Geçtiğimiz seneleri nisbet alarak Türkiye ekonomisine bakacak olursak, istatistikî bakımdan gerçekten de ciddî bir büyümeden söz etmek mümkün. Bu bir gerçek… Diğer taraftansa, Türkiye ekonomisi büyüdüğü nisbetle kökleşmeyen, derinleşmeyen bir ekonomi. Bir balon gibi şişiyor, ama içi boş... Bunun birden fazla nedeni var, yazımız içerisinde değinmeye çalışacağız. İlk olarak Dünya Bankası’nın Türkiye ekonomisiyle alâkalı olarak hazırlamış olduğu ihracat raporuyla yazımıza başlayalım.

Dünya Bankası’nın hazırlamış olduğu rapora göre Türkiye, her ülkenin üretimini gerçekleştirebildiği, pazarı daralan tekstil ürünlerinin ihracatını gerçekleştiriyor. Tekstil ürünlerinin haricinde de düşük fiyatlı ve talebi olmayan ürünlerin ihracatında uzmanlaştığının altını çiziyor. Aynı raporda dikkat çeken bir diğer husus ise Türkiye’nin montaja dayalı ihracat yaptığı eleştirisi oldu.

Türkiye’nin ihracat kalemlerine Dünya Bankası’nın getirdiği tenkitlere baktığımızda dikkatimizi çeken hususları sıralayacak olursak; düşük yatırımlı orijinal olmayan ürünler, montaj sanayisi, global çapta marka sahibi olamamak, tasarım, inovasyon ve AR-GE’de geri kalmışlık. 

Ürün

Üretimi Türkiye’de gerçekleştirilen ürün çeşitliliğine bir göz attığımızda, yalnızca ucuz şekilde üretilen ve sürümden yüksek kârlılık hedeflenen üretimin yapıldığını net olarak görebiliriz. Hazır gıda ve tekstil kalemlerindeki üretim büyüklüğü, sermayenin, diğer sektörlerdeki riskli ve yüksek maliyetli yatırımlara yanaşmadığını gözler önüne sermektedir.

Ayrıca Türkiye sanki hazır giyim ve tekstil alanında devmiş gibi algılanıyor olsa da, dünya çapındaki 1 trilyon 800 milyar dolarlık pazar içerisindeki payı sadece 30 milyar dolar.

Kapitalist sermayenin merkezî algısı, yüksek kârlılık ve risk almamak üzerine kuruludur. Ülkemizde de görüldüğü üzere sermaye riske girmekten kaçınmakta, yüksek kârlı hazır bulunan sektörlere yatırım yaparken diğer alanlarda yatırım yapmamaktadır. Bu durum, millî ürün ve marka önünde başlı başına engel teşkil etmektedir. Öyle ya dünya çapında kabul görmüş bir markanın burada distribütörlüğünü yapmak, taşeronluğunu yapmak ve çilesiz kâr elde etmek varken, mevcut anlayış içinde sermaye neden kendisine yeniden pazar açmaya çalışsın ki?

Montaj Sanayi

Türkiye ihracatının başında gelen kalemlerden birisi de montajı burada yapılarak ihraç edilen ürünlerdir. Otomotiv sektörü başta olmak üzere birçok sanayi mamulünün Türkiye’de yalnızca montajı gerçekleştirilmekte ve bu ürünler ihracat kalemine sanki Türkiye’nin üretimi ve ihracatıymış gibi kaydedilmektedir.

Yabancı yatırımcı, ucuz iş gücü, düşük sosyal güvenlik standartları, devlet teşvikleri ve coğrafî konumu hasebiyle Türkiye’yi tercih ediyor. Üretiminin montaj kısmını Türkiye’de gerçekleştiriyor. Karşılığındaysa istihdam sağlamaktan başka Türkiye’ye en ufak katkıları olmuyor. 

Montajı gerçekleştirilecek parçaları kendi ülkelerinden ithâl ederken öyle rakamlar belirliyorlar ki, satıştan sonra elde edilen gelirden masraflar düştükten sonra vergi dahi ödemiyorlar.
Yabancı yatırımcının yerli ortaklarına dönecek olursak; AR-GE, tasarım ve marka gibi alanlarda yatırım yaparak yerli ürünler ortaya koyması gereken yerli yatırımcı, bu riske girmiyor. Yabancı firmaların hazır ürünlerinin montajının yapıldığı montaj ortaklığı ve bayiliğe yatırım yaparak global bakımdan ellerinde kalan üç kuruşla tatmin oluyorlar.

Devlet ise işsizlik rakamlarının düşmesiyle yetiniyor ve kaçınılmaz olarak bir kısır döngü oluşuyor.

Aşağıdaki satırlar, Üstad Necib Fazıl’ın montaj sanayiine bakışını göstermektedir:
- “Batı adamının, cihazını, âletini, parça parça her şeyini dışarıdan getirdikten sonra plânını, mühendisini, baş ustalarını, hattâ birçok dalda hammaddesini ve muharrik kuvvetini bile Batıdan devşirip, çocukların resimli takozları gibi burada düzene sokturduğu, ismine “montaj sanayi” denilen, bir de utanmadan firmasına “Türk” sıfatı eklenen fabrika soyu, Büyük Doğu ideolocyası gözünde (teknoloji) fahişeliğinin en sefil ve rezil şeklidir.

Dünya Bankası’nın bugün Türkiye’yi tenkid ettiği rapor, Üstad Necib Fazıl’ın yıllar evvel Türkiye ekonomisine koymuş olduğu teşhistir. Üstad’ın koymuş olduğu teşhisi bugün Dünya Bankası Raporuna bakarak idrak edenler, kaybedilen zamanı bir kenara koyarak, yine Üstad’ın teşhisine nisbetle ortaya koymuş olduğu tedaviye sıkıca sarılmalıdırlar. 

Tasarım, İnovasyon ve AR-GE

Türkiye, yabancı ülkelerin montaj üssü olması, sermaye grublarının montaj ortaklığından başka bir yatırıma yanaşmaması ve devletin de orta ölçekli şirketlerin çalışmalarını layıkıyla desteklememesi hasebiyle Araştırma Geliştirme açısından orjinalitesi olan, dünya çapında ekonomik değer hâline gelmiş tek bir ürün ortaya koyabilmiş değildir. 

AR-GE gibi farklı ürünlerin terkib edilmesinden meydana gelen inovasyon ve tasarım gibi alanlarda da Türkiye’de üretilerek uluslararası pazarda değer hâline gelmiş tek bir ürün bile yoktur. 
Üstad Necib Fazıl’ın bu konuya nasıl bir bakışı olduğunu söylemek gerekirse:

- “Makineyi yapacak makineyi yapabilme ehliyeti meydana gelinceye kadar, idealimiz madde hünerine malik ellerde esir bilinecek; ve o zâlim madde boyunduruğundan kurtulmak için, müspet bilgi fedâileri, gerekirse gece uykularını 1 saate indirecek ve millet kepekle toprağı karıştırıp yiyecektir.

Makineyi yapacak makineyi yapabilme ehliyeti başlar başlamaz da, eser ne kadar iptidaî olursa olsun, baş tâcı edilecek ve meselâ yabancı bir elçiliğin davetine, yerli yapı külüstür bir otomobille giden Başbakan, herhangi lüks bir Avrupa veya Amerika arabasiyle gitmekten çok üstün bir tesire ve ona göre kelâm hakkına sahip olacağını bilecektir.

Sonuç Olarak

90 küsûr senelik Türkiye Cumhuriyeti’nde şekillenen ekonomi anlayışı, diğer temel anlayışlarda olduğu gibi birçok şeyin gerçekten de nasıl olmaması gerektiği noktasında son derece kıymetlidir. 
 2023 senesi için Ak Parti hükümetinin koymuş olduğu 500 milyar dolarlık ihracat hedefinin ekonomi politikası, mevcut ekonomi ve seyredilen rotaya göre hiçbir kıymeti yoktur. Mevcut şartlar içerisinde değil 500 milyar, 1 trilyon dolarlık ihracat gerçekleştirilse bile Türkiye’nin gerçekten de derinliğine ve genişliğine bir ekonomisi olduğundan bahsedilemez. Mevcut anlayış ile son 10-11 senede istatistikî bakımdan meydana gelen büyümenin toplumun büyük bir kesimine yansımadığını göz önünde bulunduracak olursak, ekonomi anlayışında radikal değişiklikler ve tedbirler alınmaksızın gerçekçi bir büyümeden söz edilemeyeceği aşikârdır. 

Dergi sayfalarımızda bahse konu olan birçok meselede ifâde ettiğimiz gibi ekonomide de yeni bir anlayış ve yeni bir dile ihtiyacımız var. Batı’nın meydana getirdiği ve içinde yer aldığımız ve bize dayatılan piyasa ilkeleri çerçevesinde, Batı ile aramızdaki asırlık farkı bin yılda bile kapatamayız. Öyleyse ekonomi alanında da teknik bakımdan olmasa bile yepyeni bir anlayış ortaya koyup, rekabetin kurallarını belirleyici olmamız gerekmektedir.

Osmanlı Devleti’nin kuruluşu safhasında bir beylik iken, Doğu Roma pazarları üzerinde nasıl hâkimiyet kurduğu bu gözle yeninde incelenmeli ve zamanın şartlarına göre bu işin nasıl yapılacağı devletin ekonomi politikası hâline getirilmelidir. Böyle bir devlet politikası karşısına dikilmesi muhtemel urlaşmış sermaye grublarına hayat hakkı tanınmamalıdır. 
Milletimiz, üç kuruş karşılığında sömürülen emeğini ulvî ideal istikametinde sarf etmeye can-ı gönülden razıdır. Soma’daki maden kazasından sonra yaşanan enstantaneler bu söylediğimizin hakikat olduğunun delilidir.

Baran Dergisi 386. Sayı...