Esselâmü Aleyküm.

Nasılsınız?

(Av. Güven Yılmaz, iyi olduğunu söylüyor, Carlos’a kendisinin nasıl olduğunu soruyor.)

İyiyim, iyiyim. Sıcak gerçi burası ama mesele değil.

Bu arada –ramazan bayramı vesilesiyle- size gönderdiğim mektub ulaştı mı elinize, yoksa ulaşmadı mı hâlâ?

(Av. Yılmaz, Carlos’un yaklaşık iki ay önce kendisine gönderdiği mektubun henüz eline geçmediği bilgisini veriyor.)

Belli ki el koydular ona, biliyorum. Kahretsin! İçinde bir sürü şey vardı yazdığım. Neyse, bir çözüm yolu araştıracağım artık.

Bana soracağınız herhangi bir soru var mı peki?

(Av. Yılmaz, sorusu olmadığını, ancak Carlos dilerse, Türkiye’nin 24 Ağustos 2016 sabahı Suriye’nin IŞİD tarafından kontrol edilen Cerablus şehrine yönelik olarak bir askerî harekât başlatması ve Suriye topraklarına asker sokması üzerine konuşabileceğini söylüyor Carlos’a.)

Tamam, bundan bahsedelim.

Esas ismiyle “Şam Beldeleri”ndeki, aynı şekilde, şimdiki adı Irak olan “Fedailer Yurdu”ndaki çarpışmalar farklı seviyelerde devam ediyor. İdeolojik, kabileci, hizbî, mezhebî saiklerin yanı sıra, paralı askerlik veya emperyalist müdahale gibi diğer faktörler de bu çarpışmalarda ayrı ayrı rol oynuyor.

Türkiye’nin Suriye ile ilgili politikası ise, bana sorarsanız, çözüm getirici olmadı bugüne kadar.

Gönüldaş Erdoğan’a büyük saygım vardır benim. Halk adamıdır. Hakiki müslümandır, yâni başka bazı mülâhazalar sebebiyle müslüman görünen biri değil, Allaha inandığı âşikar hakiki bir mü’mindir. Gerçek bir Türk, vatansever bir Türktür. Ne var ki, Türkiye’nin Suriye’ye yönelik politikası hep yanlış olagelmiştir.

Hâlbuki en başından beri nötr kalmalıydı Türkiye bu konuda. Bölgenin İngilizler veya Fransızlar tarafından bölünmüş -I. Dünya Savaşı’ndan veya II. Dünya Savaşı’ndan bugüne gelen- sözkonusu sınırları sun’i olsa da, dolayısıyla sınırındaki ülkeler sun’i olsa da, böyle yapmalı ve nötr kalmalıydı. Bugüne dek birçok defa söylediğim gibi, tarihî bir hakikattir o sınırların sun’iliği.

Evet, Türk ordusu, Suriye sınırının karşısına geçip Cerablus’a girerek askerî bir müdahale gerçekleştirmiştir.

Büyükçe bir şehir olan Cerablus, uzun yıllar “İslâm Devleti”nin işgali altındaydı. Görünen o ki, fazla bir silâhlı direniş göstermeden geri çekilmiştir “İslâm Devleti”. Türk tankları da Türkiye tarafından oluşturulmuş Suriyeli muhalif birlikleriyle birlikte ilerlemiştir böylece.

Askerî bir bakış açısıyla bakıldığında, “İslâm Devleti” bakımından peşinen kaybedilmiş bir muharebe olarak görülebilir bu. Ne var ki taktik bir geri çekilmedir “İslâm Devleti” mücahidlerinin gerçekleştirdiği. Bu da oldukça iyi bir gelişmedir doğrusu. Ki bu sâyede, daha az Türk askerinin, daha az Suriye vatandaşınin, daha az müslümanın ölmesini umalım hepimiz.

Maalesef, tek bir savaş değil, bazen birbiriyle çelişen ama hepsi aynı zamanda gerçekleşen farklı savaşlar yaşanmaktadır bugün orada.

Bu çerçevede, Suriye hükümetinin kendi sınırlarını sağlama alma mülâhazasını da anlayabiliyorum. Onları anlıyorum gerçekten.

Türkiye’ye gelince; bugün yaşanan karmaşa, hükümet politikalarındaki yanlıştan dolayıdır. Tamam, bunda Gülenciler de belli bir rol oynamıştır ama gerçek budur.

Dikkat ederseniz, Gülencilerin bugüne kadarki tavrı, her hangi bir anlaşmaya daima karşı olmak şeklindeydi. ABD’nin emperyalist çizgisini takib ediyorlardı çünkü.

Sözkonusu emperyalist çizgi de, Ortadoğu’da bugün yaşanan tüm trajedilerin kökündeki, Irak’a yönelik olarak 1991’de başlatılan bombardımandan bugüne uzanmaktadır. Bir diğer ifâdeyle, yeni şeyler değil bunlar.

Türkiye sınırlarının tehlikeye girmesi ve bu şekilde gerekli olması durumu hariç, askerî bir müdahale olmamalıdır, gerekli de olmamasını ümid ederim. “Sınırlar” derken, Suriye ve Irak’ın bağımsız olmalarıyla –II. Dünya Savaşı öncesinde ve sonrasında- belirlenen bugünkü kanunî sınırları kastediyorum.

Diğer taraftan, sınırın Suriye tarafından Türkiye topraklarına yönelik olarak “İslâm Devleti” tarafından gerçekleştirildiğinden kuşkulanılan saldırılar sözkonusu. Ne var ki, o saldırıların herhangi birini de asla üstlenmiş değil “İslâm Devleti”. Dolayısıyla, bu saldırıları gerçekten onlar mı yaptı bilmiyoruz. Gerçekleştirdikleri saldırıları normalde üstleniyorlar zira. Tam olarak orada neler olup bitiyor bilmiyoruz doğrusu.

Sınırdaki durum ne olursa olsun, “İslâm Devleti”nin Türkiye’ye saldırmaktan ve Türkiye’yle bir savaşa tutuşmaktan elde edebileceği hiçbir çıkarı yoktur. Çünkü “İslâm Devleti”nin dışarıya açılan esas kapısıdır Türkiye. Dışarıdan kendisine gelecek destek bakımından, kendisine katılacak gönüllülerin girişi bakımından, özel operasyonlar gerçekleştirmek üzere ülke dışına çıkacak kadroları bakımından, bu böyledir.

Bir diğer mesele de, 1920’den bu yana tüm Türk hükümetlerinde bulunan “Kürt” takıntısıdır. Korkarım böyle de devam edecek.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, çoğu Kürt tarafından desteklenmekte ve onlardan oy almaktadır oysa. İyi bir müslüman olduğu için, kendisine dinî saiklerle destek verilmektedir Kürtler tarafından.
Kürt gerilla direnişi ise, pek öyle dinî bir mahiyet arzetmemekte, referans olarak marksist-leninist bir çizgi takib etmektedir. Bu da Sünnî müslüman olan Kürt nüfusunun çoğunluğu tarafından kabul görmemektedir.

Böyle de gidiyor mesele…

Her ne olursa olsun, bugün yaşanan böylesi hâdiselerin ilk sorumlusu, Türkiye’deki hükümetlerdir. Hükümetler bakımından da, Kemal Atatürk’ün 1938’de ölümünden bugüne, Erdoğan’ın mevcud hükümeti kadar popüleri, halkça bu kadar fazla destekleneni gelmemiştir. Bu bakımdan, hükümet bu meseleyle gerektiği gibi ilgilenmelidir, gerektiği gibi hâlletmelidir. Nasıl ki Gülenci kanseri bugün bünyeden temizliyorlar; aynen öyle.

Gülenciler demişken, en tehlikeli insanlardır bunlar. Çünkü tanınmazlar, açık değillerdir, kendilerini saklamışlardır, doğrudan ABD istihbarat servisleri tarafından güdülmektedirler.
Bu vesileyle, dünyanın o bölgesindeki Kürt gerillalarının da, Kürt halkının tarihî hakları resmî bir anlaşma ile tanındığı ânda, bu korkunç savaşlar içerisinde, Suriye savaşı içerisinde manipüle edilmeyi bırakacaklarını umuyorum.

Unutmayınız ki Kürtler, yaklaşık 2500 yıl öncesinde geldiler o bölgeye. Türklerden 1000 yıl önceye tekabül eder bu. Tatarlar haricinde, herkes Türklerden önce gelmiştir oraya. Yalnızca Tatarlar, Türk imparatorluğu kurulduktan sonra gelmiştir. Çoğu Tatar da Türkiye’ye değil, Kırım’a yerleşmiştir zaten.

Türkiye’nin Cerablus’u işgal etmek için iyi bir stratejik gerekçesi olduğunu tahmin ediyorum ama benim nazarımda budur durum.

“İslâm Devleti” adına gerçekleştirilen belli şeyler bakımından ise, benim reddettiğim husus şudur:

Hayranlık uyandıran ve binlerce yıllık geçmişi bulunan, artık dünya mirası bir referans olan ve Kur’ân vahyinden, hattâ İncil vahyinden çok yıllar önce ortadan kalkmış dinî medeniyetleri aksettiren tarihî mahallere yönelik olarak gerçekleştirilen saldırılar yanlıştır.

Kaldı ki, Peygamber Efendimizin sahabîleri olsun, dönemin tüm büyük müslüman şahsiyetleri, bir nesil zarfında dönemin en büyük imparatorluğunu kuran müslüman şahsiyetleri olsun, hepsi –artık yaşayanı ve yaşatanı kalmamış- tüm o tarihî unsurların, taşların, sanatların, heykellerin mevcudiyetine saygı gösterirken, bunları kırıp dökmemiş ve yağmalamamışken, sözkonusu kültürel mirasa hürmet gösterirken, “İslâm Devleti”nin işgalinin ardından Suudî Arabistan ve bazı Körfez ülkeleri veya emirlikleri tarafından yönlendirilen ve oralardan tonla para alan o güyâ vahhabîlerin, “neo-vahhabîler”in Palmira’da yaptıkları gibi –ki onlar gelene kadar Batılılarca da yağmalanmıştır orası- davranışlar hiçbir şekilde kabul edilemez.

Suudîler Amerikalıları desteklerken, Irak’ın 2003’te ABD tarafından emperyalist işgalini mağlubiyete uğratmış İzzet İbrahim el-Durî’nin, yâni Iraklı Baasçı kardeşlerimizin ve o bölgedeki tüm Sünnî müslüman çoğunluğun, bütün bu kahramanların, sözkonusu insanlık mirasını ve orada hâlâ temsilcileri kalmış bazı tarihî azınlıkları yok etmeye tevessül edebileceklerini hiç zannetmiyorum.
Bunu saymazsak, kendilerinden hoşlanalım veya hoşlanmayalım, tüm dünyada faaliyet gösteren ve emperyalist, sömürgeci, siyonist düşmanı, müttefiklerini ve ajanlarını Suriye’de göğüsleyen “İslâm Devleti”ne sempatim vardır benim.

Sonuç olarak, Türk hükümeti, politikalarını tarihî gerçekliklere derinlemesine, evet “derinlemesine” adapte etmek zorundadır bana göre. Öbür türlü, herşeyin sonunda kazanacak tek mihrak, siyonist-emperyalist taraf olacaktır. Savaşın her iki safında da müslümanlar, gerçek müslümanlar, iyi müslümanlar savaşmaktadır zira. Tarihî hakları için savaşan Kürtler için de durum çoğunlukla bu çerçevededir.

Düşünsenize, düşman niçin bombardıman yapıyor ve özel kuvvetlerini gönderiyor belli operasyonları koordine etmek için? O bölgenin hep kaynamasını istiyorlar da ondan.

Türkiye, bölgede ve müslüman dünyada, referans olarak gösterilen bir güç olmalıdır. Fakat, tüm o çatışmalar yüzünden böyle değildir bugün.

Bütün çatışmaların sonlanmasını ve Türkiye’nin tarihî rolünü yeniden üstlenmesini umalım.

Lâ ilâhe illâllah, Muhammmedun Rasûlullah.

Bitirirken; Furkan dergisi ulaştı bana. Teşekkür etmek üzere Saadeddin Ustaosmanoğlu’na yazacağım. Dergiye baktım, başarısızlığa uğratılmış Gülenci darbe sırasında şehid düşen kardeşlerimizin fotoğraflarını gördüm, çok güzel yapmışlar. Bana gönderilen Furkan’ı, dergiyi seven bazı komşularıma verdim şu ân.

Meslekdaşlarınıza selâm söylüyor, Kumandan Mirzabeyoğlu’na ise hürmetlerimi sunuyor, en güzel devrimci selâmlarımı gönderiyorum.

Selâmetle kalın.
 
27 Ağustos 2016
 
Baran Dergisi 503. Sayı