evet-Hayır’ın arasındaki “az” farkın, bugüne kadar “az” görülen bu memleketin öz insanları tarafından verilen destekle alındığını bilmeyen, görmeyen kaldı mı acaba?..

Vaziyet böyle bir gerçekliğe sürüklenince, memleketimizin sunî gündemi yerini bir başka sunî meseleye bıraktı ve gazeteci Cem Küçük’ün “Mavi Marmara’daki manyaklar” ifadesi, bir sivilcenin karaciğerdeki cerahatten haber vermesi gibi bir hâdiseyi hortlatıverdi... Gerçekten Ak Partili olduğunu iddia edenlerle, “trol” olduğu iddia edilenler arasında bir kıyamettir kopuverdi... Tarafları, taraftarları, sempatizan ve sempatizanlıkta yenice çıraklık edenleri; muhalifleri, muhalif olduğu belli olup muhalif tarafta olmayanları; iki ayrı kategoride olamayıp da Facebook ve Twitter’da hayat sürmeyi gaye edinmiş, “ilk ben yetiştiririmci abiler” yani, hariçten gazel okuyarak ideolojik soslar eşliğinde içten içten yalaklanma işlerini yürütenler de işin içine katılınca Londra Filarmoni Orkestrası’na inat bir kakafoni manzarası belirdi!..

Fikrin; erdirici, kurtarıcı ve ufuklara nisbetle insan meselelerini kuşatan sahici fikrin “insan kafasını fare kafasından ayıran” (S. M) o hassanın yokluğunda bütün işlerin ne türlü bir hâle geldiğini ihtar eden ibretlik bir manzara! Ha, bir de, hakikate sağır olanla insanlığa nisbetle sığır pozisyonunda debelenenler de var... İşte, insanın neyi niçin, nasıl ve hangi sebeble yaptığını izah etmediği, böyle bir izahı bırakın etrafına, nefsine dahî sormadığı, böyle bir suâlle yüz yüze gelindiği andan itibaren karakterlerinin şahsiyetsizlik bulamacında yoğrulduğu ortaya çıkacakların hisseli harikalar yahut Üstad Necip Fazıl’ın tabiriyle “tersine harika”lar kumpanyası. Bu kumpanyanın hoy hoy ve goygoycu çığırtkanları da, her gece sokaklarda şu şekilde nârâlar atmaktadır:

“Hoş geldiniz, hoş geldiniz, hoş geldiniz...
tiyatrolar, kantolar,
sopranolar, altolar,
hepsi bizim çadırda
efendim buyursunlar
 
bu çadırda doğduk biz
çadır bizim evimiz
sizleri eğlendirmek,
güldürmek görevimiz!”
 
Ak Parti’nin En Büyük Problemi: AKP
Referanduma iki hafta kala bir dostum, Ak Parti teşkilatlarının mühim bir kısmının kasıtlı olarak çalışmaları sekteye uğrattığını ve evet-hayır reylerinin başa baş bir hâlde seyrettiğini söylemişti. Bu işlerden ancak seçim sürecinde yaşadıklarını fark ettiğimiz araştırma şirketleri kadar anladığım için, bu sözlere inansam da gerçekliğini kavrayamamıştım. Ak Parti İstanbul Teşkilatı’nın en mühim isimlerinden birisi, gençlere misâl olması beklenen kişinin Ehl-i Sünnet hocalarınca sapık görüşleri olduğu söylenen bir “hoca”nın degajesi’ne dayanarak verdiği pozu hatırladım sonrasında...

Öyle ya! Bütün sermayesi halk olan Sol ekolden gelip halkı küçümsemekten başka faaliyet bilmeyenlerin düştüğü hata gibi, kendini Ehli Sünnet ve’l-Cemaat ekolünden gelen halka nisbet edenin asıl nisbetinin sapık bir hoca bozuntusuna olduğunu görünce, en hafif tabirle, bizim insanımıza ikrah gelirdi, anlamadılar... Mevzuyu uzatmayalım, elbette bunlar Ak Parti’nin kendi içinde çözmesi gereken problemler... Yazının girişinde belirttiğimiz gibi, hâdise, kendi başına Ak Parti meselesi olmaktan çıktı; memleketin bekâsını zedeleyici bir merhaleye ulaşması noktasından konuşuyoruz.

Mevzu bahis dostumla seçimden önce şöyle bir tespitte bulunmuştuk ki, bugün gelinen noktada herkesin mutabık olduğu bir husus:
Ak Parti’nin en büyük problemi Ak Parti’dir; yani, kendini revize etmez ve bilerek bilmeyerek ulaştığı millîci (İslam’a nisbetle serdedilen bir dünya görüşünü kavrayıcı) pozisyonu tam ideâline sabitlemek adına içine sızmış kozmopolit unsurları budamaz ve yeni bir ufka doğru dümen kırmazsa AKP’liler Ak Parti’yi budamaktan çekinmeyecektir!

Zımnen ismini aldığı, son düzlükte kavgasını tekraren ismini aldığı köklere doğru kaydırarak milletimizin teveccühünü kazandığı Ak Genç’in teşkilatlanırken belirttiği şu hususları Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun güdücülüğünü yaptığı Gölge Dergisi’nden aktaralım:
Bugüne kadar -çeşitli saptırmaca ve baskı yoluyla- taban ve tavan arasındaki işbölümü anlamında diyalog kurulamamış̧, her grup diğeri tamamlayıcı unsur olduğunu unutarak davayı kendi tekeline almaya ve böyle sunmaya çalışmıştır. (...) Değişik çevre insanının değişik müsbet yanlarını birbirine karşı koz olarak kullanarak bölünme, parçalanma ve bireye düşme yerine, herkes bu düzenin değişmesi gayesinde müşterek olarak ve bu uğurda kendi çapının azamisini vererek bir topluluk teşekkül edecektir.

Nizam gelmeden olmaya imkân yoktur. Kolektivizmi sağlayan unsurlar ölçünün ışığında zamanla netleşecektir.
AK-GENÇ olmuşların, olamamışlara yol göstermesi değil, kaybolan izleri arayan ve nizamını kurmak isteyen gençlerin mücadele ocağıdır. (...)” –  (1)

“Bu muhabbet kuşu kaykay yapıyor!”
Postmodernizmin yani “inançsızlık ve kuşku hâli”nin tavan yaptığı bir devirdeyiz. Bu hâli yansıtan insan tipine –ki günümüzde maalesef bu umûmiyeti kapsıyor- Hibrit Kimlik deniliyor. Seç ve karıştır kimlikler; parçalanmış, esnek... Bugün müzikte Arabesk, Pop ve Caz’ın birbirleri içerisine girmesi gibi; fakat, bazı müzik türlerinin git gide incelerek hepsinin sanatın tabiî gelişimi içerisinde bir yerde buluşması ile şahsiyetini kaybederek birbirlerini parçalaması, parçalandıkça dağıtması, dağıttıkça yeni isimlerle kavramlaştırılmaya çalışılarak kakafoninin dibini bulmasını karıştırmayalım! Bugün Batılı bazı yazarların Küresel Kimlik diye isimlendirdikleri husus! Küresel kimlik, aynı zamanda iş, ev ve sosyal medyada farklı kimlikler kullanan, durmadan bölünen, bölündükçe absürdleşen; tüm bunların arasında insan ruhunun sadece “uyum” diye tutuştuğu tabiî hâline zıtlığından ötürü meydana gelen bir kriz! Esaslı bir kültür dokusuna nisbetle ortaya çıkmadığı için “kriz entelektüel”in, varoluş gayesinin değil hastalığın belirtisi olan bir kriz! Bağlantısız, parçalı... Ve coşkulu yoğunlukla bezeli...

Hedonizmin öne geçtiği, AVM’lerin sosyal mabetler olarak gayesizce ibadet edildiği, tüketimin üretimden daha fazla olduğu hâlde memnuniyetsizliğin de kendisinde had safhaya ulaştığı fertler... Modernizmde ihtiyaçlar öne çıkar ve bunu giderebilmek için iktisadını kuvvetlendirmek gayesiyle bir hırs oluşurken, bugün, ihtiyaç ve iktisat birbirlerinden kopmuş vaziyette, herkes canının istediğini almak için bir hırs beslemekte. Artık, ulaşmak istediğimiz ürün ihtiyacımızın ötesinde sadece ona ulaşmamız için var edilmiş olarak -tabirimi mazur görün- meşhur benzetmedeki eşeğin önündeki havucu andırmaktadır; tek farkla ki, artık havucun, midemizi doyurmak için değil sadece ona ulaşmış olmak için peşinden koşuyoruz! AVM’ler için yapılan sosyal mabet tanımı bu açıdan pek doğrudur... Kuşku ve inançsızlık, içtimaî tutarlılığını kaybetmiş memleketlerdeki fertlerin her birini sardığında bir yandan her istediğini her yerde yapmak isteyen fertleri, diğer yandan, içine kapanık, bencil, kendi hayat tarzını kendi aklıyla oluşturmaya çalışan, içe kapanıklığı ani patlamalara gebe bir yeni insan tipi oluşturdu. Giyim, kuşam, damak zevki, heyecan ve korkuları küresel standartlarla belirlenmiş, dünya görüşleri küresel bir üniforma içine hapsolmuş kendini hür zanneden, içinde bulunduğu zaman dilimini hiçbir hatıra ile tutma ihtiyacını hissetmez –ki zaten hissin yerini bir anda geçiveren ani haz patlamaları almıştır- fertler...

Dünyanın ve kendi memleketinin içinde bulunduğu onca bunalıma mukâbil “bu muhabbet kuşu kaykay yapıyor” haberini yapabilen, hadi yaptın, yayımlayabilen; hadi yayımlandı, yayımlandığı andan itibaren binlerce ferdinin itiş kakış seyrettiği ve birbirine mukaddes bir emanet gibi taşıdığı bir ortamdan bahsediyoruz!
Şimdi bu satırlarla başınıza niçin Baudrillard kesildik? Şu sebepten, sıradan bir gencinin böyle olduğu memleketin hesapta mürekkep yalamışları nasıl olur ona girizgâh yapıyoruz.

“Ver Müzüğü”
Tesadüf edenler var mıdır bilmem “Beyaz Futbol” diye bir program var. Türkiye’nin en çok seyredilen programlarından biridir ve içinde futbol en az bahsedilen husus olmak üzere siyaset, sanat, politika, arabesk, yemek, iddia ve daha ne kadar absürd mesele varsa hepsinin harmanlandığı bir şov programı. Bütün esprisi de şu; her bir programdaki her şamatayı tek bir programda harmanlayıp bütün seyirci kesimlerinden pay kapmak ki, başarılılar! Orada bir şamata, bir goygoy ve benzeri bir şey koptuğunda –ki an be an yaşanan bir şey- aralarından birisi “Ver Müzüğü!” diye bağırıyor... Fakat tuhaftır, en ciddi(!) haber programlarından daha oturaklı siyasî mülahazaları da yine bu programda bulabilirsiniz bazen! Kullandığımız ara başlığın, aşağıda anlatacaklarımıza nisbet edildiğinde, zannediyorum muvafık düştüğünü göreceksiniz!..

Ahmet Hakan Paradoksu
Evvela, gazeteci-yazar sayın Ersoy Dede’nin 2015 senesinde Baran Dergisi’nin 434. sayısında yayımlanan bir röportajında sarf ettiği şu tesbiti, Baran Dergisi yazarı Ömer Emre Akcebe’nin suâl şeklinde yönelttiği cevabla birlikte belirtelim:
Suâl: Neden millî bir kadro teşekkül ettiremiyoruz? Her sahada olduğu gibi medyada da aynı sıkıntı var. Bir kalite problemi var… Ertuğrul Özkök nasıl yaşıyorsa öyle yazıyor, nasıl yazıyorsa öyle yaşıyor. Bu camianın içindeki insanlar ise yaşadığı gibi yazmıyor, yazdığı gibi yaşamıyor.

Cevab: “Bizim mahalle”de ciddi bir zenci kompleksi var. Bugün mangalda kül bırakmayan adamlar, yarın Ertuğrul Özkök içeriye girsin ayağa kalkıp önünü iliklerler. Arkasından sayıp söverken, yarın karşılaştıklarında ‘duayen gazeteci’ diye tanıtırlar.”
Demek ki, Ersoy Dede’nin iki sene evvel söylediğinin bugün vakıâ hâline dönüşüyor olması mevzuları bilenlerce hiç de hayret verici değil!

Kezâ, Baran Dergisi’nin defalarca bu mevzular etrafındaki ikazları da hak getire!

Psikolocyaları “zenci kompleksi”nden oluşanlar ve o şekilde bir hayat tarzını tüttürenlerin, bugün gavurların cadı avlarına benzer bir haleti ruhiye içinde olmalarını da çok görecek değiliz aslında! Eh, bir Ahmet Hakan olamadığı için şimdilik bu tarafı sömürmeye bakanların, Bakanların değişmesiyle hükümetlerin politikalarının değişmesi gibi günün şafağına bakmaları, yatmaları, yaltaklanmaları, günü geldiğinde başka tarafların borazanlığını yapacak olmaları da tutarsızlık değil, tutarlılığın dibidir yâhu!..
Not: Her söylediğimizin altına üstüne “iyi ve doğru olanlar müstesna” demeye lüzum görmedik! “Herkes kendini bilir!” diye bir laf söyleyip geçiştirirler; eğer herkes kendini ve ne yaptığını bilip izâh etmeye kalksaydı işler çoğu zaman sarpa sarmazdı. Başka bir deyişle, Balzac’ın “herkes anladığı mevzu üzerine konuşsaydı dünya sessiz bir yer olurdu” dediği mesele! Ne yaptığına dâir fikri olmayanların insan ve toplum meseleleri etrafında beliren hâdiselerin neticesine bakıp da çıkaracağı ne olabilir ki?

Fikir Olmayınca Manzara: Ver Müzüğü!..
Bir tarafından bakarsan çok karışık gibi; aslında ise hiç de karışık değil. Bütün bunları çözmenin formülü sadece beş dakika insan taklidi yapmak… İnsan olmanıza bile gerek yok! Ama gelin görün ki, Maymunlar Cehennemi’nde geçer akçe ancak ve ancak muzdur, irfan değil!

Böyle olunca da, ne kadar insan evladı varsa, -insanın hayvanlara göstermesi gereken bir merhametin parçası olarak seyrettikleri manzaranın çirkefliğinden rahatsız olmalarına rağmen- edepsize “edepsiz!” demeyi bile galiz görüp ses etmiyor.

Tabiî, “ses etmemek” demek, tüm bu hayvanlığı mazur görmek mânâsına da gelmez! Kurbağaları mazur görüyoruz; çünkü onlardan duyduğumuz seslerin esasının “sübhanel melikil kuddüs” olduğunu söyler büyükler; fakat bunlar insan değil, kurbağa değil, eşya değil!

Bütün bu şakşakçılığın etrafındaki “milli irade gösteriyorum” sosunu alın ve yeni yetme ikbalcilerin ideolojik fikir beyan ediyorum kremasıyla kaplı dalkavukluğunu kaldırın; geriye ancak kenefe gönderilmesi gereken bir kazurat kalır!

İkiye ayrılmış ve kendi içinde de yedi kollu şamdan gibi yedi kola intisab etmiş troller ve bunların da etrafında yeni yetme ikbalci trol adaylarının bütün çıkarttıkları sesin olanca mânâsı, onlardan terennüm eden iniltinin altında yatan hırsın güdücüsü sadece yaltaklanma hissidir. Argoda, ileri-geri boş atıp tutanlara dedikleri “safi rüzgâr” bile değiller...

Osmanlı’nın din vecdini kaybettiği dönemlerde bozguncular kazan kaldırır “Şeriat isterük!” derlerdi; şimdiki hava da aynen öyle! Bunlar da kelle istiyorlar.
Fakat taraflardan birinin istediği kelle kadar, rakiplerinden de aynı mukabele ile isteyenler var. Siz buna, ister “al birini vur ötekine” deyin, isterse al ötekini vur berikine, hiç fark etmez; çünkü memleket bağırsaklarını temizliyor ve maksat yapılması muhtemel temizliğin hedefi olmadan asalaklığa devam edebilmek.

Efendim, taraflar da çok. Galatasaray Fenerbahçe mevzuu olsa iş kolay; GS’liler “7 kişi ile 7 sıfır kimi yendik?” diye sorar ve FB’liler de, “ahir ömrünüzde Saraçoğlu’nda galibiyet alamadınız!” derlerdi eskiden ve herkes evine dönerdi. Ama buradaki mevzu öyle eve dönerli değil, bildiğimiz hepi topu bir buçuk lira olan tavuk dönerli. Çünkü ortada bir tavuk döner var, sonra etrafında halka halka yanardönerliler var! Bunların birazcık daha dış cephelerine doğru baktığınızda yeni yeni palazlanan, etrafa kendilerini ideal fikre bağlanmış dâvâ adamı pozu takınan, yükselen trend Erdoğancılık’tan medet ummaya heveslenen ideoloji pezevenkleri de var. Gayeleri, dışarıdan bakıldığında her ne kadar halis gibi gözükse de, bu boştan hâdiseler etrafında döne döne dolab beygirine dönmüş tipler... Eh, tabii, sen artık Kâbe yerine bir buçuk liralık tavuk döner etrafında dönenlerin etrafında dönmeye başlarsan, ne olduğunu anlamadan hayata karşı bütün atraksiyonun Facebook’ta beğeni toplamaktan ibaret kalır!
Yalnız bu son yeni yetme grup çok fena! Şöyle ki, dışarıdaki muhalif tarafın diğerlerini itham ettiği ifâdeyle “yandaş”ların yapamadığı övgünün on katını yapıyor, bin kat daha güçlü bağırıyor. Fakat ilâhi cilve, bütün çevreleri Facebook olduğundan ne işitiliyor ne de kaale alınıyorlar...

Anlattıklarımdan ötürü abartma sanatından faydalandığımı zannedenler için, emin bir kaynaktan dinlediğim şu hâdiseye ne buyurulur:
Seçim evvelinde gözünü Ankara’ya diken birisi etrafına bakmış, bakmış ve sonunda “Millet buysa, ancak benim gibi bir vekil yakışır!” demiş ve başlamış lobileri gezmeye, kulisleri dikizlemeye. Aracı koymuş, yandaş bulmuş, bağlantı sokmuş ve elinden ne geliyorsa hepsini katmış. Milletvekilli adayı olma yoluna “başını bir gayeye satmış kahraman” edasıyla ulvi zannettiği süfli nefs davasına baş koymuş! Kulis işleri az biraz meyve verince bizimkisi etrafına taltifler yağdırmaya başlamış. Milletin vekili olmayı bırak daha ortada adaylığı yok, bizimki elde ne kadar makam varsa bol keseden dağıtmaya başlamış. Sonra gel zaman git zaman seçim vakti yaklaşınca adaylığını ilân etmiş ve kulis işlerine son gaz imân kuvvetiyle abanmış. Tabiî çevre faktörü denilen bir şey de var; az biraz itibar görmeye başlayınca bizimkisi artık kendi kendine, kendini iyice olaya kaptırmış ve gece yatarken Meclis lokantasını hayâl etmeye, makam şoförünün tipini tahayyül etmeye çalışır olmuş... Seçim sathı mahalline ha girildi ha girilecek, bizimkinin nişan taktıklarından birinin partiye yolu düşmüş, birazcık sormuş soruşturmuş ve sonunda hakikati öğrenmiş. Meğer herifçioğlu adaylığını Facebook’tan ilan etmiş etmesine ama partinin haberi yok!.. İşte bu gerçek karikatürlük tip, Erdoğan adına yapılan fakat Erdoğan’ın haberinin olmadığı bütün bu avazı ve bütün bu avazın taraftarlarının numûnelik tipidir!

Verdiğim bazı misalleri bayağı bulanlar olabilir. Doğrudur. Fakat iyi de efendim, bu kadar döner, şu kadar ikbâl hırsı, bir o kadar da yaltaklanma ihtirasını izâh için Nietzche’den Tragedya’nın Doğuşu’nu, Descartes’tan Ahlak Üzerine Mektupları mı deşeydik?

Kimse kusura bakmasın, bu türlü hasislikler ve onun etrafında pirelenmeye çalışan tüm zevatın edebiyat âlemindeki karşılığı da ancak bu kadardır.
Bütün bu gürültü, bir Rönesans’ın, millî, fikrî, vicdanî bir muhasebenin etrafında değil, “vîran olası hânede evlâd-ü iyâl var” tesellisine gark olmuş, idealleri kredi kartı, istikballeri yerine göre yan gelip yatacakları bir “kanepe”ye uzanmak sevdası, yerine göre ise de meze kabilinden bir yiyecek türünün peşinde kopuyor!

Çin Malı Parsacılar

Necip Fazıl’ın Büyük Doğu ile getirdiği ve zamanın ruhunu yakalayıcı fikirler her ne kadar halk içinde büyük bir sevgiye mazhar olsa da, aynı durumu fikirlerine katılan yakın çevresi için söyleyemeyiz. Fikirlerinin tam mânâsı ile kavranamamış olmasının sebeblerinden birisi de baskıcı Kemalist Rejim’in ördüğü duvarların Büyük Doğu tarafından gedikler açılarak delinmesinde aranabilir; çünkü sonrasındaki serbestlik, fikrin kavranılması gereken yerde benliklerin köpürmesine ve bir nevî asi çocuk hesâbı babalarını reddedici bir psikolojiye dönüşmüştür. Kanatlarının güzelliğine bakan kimi kelebekler, güzelliğin asıl sahibinin kendileri olduğu vehmi ile kısa bir ömür sürmüşler, diğerleri ise tırtıl olmaktan öte bir keyfiyyet belirtememişlerdir. İsim, grup adı vermeden bütün bir şekilde ifade edersek; hiçbiri “karar alma mekanizmasını, yani iktidarı” hedef alıcı Büyük Doğu Fikri’ni özümseyememiş, haricen de bir metod geliştirme zahmetine girmeyip bir kaç kısık ses olarak tarihin tozlu sayfalarında kalmışlardır. Zaten Necip Fazıl da bu durumu “Büyük Doğu’nun düşük çocukları” diye niteler...

İşte Salih Mirzabeyoğlu, bu psikolojik açıdan bunalımlı ortamın içinde sağlıklı bir şekilde Büyük Doğu’yu incelemiş, prensiplerini detaylandırmış ve üstüne de “İslâm’a Muhatab Anlayış”ın fikrini İBDA ile örgüleştirmeyi başarabilmiştir. Nitekim Necip Fazıl Kısakürek de kendisini “40 senedir bu mayayı elde etmek için uğraştım, şimdi ise sendeki mücerret fikir istidadından şikâyet ediyorum. Ben mücerretler adamı, bugüne kadar mücerret fikir istidatsızlığını tenkid ederken, ilk defa birinde mücerret fikir istidadını tenkid ediyorum. Bugüne kadar bunu (.....) dahil, hiç kimse için söylemedim. Sen benim için yazıyorsun; anlamazlar.” (2) diyerek Mirzabeyoğlu’nun kendisi için neyi ifade ettiğini belirtmiştir.

Bu açıdan bakıldığında Mirzabeyoğlu’nun bugün onlarca eseri ve İslâmcı Mücadele’ye aşıladığı zihnî ve pratik katkılar ile “karar alma mekanizmasını, yani iktidarı” hedef alıcı çizgisini hiç değiştirmeden sürdürmesi onun ve hareketinin aslî rengidir.

Mirzabeyoğlu’nun fikir ve çizgisinden taviz vermeyişi, kendi tabanının diğer hareketler gibi dönüştürülmesine müsaade etmeyişi dışarıdan bakıldığında pek katı bir durum gibi algılansa da, Türkiye’nin içinde bulunduğu şartlar ve kozmopolit ajanların her müesseseye sızışından yola çıkılarak, fikrî prensiplerinin bu türlü sızma girişimlerini spontane-kendiliğinden kusabilme yeteneğine sahip olabilmesi, donuk bir katılıktan ziyade esasında zamana yayılan geniş bir perspektife sahip olduğunu göstermektedir.
İsteyen herkes onun adına onun fikrini serdedebilmeye, “yaşamayı fikir, fikri yaşamak” bilip o yolda hareket edebilme genişliğine sahipken; fikre yakınlığı ve bu yakınlıktan doğan çevre faktörünü parsa toplamak için kullanamaz. Çünkü Büyük Doğu-İbda’nın tabiî prensipleri, –eğer basit bir şekilde izâh etmemiz gerekirse-  fertlerde, dava ve nefs ilişkisi bakımından eşitliğiyle ele alınıyor ve her fert neyi, neden ve niçin yaptığını izah ettiği bir arenada, ortaya koyduğu verimlerin eşitliği ile kıymet kazanıyor. Böyle olunca da, öne çıkayım, arkada kalayım, parsa toplayayım, şunu çekiştireyim, ötekini iliştireyim yollu muhabbetlerin değil olması, mevzu bahis edilmesi bile mümkün olmuyor. Eğer bu türlü parsacılık ve itiş-kakış durumları oluyorsa da, orada olmayan şey zaten Büyük Doğu-İbda’nın kendisi oluyor!

Geçtiğimiz hafta Ak Parti çevresindeki itiş-kakışa dolaylı yollardan da olsa Büyük Doğu-İbda’nın da dahil edilmeye çalışıldığına şahitlik ettik. Cereyan eden tartışmanın ideolojik bir tarafı olmadığı ve bunun yalnızca tarafların şahsî menfaatleri etrafında şekillendiğini göz önünde bulunduracak olursak, tam da yukarıda ifâde etmeye çalıştığımız gibi, böylesi kısır bir çekişme içinde Büyük Doğu-İbda değil, olsa olsa kendisini Büyük Doğu-İbda’ya nisbet ettiğini iddia eden; fakat fikriyatın prensiblerine yabancı tipler vardır. Bu durum sadece traji-komiktir; zira zamanında bu türlü ahmak avlama işlerini “kudretli” paşaların emriyle Türkiye’nin en çok satan –vatanlarını da satan- gazetelerine verdiler ve başaramadılar. Şimdiyse dünün kozmopolit ajanlarının tüm medya imkânlarını kullanarak muvaffak olamadığı şeye, bugünün ayak takımı kadrosuyla Twitter köşelerinde operasyon çekerek yapmaya çalışıyorsa, varın durumun onlar açısından vahametini siz düşünün.

Uzun uzadıya ideolojik gerekçelendirme yapabiliyor olmak, nefsanî bir kavgayı ideolojik kılmaz. Bazı güdük, ham, olmamış ve olamamış tiplerin izlediği bu yolun sonu en çok Facebook’ta beğeni toplamak ve Twitter’da retweet kazanmak ve güdük şahsını sanal planda parlatarak şöhret bulmaktan öteye gitmez. Marifet buysa, bu gayenin mihmandarı da hepsinden daha samimi bir hâlde Aleyna Tilki’dir!

Asıl marifet İbda Hikemiyatında geçtiği üzere şudur:
“Dedi ki:
- (Mihnetle hizmet eden çoktur. Hizmet ettiğini minnet bilenlerse az... Çalışın ki, hizmette bulunduğunuzu minnet bilesiniz. O zaman şikâyetçiniz olmaz!)” (3)
 
Dipnotlar
(1) Gölge - Aylık Siyasi Dergi, 1 Nisan 1976 - Yıl:1 - Sayı:5.
(2) Salih Mirzabeyoğlu, İdeolocya ve İhtilâl, İBDA Yayınları Beşinci Basım. Sh. 8.
(3) Salih Mirzabeyoğlu, Kökler, İBDA Yayınları 2. Basım. Sh. 105.

Baran Dergisi 538. Sayı