Dalından kopup düşen bir yaprağın bile belli bir ahenk içinde hareket ettiği şu dünyada, Türkiye dışında neredeyse bir asırdır her gün başka bir cihete savrulduğu için düşmeyi bile beceremeyen başka bir memleket var mıdır? Muhtelif siyasî iktidarlar ve hattâ bazen aynı iktidarlar elinde, bir gün o tarafa, öbür gün bu tarafa çekilen, buna karşılık gidişatın bir düşüş olduğu gerçeğiyle bile yüzleşemeyen, esen rüzgârın savurmasıyla daha yüksekten düşmekten başka faydası olmayacak yukarı yönlü hareketi bile ilerleme/tekamül şeklinde telâkki eden başka bir ülke yoktur herhâlde, değil mi? Belki hâli hazırda yok; fakat Türkiye ile aynı yollardan geçip, tıpkı onun gibi kontrolsüz ve dipsiz bir düşüşe özenenler yok değil… 

Kürtler meselâ. Cumhuriyetin kuruluşu döneminde, Batıda popüler olan ve Batılının gözüne hoş gözüken ne kadar kavram varsa sözlük anlamına bile bakmadan alıp, bunları parola hâline getirip, milletimize dayatan Türkiye’ye özenen Kürtler!

Faşizme karşı şovenizm, emperyalizme karşı kuyrukçu düzen, kapitalizme karşı Amerikan bayraklı komünizm, çölün orta yerinde ekoloji siyaseti, feminizm, cinsî sapıkların eşitliği gibi her biri bir diğeri ile tenakuz içinde olan kavramlar üzerine bina edilmeye çalışılan, adına da “yeni bir kültür ve düzen” devrimi denen çarpıklığın mimarları, Kürtler!

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu diyor ki; “…Kemâlizm'in asıl buğz edilmesi gereken tarafı, ne İslâm karşıtlığı, ne dış yüz devrimleri, sadece idrakı iğdiş etmiş olmasıdır...” Bugün Suriye’nin Kuzey ve Doğusunda işletilen kantonlarda ve HDP çevresinde “bilinçlenme” adı altında gerçekleştirilen eğitim faaliyetleri ile yapılan yayınlar ve konferansların da aynı şekilde idraklerin iğdiş edilmesi hâmlesi olduğu, yukarıdaki idealize edilen tezat örgüsüne bakıldığında açık seçik görülüyor.

Amerika, İsrail, Rusya ve Avrupa’nın Ortadoğu stratejisinin başlıca hedefi, bu bölgede hakiki bir İslâmî dirilişin gerçekleşmesine mâni olmak. Ne kadar açık ve net değil mi? Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Devlet-i Aliyye’nin parçalanması, parçalara ayrılan coğrafya üzerinde “İslâm düşmanlığı” müşterek paydasında hareket eden unsurlar ile oligarşik düzenler kurulması ve ilerleyen zaman içinde dikiş tutmayan yerlere darbe ve işgâl yoluyla yapılan müdahalelerin hepsi, Batı’nın yukarıda işaret ettiğimiz stratejik hedefi çerçevesinde gerçekleştirildi. En son yaşanan ve hâlen sürdürülmeye çalışılan Arab Baharı ve neticeleri ortada. 

Türkün de Kürdün de varlıklarını idame ettirmek için köklerine dönerek, hakiki bir İslâmî dirilişe yol aramaları gerektiği yerde, bunun tam tersi bir yol izleyip, Batılıların Türk ve Kürdü önce mânâ ve ardından madde planında imhâ etmeye yönelik stratejisine ortak olmaları, hiçbir ideolojik gerekçelendirmeyle izah edilemez. 

Cumhuriyetin ilk yıllarında, Kemalistlerin, Batılıların bu stratejisine ortak oluşları sanki mecburi bir taktik manevraymış gibi lanse ediliyordu. Fakat ilerleyen yıllarda görüldü ki, esasında bu iş taktik falan değildi; öyle bile olsa, böylesi maymunvâri taklide dayanan taktik ile zevahiri kurtaracağına inananlar, günün sonunda karşı tarafın stratejisinin ayrılmaz bir parçası ve yılmaz savunucusu kesiliyorlar.
Hâsılı kelâm, bugün Kürtlerin izlemek için can attığı siyasetin daha önce denenmiş ve başarısızlıkla neticelenmiş Türkiye Cumhuriyeti gibi koskoca bir örneği orta yerde dururken, aynı şeyleri yapıp başka netice beklemek nereden bakarsak bakalım ahmaklıkla eş değerdir. 

Türkiye’nin Suriye Politikası
Türkiye’nin Suriye meselesinde iki ana başlık var. Bunlardan biri, Fırat’ın doğusundaki PKK/YPG unsurları ve onları destekleyen Amerika. Diğeri ise Fırat’ın batısında Esed’a bağlı Şiî milisler ile onların arkasındaki Rusya.

Türkiye bir yandan Rusya ile Esed ve Şiî milislerin saldırılarından dolayı meydana gelmesi muhtemel yeni bir göç dalgasına karşı Astana sürecini yürütürken, diğer taraftan Türkiye’deki mültecileri yeniden Suriye’ye geri döndürecek saha açmak üzere Amerika ile “Güvenli Bölge” anlaşması üzerinde çalışıyor.

İşin doğrusu, Suriye’de yer alan birçok yerli unsur ve bunlara hamilik eden Amerika, Rusya ve Avrupalı devletler arasında bir siyaset izlemek ilk bakışta gerçekten de zor görünüyor. Evet, bu unsurların herbirinin kendince bir siyaseti varken, kendine ait tutarlı ve kararlı bir siyasetin olmaz ve herkesin gönlünü hoş tutmak yoluna gidersen hakikaten de zor. Buna karşılık, ne istediğini bilir ve buna göre fiilî durumları değiştirecek aksiyonu sergileyen taraf olursan ve karşı tarafta yer alanları, değişen yeni durumlara göre konumlanmak zorunda bırakırsan, aslında kolay bir iş.

Yazının başında, Amerika, İsrail, Rusya ve Avrupa’nın bölgede izlediği hedefin, hakiki bir İslâmî dirilişe engel olmak olduğunu ifâde etmiştik. Bugün Türkler, Kürtler ve bölgedeki sair Müslüman milletlerin hiçbiri Batı’nın bu hedefini bozacak bir strateji üretemediğine, yani İslâmî bir diriliş hedeflemediğine göre, bunun dışında bölgede kim ne yaparsa yapsın, her şeyin aslında Batı’nın stratejisine hizmet ettiğini anlamak bu kadar güç mü?

“Güvenli Bölge”
Türkiye ile Suriye’nin kuzeyi ve doğusunda bulunan YPG’nin Amerika Birleşik Devletleri aracılığıyla uzun bir süredir görüştüğü bilinmekteydi. Geçtiğimiz hafta bu görüşmeler neticesinde bir “güvenli bölge” kurulacağı ve bunun koordinasyonunu Amerika’nın yapacağı duyuruldu. 

Anadolucu kimliğimiz dolayısıyla Türkler ile Kürtler gibi Anadolu’nun siyasî birliğinin ayrılmaz birer parçası olan iki milletin birbiriyle çatışmasını elbette istemeyiz. Dolayısıyla askerî müdahaleden ziyade bir anlaşmaya varılmış olması elbette iyi bir gelişme; fakat 1000 senedir bir arada yaşayan, müşterek payda olan İslâm’a hizmet uğruna aynı safta vuran, vurulan Türk ve Kürt milletlerinin, bugün bir sınır güvenliği meselesi noktasında görüşmek için Amerika’nın hakemliğine başvurmak zorunda kalmış olmaları, her iki taraf tarihi açısından da kapkara bir lekedir. Aynı zamanda Batının stratejik hedefine ulaşması için de bulunmaz nimettir.

Amerikan askeri, dünyada adımını attığı nereye huzur ve refah getirmiş ki bugün Kürtler ile Türkler arasındaki meseleye çözüm getirsin. Bilâkis, dünyada güvenli bölge diye bir yer aranacaksa, orasının Amerika’nın ve diğer emperyalistlerin olmadığı yer olduğunu bilmek icab etmez mi?

İdlib
Türkiye’nin Fırat’ın doğusundaki Amerikan destekli PKK/PYD siyasetinin başarısızlığının ceremesini çeken ne yazık ki İdlib. Her ne kadar Astana’da Türkiye, Rusya ve İran arasında bir mutabakata varılmış olduğu iddia ediliyorsa da, Türkiye’nin ÖSO’yu Fırat’ın doğusunda PKK/PYD’yi hedef alacak bir operasyona göre konuşlandırması, İdlib’i, Esed’a bağlı Şiî milisler için açık hedef hâline getirdi.
Mutabakat zaptı çerçevesinde; Türkiye, İdlib’ten rejim ve Rus kuvvetlerini hedef alan bir saldırı gerçekleşmeyeceğini taahhüt ederken, Rusya ve İran ise buna karşılık olarak İdlib’e herhangi bir saldırı gerçekleşmeyeceğini taahhüt etmişlerdi. Görüşmelerin başladığı ilk günden bu yana birkaç zirve yapılmış ve bölgedeki Amerika ile Avrupa’ya karşı mutlu/kutlu fotoğraflar paylaşılmış olmasına rağmen her iki taraf da taahhüdünü yerine getirmedi ve İdlib’i hedef alan saldırılar da her geçen gün arttı. Esed rejiminin adeta yoklama çekercesine bölgedeki Türk kontrol noktalarını hedef alan saldırıları ve taciz ateşlerine karşı, Türkiye’nin vaziyeti Rusya’ya bildirmekten başka bir adıma yanaşmaması neticesinde, yaptığının bir karşılığı olmayacağının şuuruna eren Esed rejimi, İdlib’deki Türk kontrol noktalarından 9 numaralı olan Morek’deki Türk askerini kuşattı. Bundan önce Esed rejiminin daha ilk taciz girişimlerine şiddetle mukabele edilmiş ve vaziyeti ondan sonra Rusya’ya bildirme yoluna gidilmiş olsaydı, bugün böyle bir manzara ile karşılaşılmayacaktı.

İdlib’de 3 milyon civarında sivil bulunuyor ve eğer ki Esed ile beraber hareket eden Şiî milisler burayı ele geçirecek olursa, onların de mülteci olarak Türkiye’ye gelmekten başka bir çareleri kalmıyor. Hâl böyle iken Rusya Devlet Başkanı Putin’in, Fransa seyahatinde Macron ile yapmış olduğu görüşme esnasında, “İdlib’de yeniden sahada olacağız.” diye açıklama yapması, Türkiye’nin bu mültecilerle alâkalı Avrupa’yı yeterince uyarmadığı yahut bugüne kadar blöf yapa yapa inandırıcılığını kaybettiği gibi anlamlar taşıyor.

Türkiye’nin Tutarsız Siyasetinin Sebebi
Türkiye’nin izlediği tutarsız siyaset ile bugün Türkiye’de Ak Parti’ye yönelik olan teveccühün git gide eriyor olması aslında hep aynı sebebe bağlı olarak gelişiyor. 

Bir gayeye bağlı olmasa bile vermiş olduğu bunca eser, sağlamış olduğu hizmet ve hastalık çapına ermiş demokrasi havasına rağmen Ak Parti iktidarı üzerinde bir araya gelen bu nefret duygusu nereden doğuyor?

Gençler, liberaller, demokratlar, sağcılar, solcular, sanatçılar, sermayedarlar ve toplumun farklı kesimlerinin hepsinin birden bu iktidara karşı duymuş olduğu nefretin sebebi ne?

Muhtemeldir ki Tayyib Bey’de bu suâli kendi kendisine ve yakın çevresine soruyordur: “Bunca eser verdiğimiz ve daha önce hiç bilmediği hizmetleri ayağına kadar ulaştırdığımız halkın en azından yarısının bizden nefret etmesinin sebebi ne ola ki?” 

Erdoğan liderliğindeki Ak Parti iktidarı gerek içeride, gerekse dış politikada gerçekten de birçok iş yaptı; fakat bu işleri birbirine eklemlendirerek verimli kılacak mücerret dava mihrakına bağlayamadı. Yapılan tüm bu işler kemmiyet hamallığının ötesine taşınarak keyfiyete ulaştırılamadı. Neticesinde de ortaya koyduğu iş ve eserlere karşı iltifat gün geçtikçe azalırken, ne yapacağını bilmediği için apışma devresi açılmış oldu. Ak Parti’nin madde planındaki başarısına karşılık, mânâ eseri verilemediği, ortaya bir ruh ve fikir ideali konulamadığı, ortaya konulan eserler büyük fikrî ve içtimâî davaya bağlanamadığı için bugün bu nefret halkası her geçen gün genişlemektedir.

Ak Parti iktidarının bütün açıklarını madde eseri vermekle kapatabileceği zannından ileri gelen mevcut apışma hâlinden, yukarıda bahsettiğimiz çapta yeni bir ruh hamlesi ile çıkamaması hâlinde, son demlerini yaşadığı artık her kesim açısından malûmdur. 

Ak Parti’ye bugüne kadar kesintisiz bir şekilde teveccüh edilmesinin yegâne sebebi, Müslüman Anadolu’nun CHP ve onun kurduğu ruhî iklime duyduğu nefretti. Ak Parti en hasbî duygulardan biri olan nefreti işletmek ve onu bir takım ana fikirlere bağlayıp, fikirlerin getireceği sert, ezici ve samimi davranışlar sergileyemedi ve bu sebeble büsbütün hedefsiz kaldı. Büyük davayı muvazaacı bir yaklaşımla iç ve dış polemiklere mahkûm etti, topyekûn bir aksiyona girişemedi. Bu yüzden de 17 senedir iktidar koltuğunda bulunmasına rağmen hâkim olamadı ve bu hâkim olamayışı sürekli dış sebebler ile izah etmek suretiyle kendi kendisini kandırarak, bugünkü manzaranın başlıca müsebbibi yine kendisi oldu.

Türkiye’de her yerinden çelişki damlayan birbirinden farklı birçok konuyu ele alıyoruz; fakat yeri geldikçe birbirinden ayrı gibi görünen bu çelişkilerin kaynağını, yani esas sebebi de ortaya koymamızın şart olduğunu düşünüyoruz. 

Çelişkiler Yumağı
Biz bu sayıda yalnız Suriye planından ele aldık belki ama Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni baştan sona kuşatmış bulunan çelişkilerin sebebi teşhis edilip çözüme kavuşturulmadığı ve yapılan işleri birbiriyle verimli kılacak gaye ve vasıta bir fikir sistemine bağlanılmazsa bu çelişkilerin çözüme kavuşturulmak yerine her geçen gün derinleşeceği artık anlaşılmalı.

Türkiye ve İslâm Âlemini hedef alan saldırılara dönecek olursak. Tekrar tekrar ifâde etmekte fayda var; Batı’nın bölgedeki biricik hedefi, hakiki bir İslâmî dirilişin gerçekleşmesini engellemek. Bu bölgede yer alan unsurlardan Türk, Kürt ve Arablar, Batı’nın bu esas hedefini boşa çıkartacak hakiki bir İslâmî diriliş stratejisi benimsemedikleri müddetçe, yapılan her olursa olsun son tahlilde Batı’nın hesabını bozmayacaktır. Ne kadar maddi gücün olursa olsun, nihayetinde onu kullanacak insandır.


Baran Dergisi 658. Sayı