On İki Öfkeli Adam, İngiliz yazar Reginald Rose’un 1954'de kaleme aldığı bir oyun. Kendi memleketinde meşhurluğu bir yana, bütün dünya tarafından bilinmesi ve klasikler arasına girmesi Amerikalı yönetmen Sidney Lumet’in hikâyeyi senaryolaştırarak filmleştirmesiyle oldu. Henry Fonda gibi yetenekli bir aktörün başrolünü oynadığı film, 1957 yılında ilk defa gösterime girdi ve zaman içerisinde bütün dünya tarafından seyredilen-bilinen bir klasik olmayı başardı.
 
Oyunun kısa hikâyesini aktaralım:
Latin Amerikalı bir genç adam, babasını öldürdüğü gerekçesiyle cinayetle suçlanır. Sanığın kaybettiğini söylediği bir bıçak ise cinayetin işlendiği odada bulunmuştur; gencin mahkemeye sunduğu savunma zayıftır ve olan biteni duyduklarını söyleyen pek çok tanık vardır. Sanık suçlu bulunduğu takdirde idama mahkûm edilecektir. Jüri sonuçları pek de şaşırtıcı değildir: 12 jüri üyesinden sadece sekiz numaralı jüri üyesi Davis 'suçsuz' hükmü yönünde oy vermiştir. İdam cezasının verilebilmesi için ise jüri üyeleri arasında “oybirliği” şartı vardır. Davis’in tek başına jüri üyelerini ikna etmeye çalışması esnasında her jüri üyesinin 'suçlu' kararı vermesinin arkasında ise, aralarında yabancı düşmanlığı, kanuna aşırı güven, çoğunluğa uyma, geçmişle hesaplaşma, umursamazlık, bir an önce bitirip -yani, idam hükmünü verip- işine gücüne bakma gibi farklı kişisel sebepler olduğu ortaya çıkar…
 
Hukuk, adalet, suç, suçlu gibi kavramların ele alındığı hikâyenin ana örgüsü esasında bunlardan daha öte olarak hakikati savunan bir adamın tek başına 11 kişiyi nasıl ikna ettiğinin de anlatımıdır. Bu durum bize Baran Dergisi yazarlarından Şükrü Sak’ın Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’na sorduğu bir soruyu ve onun cevabını hatırlatıyor. Millî Gazete’de yayımlanan söyleşinin o bölümü şöyleydi:
 
Bugün ağzına “demokrasi” lafını almadan, neredeyse cümle kuramayacak hâle gelmiş aydınların çelişkisini de gösteren bir durum bu?..
Doğrudan Üstadım’ın ifâdesiyle söyleyeyim: Esaretlerin en korkuncu, başıboş Batı hürriyetçiliğidir ve aslında, herkese mahsus bir söz, herkese mahsus bir fikir, herkese mahsus bir hakikat yoktur. Hakikat birdir. Onu yine bir kişi bulur, bir milyon kişiye tasdik ettirir. Böylece nizâm ve âhenk dediğimiz şey doğar. Ve böylece, ister istemez reyler tekte birleşir. Eğer bu bir kişinin bulduğu şey eğri ve yanlışsa, başka biri çıkar, yine tek başına bulur, yine bir milyon kişiye tasdik ettirir. Ve yine böylece reyler hakta toplanır. Büyük ve soylu kavga, bu “bir kişi”ler arasında, usûl, tahlil ve terkip altında cereyan eder.
 
Sidney Lumet’in filmi, bahsettiğimiz hikâyeye sadık kalarak mükemmel bir bütünlüğü yakalayabilmiştir; çünkü mevzu bir “oyun”u filmleştirme gibi bir işe dönüşünce, işin rengi değişmiş ve tiyatro sahnesinde akıp giden hâdiseler kurgulanmış bir bütünlük içerisinde tekrar ve tekrar elden geçirilebilme imkânı doğmuştur.
 
Edebiyat ile sinema’nın birebir irtibâtı var. Doğrusu şu ki, bütün diğer ilim şubeleri gibi sinema da esasında “edebiyyat”tan, yani “mücerret ve müstakil idrak zemini”nden doğmuştur. Bu açıdan bakıldığında, her film aslında okunacak bir kitab gibidir. “Yazar”ın yerini yönetmen alır ve bütün cümleleri özenle seçen bir romancı gibi, okuyucunun-seyircinin canını acıtacak yahud ruhunu okşayacak kareleri bir bir örer. Bu bakımdan yönetmen, bir yazarın kaleme aldığı senaryoyu yeniden kurgulayan, onu görüntü diline aktaran bir çeşit yazardır da! En ulvî hisleri bulup en iyi üslup ile okuyucuya takdim eden romancı ile aynı yoldan giden bir yönetmenin, birbirlerinden hiç de farkı yoktur.
 
Yönetmenin dehâsı yahud basiretsizliği, o filmin sıradan, basit, “okunmasa da olur” cinsinden bir kitaba, veyahud okundukça tekrar okunmayı gerektiren bir esere dönüşmesini sağlar.
 
Film, Serpico, Köpeklerin Günü, Şebeke gibi dünyaca meşhur olan ve kalitesi birçok otorite tarafından kabul edilmiş filmlerin yönetmeni olan Sidney Lumet’in elinde tek nefeste seyredilebilir bir hâle gelmiş. Bunun yanında o günkü Amerikan toplumunun durumunu film karakterlerinin üzerinden başarılı bir şekilde yansıtılmasıyla da John Steinbeck’in Gazap Üzümleri’nde bir devrin ekonomik buhranını yansıtması gibi sosyolojik bazı unsurların seyirciye aktarılmış olması da filme tarihî bir nitelik kazandırıyor bizce.
 
Tek mekanda geçen ve uçan füzelerin, yanarak yuvarlanan lastiklerin aksine fikirlerin nasıl kıvrıldığına şahidlik ettiğimiz filmi belirli zaman aralıklarıyla tekraren seyrettiğimizi burada paylaşmak istiyoruz.
 
“On İki Öfkeli Adam” Türkiye’de ilk olarak 1958 – 1959 sezonunda sahnelenip 1982 – 1983 sezonunda tekrar seyirciyle buluşmuştu; oyun, Şehir Tiyatroları'nın 100. yılında şimdi yeniden sahneleniyor… Arif Akkaya tarafından yönetilen oyunda; Ahmet Özarslan, Ali Gökmen Altuğ, Burteçin Zoga, Enes Mazak, Erkan Akkoyunlu, Gün Koper, Kutay Kırşehirlioğlu, Mehmet Avdan, Metin Çoban, Nihat Alpteki, Rahmi Elhan, Serdar Orçin, Yalçın Avşar rol alıyor.
 
Bu oyunun İBB Şehir Tiyatroları tarafından tekraren sahneleniyor olması bizler için büyük talih. Oyuna gitmeden evvel Sidney Lumet’in filmini seyretmek ise hem yorumdaki farklıların anlaşılması ve hem de birbirine nazire ederek devam eden sürekliliği anlamak açısından bizce mühim.
 
Baran Dergisi 419. Sayısı