Türkiye siyaseti ve medyasına baktığımızda, her tarafa atfedilen çeşitli sıfatlar görüyoruz. İsrail, bölgede gayesine ulaşmak için karışıklıklara sebeb olan, fitneci. Amerika, dünya çapındaki ahlâksızlık ve adaletsizlik şebekesinin pompası olduğu için şeytan ve kendi menfaatinden öte Yahudi adına tetikçilik yaptığı için de ahmak. Avrupa, faşizmanın epey ötesindeki Nazizma zihniyeti dolayısıyla, hasta. Rus, zaten Moskof ayısı. Ehl-i Sünnete olan düşmanlığıyla Yahudi ve Batılılara parmak ısırtan İran, hain ve sinsi. Beşar Esed, Suriye’de tarafı olduğu katliam dolayısıyla, katil. Barzanî, pek de anlamadığı aşikâr olan siyaseti kurcalayıp elinde patlattığı için, beceriksiz. Milletlerarası konjonktürün altında kalacaklarından habersiz bu rüzgâra yelken açan Suriye’deki Kürtler, terörist. Tüm bu ifâdeleri doğru kabul ettiğimizi varsayalım ve soralım: Peki, o zaman Türkiye kim veya ne?
***
Yahudi ve Amerika’nın emrinde, Anadolu’nun mânâsına kasteden FETÖ ile ne için mücadele ediliyor?
Barzanî yahut PKK-PYD’nin Türkiye’nin güney sınırında bağımsız bir devlet teşkil etmesi niçin rahatsız ediyor?
Rusya ve Esed’in zulmünden İdlib’e sığınan mazlumları kollamak ve yine Suriye’den gelen mültecileri barındırmak ile Türkiye’nin ne alâkası var?
Almanya başta olmak üzere Avrupalıların Türkiye sınırları içinde çeşitli faaliyetlerde bulunmaları niçin sorun teşkil ediyor?
İran’ın Irak ve Suriye coğrafyasındaki Şiî yayılmacılığı ile Türkiye’nin niçin sorunu var?
Afrika ülkelerindeki yoksullukla mücadele niçin Türkiye’nin gündeminde?
Myanmar’da yaşanan mezalim Türkiye’yi niçin ilgilendiriyor?
Birleşmiş Milletler Güvenlik Teşkilâtının yapısı Türkiye tarafından niçin gayr-ı meşru kabul ediliyor?
İçeride ise; başörtüsünün serbest bırakılması, müftülere nikâh kıyma yetkisi verilmesi, şehit cenazelerinde Itrî’nin Tekbir’inin çalınması, faizin kaldırılmaya çalışılması, ahlâk manzarasındaki pespayelikten duyulan rahatsızlık ve saire, niçin Türkiye’nin meselesi oluyor?
***
Türkiye Cumhuriyeti, resmî seviyeden ele alındığında lâik, Batıcı, Kemalizm prensiblerini kendisine şiar edinmiş, dış politikası “yurtta sulh, cihanda sulh” sloganına irca edilmiş, hukuku belli zümrelerin kendi aralarındaki anlaşmalara göre tertiblenmiş, medenî kanun vasıtasıyla aile müessesesi ve dolayısıyla cemiyeti temelinden tahrib edilmiş bir memleket.
***
Tenakuz ne kadar da derin değil mi? Bir tarafta resmî olarak dinsiz, meselesiz, hedefsiz, tarafsız, omurgasız, zalim ve ceberut bir kimlik taşıyan rejim; diğer tarafta ise adeta sahte kimlik taşır gibi bu rejimin dini, meselesi, hedefi, tarafı, omurgası ve şefkati (varmış) gibi davranan siyasî iktidar.
Belki de meselelerin çözümsüzlüğü, bu iki uçurum arasına sıkışıp kalmışlıktan kaynaklanıyor. Resmî olan şekliyle davranılacak olursa, zamanın şartları ve cemiyetin kahir ekseriyeti böylesi bir zihniyetin hâkimiyetine katiyen müsaade etmiyor; zamanın ruhu gereği davranıp, cemiyet ile mutabık bir düzenin resmiyet kazanmasına ise Türkiye’deki yerleşik düzenden nemalanan oligarklar müsaade etmiyor ve siyasîlerde onca (mış gibi)nin aksine böylesi bir kavgayı verecek iradeyi ortaya koyamıyor.
***
Irak ve Suriye’nin parçalanmaya çalışılması, İran’ı sistemden dışlar gibi yapılırken diğer taraftan önünün açılması, Suudî Arabistan’ın sekülerleştirilmesi, Gazze’de Hamas’ın ve dolaylı olarak Filistin’in düşmesi, Mısır’ın kayıtsız şartsız teslim alınması, Libya’nın yok oluşu, Avrupa’nın nazizmaya doğru yönelişi, Amerika’da vatandaşın siyasî iradesini kimin kullandığı ile alâkalı olarak yaşanan kaos, Çin ve Hindistan gibi ülkelerin kalkınma adı altında gelir dağılımındaki eşitsizliğin karikatürü hâline dönüşmesi, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulmuş, güç dengesine dayalı, hasbelkader yürüyen milletlerarası hukukun işlevini tamamen yitirmesi, bununla beraber milletlerarası müesseselerin tıkanması ve tüm bunlara eşlik eder mahiyette dünya çapında cereyan eden tersinden veya düzünden bütün gelişmeler, yalnız ama yalnız İslâm’a Muhatab Anlayış’ın Gerekliliğini doğrular mahiyette seyrediyor.
Böylesi bir konjonktürde yobaz Kemalist-yani hepsi-, eskiden olduğu gibi kendi kabuğuna çekilerek yeniden Müslümanlara eziyet etmek suretiyle bir düzen kuramayacağını; ekonomik sistemi adeta bir huniye çevirerek kendi cebine akıtan oligarklar, içinde bulunduğumuz vaziyeti sürdüremeyeceklerini; iktidar yalakalığı yaparak cebini doldurmayı alışkanlık hâline getiren dalkavuk ve parsacılar ise yaklaşan kıyametin evvelâ onların tepesinde kopacağını bir türlü kavrayamıyorlar. Bununla beraber, kendileri ortaya koyacak bir teze haiz olmadıklarından dolayı “anti-cilik” oynayan kesimler de, nihayet “haddini aşan zıddına inkılab eder” ölçüsünün canlı vesikaları hâlinde ortalıkta ucuz kahramanlık satmaya devam ediyorlar.
***
Üzülerek ifâde etmek durumundayız ki; Türkiye, eğer ki varlığını idame ettirmek istiyorsa, şuuraltında capcanlı duran mânâyı yeniden kuşanmalı, cemiyetimizle ve zamanın ruhuyla mutabık olan gayr-ı resmî kimliğini benimsemeli ve resmen ilân etmeli. Yani Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun Anadoluculuk bahsinde işaretlediği üzere,  Anadolu’nun, DEVLET-İ EBED MÜDDET idealinin BİNEK TAŞI hüviyeti yeniden benimsenmeli.
Aksi takdirde bugüne kadar hedefi ve gayesi açıkça beyan edilmeksizin “–mış” gibi yapılan onca işin zaman kaybından öte bir anlam taşımayacağı son derece açık...
***
Bu bahisler açılıp çözüme kavuşturulmadıkça, müstakil başlıklar hâlinde İsrail, Amerika, Avrupa, İran, Suriye, Irak, PKK-PYD, Barzanî ve hattâ ekonomi, adalet, erkek-kadın, eğitim ve sairenin konuşulmasının dedikodudan öte bir mânâ arz etmediği ve yarın da etmeyeceği artık anlaşılmalı.
Türkiye için bugün elzem olan, izlediği politikaları ve icraatları verimli kılacak “mânâlandırıcı mihrak”tır. Neden ve niçin suali cevablanmamış hareketlerden aksiyon değil, itiş kakış doğar. 

Baran Dergisi 562. Sayı