Ümit ve Korku Ekseninde Berzahtan Taşan Mânâ:
Ahid Sandığı veya Tabut-u Sekîne (4)
“Büyük Şeytan”ın küçük kardeşi olduğuna hiç şüphe olmayan Humeyni ve onun üzerinden gerçekleştirilen 1979 İran Devrimi… Ardından, 1970’li yıllarda CIA’nin Türkiye Şefi olan Paul Henze, ABD Başkanı Jimmy Carter’a “bizim çocuklar başardı” iltifatına mazhar, Picasso’nun fırça darbelerine düşman ve nam-ı diğer Netekim Paşa üzerinden gerçekleştirilen 12 Eylül 1980 Darbesi… Bu iki olayın niçin yapıldığını anlamakta güçlük çekenler, ne İsrail ve Yahudiseverlikte çok çevik bir şarlatan örneği olarak öne çıkan “Netekim Paşa’nın Yaveri” üzerinden gerçekleştirilen 28 Şubat Darbe Sürecini (1997-1999), ne de “besle kargayı oysun gözünü” darb-ı meselinde olduğu gibi, (nane)molla ve “asra sırıtan adam” modunda arz-ı endam eden nam-ı diğer Yahudi şeyi Fettoş üzerinden gerçekleştirilen 15 Temmuz Darbe Teşebbüsü’nü tam kavrayamazlar. Diğer bir ifadeyle de, dönemin sömürge valilerine Amerikalılar tarafından “Halk İhtilâli” endişesi üzerinden gammazlanan İBDA Mimarı’nın “1979-Akın Güç patlaması”nı anlamayanlar, 1984’de İbda’nın kuruluşu sonrası süreçteki faaliyetlerin ve 1991 yılında gerçekleştirilen 1. Körfez Savaşı’ndaki Cuma eylemlerinin “Halk İhtilâli”ne evrileceği endişesiyle İBDA Mimarı’na karşı düzenlenen “Panik operasyonu”nu ve tutuklanmasını da anlayamazlar. Hele “28 Şubat süreci”ni Müslümanların lehine döndürerek taçlandıran 5 Aralık Kıyamı’nı (Metris 1999) ve onun bereketiyle neşvü nema bulan ve topyekûn iç ve dış düşmanın açığa çıkmasını sağlayan ve cümlesine haddini bildiren 15 Temmuz Halk İhtilâli’ni (İstanbul 2016) hiç anlayamazlar. Bu arada hemen şunu da belirtmekte fayda var: 15 Temmuz Halk İhtilâli, TBMM ukdesine havale edildikten hemen sonra gökyüzüne çekilen Hilafet’in bizzat sahibi Fahr-i Kâinat ve Ufuk Peygamber tarafından Ümmetine himmetinden başka bir şey değildir. Diğer taraftan, Cennet mekân Sultan 2. Abdülhamid Han Hazretleri’nin azledilmesi için niçin türlü tuzaklar kurulduğunu anlamakta güçlük çekenler, gelişen süreç içerinde, “Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır!” sözünün sahibi Üstad Necip Fazıl’ın niçin sürekli olarak önünün kesilmek istendiğini, meselâ ilkin bizzat Efendi Hazretleri ile Üstad’ın arasına H. H. Işık müsveddesinin yerleştirilmek istendiğini, ardından eşekçi Enver’in palazlandırılarak piyasaya sürüldüğünü ve hadd-ı zatında, ne kadar Arvasî ailesi varsa hemen hepsinin kafa kola alınmak istenmesini ve dahi özellikle de, “Adil Düzen” düzenbazlıklarının önünü alamadığı yerde “Ilımlı İslâm veya Yeşil Kuşak Projesi” çerçevesinde Tonton Özal üzerinden devletin tüm imkanlarının niçin Yahudi şeyi Fettoş’a ardına kadar açıldığını ve aynı dönem zarfında, “Beklenen Kahraman” Kumandan’ın niçin ademe mahkûm edildiğini veya edilmek istendiğini anlamakta da güçlük çekerler. Ve daha niceleri… Halbuki tüm bunlar, düşman göz tarafından görülen, bilinen ve çok yakından takip edilen şeylerdi. Ama gel gör ki, her defasında hüsrana uğrayan yine de dış düşman ve onun yerli işbirlikçileri olmuştur ve o gün bugündür iç ve dış düşman kalblerde korku dağları sarmıştır. Bugün Deccal Komitesi Yuda nesebinin aklına tabi olmaktan öte, onun gönüllü kölesi olduğunu gösterircesine ininden çıkmak zorunda kalan “ahmak” keyfiyetini haiz “hantal fil” Amerika, yani Anglo-Sakson kültürünün silahlı gücü Evangelist mahreçli eşkiyanın dünyaya meydan okumasına bakmayın siz, “dünyaya Hükümdar olmak” şöyle dursun, o artık aklı başından alınmış bir şekilde sağa ve sola saldırmakta ve ne yaptığını ve ne de ne yapacağını bilememektedir. Bu arada, “Milenyum sürprizi!” olarak zuhur eden ve “3. Dünya Savaşı”nın fitilini ateşleyen 11 Eylül-İkiz Kule (2001) öpüşmesini hatırla(t)madan, geçmek olmaz.  “Kendinden zuhur” esprisine uygun olarak gerçekleştirilen ve “İkiz doğum”a (Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi) yol veren “İkiz ölüm” (Hıristiyan-Yahudi Batı kültür ve medeniyeti) diyebileceğimiz 11 Eylül hadisesinde aldığı yaranın can havliyle ininden çıkmak zorunda kalan “ahmak” ve de “hantal fil” Amerika, her geçen gün daha bir kan kaybetmekte ve büsbütün yere serileceği zaman ve mekâna doğru (Peygamberler yatağı ve de otağı olan Ortadoğu!) hızla ilerlemekte ve iç güdü sınırında “neyse o!” sırrının akıbetini şahsında tecelli ettirmek için, şuursuz da olsa, canla başla çalışmaktadır. Aslında tüm olup bitenler, “Ettik size bir oyun!” “Mutlak Ölçüsü’nün tecellisine zemin hazırlamaktan başka bir şey değildir. Diğer bir ifadeyle de, tersinden veya düzünden, Allah’ın iradesinin tecellisine vesile olmak şeklinde gerçekleşen veya gerçekleştirilen hadiseler zincirinin halkaları!

Âyet meâli: “Kâfirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır.” (Saff Suresi, 8. Âyet)

Siyer-i Nebî’de geçen bir bozgunun macerası… “Hicretin 5. (m. 627.) yılında Kureyşliler, Gatafanlılar, Kurayza ve Nadîr Yahudileri “Müslümanlığın kökünü kazımak” üzere birleştiler. On iki bin kişilik kuvvetleriyle bir debdebe ve tantana içinde Medine’yi kuşattılar. Düşmanın hazırlığını öğrenen Müslümanlar topu topu üç bin kişilik kuvvetleriyle Medine’nin etrafını hendekle çevirdiler. Hendek Gazvesi diye anılacak olan bu kuşatma bir ay sürdü. Zor durumda kalan Müslümanlar çok bunaldı. Onların sabrını sınayan Cenâb-ı Mevlâ, bu imtihana son vermek isteyince bir gece İslâm düşmanlarının üzerine soğuk bir rüzgâr gönderdi. O şiddetli rüzgâr toprağı müşriklerin yüzüne kamçı gibi savurdu, çadırlarını söktü, yaktıkları ateşleri söndürdü, hayvanlarını birbirine kattı, korkunç bir manzara yaşattı. Hele meleklerin gür sesleriyle aldığı tekbirler kâfirleri dehşete düşürdü. “Muhammed sihir yaptı; çabuk toparlanın” diye bağrıştılar ve müthiş bir bozgunla kaçıp gittiler. Âlemlerin Rabbi bu savaşta o has kullarına nasıl yardım ettiğini şöyle anlatmaktadır: “Ey iman edenler! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın; hani size ordular saldırmıştı da, biz onlara karşı bir rüzgâr ve görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah ne yaptığınızı çok iyi görmekteydi” (Ahzâb Sûresi 33 / 9).(1)
Not: Yukarıda geçen, “On iki bin kişilik kuvvetleriyle bir debdebe ve tantana içinde Medine’yi kuşattılar” ifadesi ile, “Düşmanın hazırlığını öğrenen Müslümanlar hepi topu üç bin kişilik kuvvetleriyle Medine’nin etrafını hendekle çevirdiler” ifadesine dikkatleri çekmek isterim. Hassaten “12 bin kişilik düşman kuvvet” ve “3 bin kişilik müslim kuvvet” ifadelerine… Tedaisi, 2. Bin yılının yenileyicisi olan İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin çerçevesini çizdiği Müceddidiye Hareketi’nin devamı hâlinde, 3. Bin yılının yenileyicisi Hazret-i Mehdî Aleyhisselâm’ın “Üç Işık” sırrında görünüşü ve Yuda nesebinin 12 kabile inancı ve onun tam karşısında konuşlanan “Mehdîyi hâmil on süvari” hadîsi üzerinden “Üç Işık” sırrının “nesil yoğurucusu” Büyük Doğu-İBDA’nın “Şın harfi”nde görünüşü... İBDA Mimarı, “Mehdiyi hâmil on süvari”nin ilkini İmam-ı Rabbanî Hazretleri, sonuncusu, yani onuncusunu ise Efendi Hazretleri olarak işaretler. Hâl böyle olunca, onbirincisi Üstadı, onikincisi ise bizzat kendileri olmaktadır ki bunun tedaisi, “Musevî mizaç” esprisi ile de doğrudan ilişkili gözükmektedir. Daha evvel söylendiği üzere, Yuda nesebinin 12 kabilesinden biri olan Levililerin özel bir statüye sahib olması ve kendilerini, o gün olduğu gibi bugün de “Ahid sandığının taşıyıcıları ve de koruyucuları” olarak görmeleri, üzerinde dikkatlice durmayı gerektiriyor. Çünkü; bir erkek ismi olan Levi, (İngilizce okunuşu “Livay”), İbranice bir kelime olup, “takib, bağlılık” mânâsınadır. Levi kelimesinin numerolojik, yani alfabede karşılık gelen sıra numaralarının toplam değeri ise, 60’dır. (L: 15+ E: 6+ V: 27+ İ: 12: 60)… Levi kelimesi ile İngilizce “live” kelimesi arasında tedai münasebeti üzerinden bir değerlendirme yapmak icab ettiğinde, “live”ın “canlı”, dolayısıyla da “hayat” ve “ruh” mânâları çok anlamlı olmaktadır…  Diğer taraftan, Arapçadaki Sin harfinin de ebced değeri 60’dır ve İBDA Mimarı tarafından “Sin”, “rüyâda gelen mânâ” hâlinde “Sin; iki kişi demektir” şeklinde kayıt altına alınmıştır. Yine İBDA Mimarı tarafından üzerinde sıkça durulan terkibi hükümlerden bir tanesi de, “Büyük Doğu-İBDA”nın “İnsan” mânâsıdır ki, “Sin; iki kişi demektir” terkibi hükmü ile örtüşen bir mânâda kritik edilmektedir… Sin ve Şın: İnsan ve fikir… Üstad Necip Fazıl’ın “Sakarya Türküsü”nde destanı yazılan: “Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir; / Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.”… “İnsan ve fikir”, diğer bir ifadeyle de Sin ve Şın harflerinin ebced değerlerinin toplamı, 360’dır… 360, matematikte bir çember veya dairenin iç açılarının toplam değeridir… Daire sırrı!.. Tedaisi, baş ve son!.. Tedaisi, “Abdülhakîm Koltuğu”… 360, dolayısıyla da çember veya daire, “Onlar; başlarına bir musibet gelince, “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz” derler.” (Bakara Suresi/156) mutlak ölçüsüne bir işaret olarak, “iniş ve çıkış” mânâsını mündemiç Davud Yıldızı ile de doğrudan ilgilidir(2)… Thomas Hobbes’un “Leviathan” üzerinden söylediklerinin Levililer’in misyonu ile doğrudan bir ilişkisinin olup olmadığını doğrusu bilmiyoruz. Ama bu durumdan tam bağımsız olduğunu da düşünmüyoruz. Burada düşündüğümüz başka bir şey daha vardır ki o da şudur: Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sisteminin mücessem hâli olan Başyücelik Devleti plan, program ve projesi, “Ahid sandığı” mânâsını mündemiç olarak, “Tabut-u sekîne” ile de doğrudan ilişkilidir. Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi Tabut-u Sekîne’nin içindeki mânâya, Başyücelik Devleti ise sandığın ta kendisine delalet ediyor olsa gerektir. Başyücelik Devleti’nin kuruluşunun niçin önemli olduğunu anlamanın vakti geldi de geçiyor bile! Etkili ve yetkililere duyurulur! Her şeyi hakkıyla bilen Allah Azze ve Celle!  

Not: Medine’yi kuşatan düşman kuvvetleri karşılamak üzere şehrin etrafında hendek kazmak veya çukur açmak, Allah’ın yardımını istemek mânâsına “Duayı icrada aramak!” ve düşmanı dua formunda karşılamak mânâsına da okunabilir. Hendek, çukur, tas, nefs, alıcı-kabul edici olmak! Dua olmasaydı topyekûn insanlık helak olmuştu!.. Medine; beden, sur, “sur içi / İstanbul”, şehir, şeriat, “Büyük Doğu-İBDA ve Başyücelik Devleti”!.. Üstad Necip Fazıl: “O mânâyı bulda bul, ille İstanbul’da bul!”… İstanbul, yani Payitaht, dolayısıyla da “Yeni dünya düzenin merkezi”, diğer bir ifadeyle de Başyücelik Devleti’nin merkezi!

“Allah’ın görülmeyen orduları her zaman vardır. Rablerinin izniyle mü’minlere yardıma hazırdır. Mü’minler Allah’a kul oldukları, O’na gönül verdikleri, O’nun yardımından ümit kesmedikleri takdirde kâinatı elinde evirip çeviren o yüce kudret düzenbazların düzenini bozacak, müminleri hakir görenlerin burnunu sürtecektir.(3)

Not: Bedir Harbi (Kanlı Bedir) (m. 624) ve Hendek Savaşı’nda (m. 627) ilâhî yardımın melekler vasıtasıyla yapıldığı mutlak ölçü ile sabittir. Hendek savaşında düşman hendek veya çukur kazılarak karşılandı, amma velâkin Bedir’de ise düşman, açılan çukurlara gömüldü! Bedir’de önce “Duanın icrada aranması” mânâsı göründü, sonrasında ise eller dua formunda Allah’a açılarak “Yarabbi şükür!” denildi ve eller yüze sürüldü!.. Hendek’te ise eller dua formunda tutuldu, sabır ve selâmetin ardından eller yüze sürüldü!.. Bedir’de Allah Resûlü’nün yanında 313 Sahabî olmasına rağmen, karşısındaki ordunun sayısının binin üzerinde olduğu sahih kaynaklarda mevcuttur. Bedir Savaşı’nda Allah Resûlü galib gelmiştir. Bu çerçeveden olarak, İBDA Mimarı, “Allah’ın yardımı iş üzerindeyken gelir” sözünü eserlerinde sıkça tekrar eder. İBDA Mimarı’nın kendi sözüne bizzat şahidlik ettiği bir demde, Allah bizleri de Kumandan’a şahid kıldı! Meselâ 28 Şubat Sürecinde tutuklanıp Metrise konduktan sonra, 5 Aralık 1999 yılında askerî bir operasyona maruz kalan İBDA Mimarı, kendileri bu durum karşısında sabır ve zaferin tadını tatmış ve tattırmıştır. Etrafında 63 İbdacı konuşlanmış olmasına rağmen, onu alt etmeye çalışanların sayısı kat be katı fazla idi. Netice ise düşman açısından tam bir hezimet olmuştur. Askerler esir ediliyor ve tıpkı 15 Temmuz’da olduğu gibi, en az 150-200 asker don-gömlek meydanda teşhir ediliyor. Hafızamda kaldığı kadarıyla, “zafer” (başarı) ve “zefer” (kötü koku) arasındaki yakın ilişkiye dikkat çektikten hemen sonra, “Galib olan Allah’tır” veya “Zafer Allah’ındır!” mutlak ihtarı üzerinden, “Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz!” hâdîsini de ihya ederek, (tam da bu noktada, Hazreti Mehdî Aleyhisselâm’ın Allah Resûlü’nün sünnetini ihya edeceğine dair bir bilgiyi de hassaten hatırlatmak isterim!), bu durumdan hiç kimsenin kendi nefsine bir pay çıkarmaması gerektiğini söylemiş, şiir formunda, yani en üst perdeden söylenen şu sözün tarihi kayıtlarda yer almasını sağlamıştır: “Hiçbir savaş Bedir’in çarığı bile olamaz. Ama burada yaşananlar, savaş tarihinde bir ilktir.” Allah’ın yardımı nasıl olurmuş, nasıl gelirmiş gördük!

“Ahid sandığı”  veya “Tabut-u sekîne” mevzuuna devam ediyoruz… “Sandığın içinde bulunduğu belirtilen kalıntılar hususunda da bunun Hz. Mûsâ ve Hârûn’un asâları, elbiseleri veya çarıkları, Mûsâ’ya verilen levhaların bir kısmı, çölde İsrâiloğulları’na indirilen yiyecekten (men) bir parça, ilim ve Tevrat ya da Allah yolunda cihad olduğu şeklinde farklı açıklamalar yapılmıştır (Taberî, II, 614-615; Fahreddin er-Râzî, VI, 178). Taberî’nin görüşü, âyette adı geçen kalıntı ile zikredilenlerin tamamının veya bir kısmının kastedilmiş olabileceği, bu konuda kesin bir bilgiye ulaşmanın mümkün olmadığı yönündedir. Elmalılı Muhammed Hamdi ise, “Peygamberler ne bir altın ne bir gümüş miras bırakmıştır; ancak ilim miras bırakmıştır” hadisinden hareketle (Ebû Dâvûd, “ʿİlim”, 1, 3641; Tirmizî, “ʿİlim”, 19) âyette geçen peygamberlerden kalma bakıyyenin ilim ve din olduğunu, dolayısıyla sandığın kendisinin muhtevasıyla birlikte bir sekîne oluşturduğunu ileri sürmüştür (Hak Dini, II, 833). İlgili âyetlerdeki sekîne kavramı muhteva açısından aynı hakikate işaret etmekle birlikte sûfî müfessir Kuşeyrî, İsrâiloğulları’na bahşedilen sekîne ile Muhammed ümmetine bahşedilen sekîne arasındaki farka ve ikincisinin lehine olan üstünlüğe dikkat çekmiştir. Buna göre İsrâiloğulları’nın sekînesi düşmanla kendi aralarında el değiştirip duran bir sandığa konmuşken Muhammed ümmetininki asla düşmanın ele geçiremeyeceği, hiçbir yaratılmışın otoritesinin işlemediği, sadece Cenâb-ı Hakk’ın tasarrufu altında bulunan bir yere, yani kalplerine yerleştirilmiştir (Kuşeyrî, I, 192).”(4)

Not: Son cümleden hareketle bir değerlendirme yapmak icab ederse, daha evvel de söylendiği üzere, İBDA Mimarı tarafından dile getirilen “Nakşi sırrdır kavgam!” mottosu bütün hakikatiyle görünür bir hâl almıştır. “Tabut-u sekine” ile ilişkili olarak görülen Âyetlerdeki tefsirlerde, meselâ Hicret hadisesinde olduğu gibi, Hazret-i Ebu Bekir (R.A)’ın kalbine sükûnet verilmesi ve korkudan beri kılınması başta olmak üzere, Nakşiliğin menşeinde yine “Mağara dostu” Hazret-i Ebu Bekir (R.A)’ın olması, mevzumuz açısından fevkalade önem arz eder. Merkezinde kalb olan bir zikir meclisinden yayılan halkalar, (Hatme-i Hacegân!) savaşan bir ümmet için “sekîne” değil de nedir?! 
 
Dipnotlar
1-https://dergi.altinoluk.com/index.php?sayfa=yillar&MakaleNo=d166s024m1
2-Çemberin 360 derece olmasının sebebi, Babil ve Sümer medeniyetlerinin 60’lık sayı tabanını kullanmalarının bir neticesidir. Evet; işin kökeni Sümerlere ve onları takip eden Babillere kadar uzanıyor. Çünkü onların sayma sistemleri 60’lık tabana dayalı. Neden 60’lık sayı tabanı peki? Birçok sebebi var: Bir tanesi 60 tabanında 1/3, 1/4, 3/4 vs. gibi oranların tam sayı değeri vermesi. Bir diğer sebep ise insan elinin yapısından kaynaklı. Yani, insan merkezli olması! İnsan elinde başparmak hariç her parmak 3 boğumdan oluşur. Toplamda bir elde 12 boğum bulunur. Her 12 sayımda diğer elden bir parmak kapatarak 5x12 = 60’a kadar saymak mümkündür. Bu sayede 60’lık tabanda işlem yapmak kolaylaşır. Namazdaki tesbihatlarda elin boğumlarının kullanılmasını da hatırlatmak isteriz. Başparmak boğumlarının kullanılmasıyla birlikte sayı 14’de çıkar ki bu, dolunay ve İBDA üzerinden çok daha anlamlı olmaktadır, ayrı mesele! Peki, gelelim çembere. Neden 360? Bunun şöyle basit bir mantığı var: Babilliler eşkenar üçgenleri keşfetmişlerdi. Ve eşkenar üçgenleri yanyana dizdiğinizde ilk üçgen ile son üçgenin yanyana gelerek bir altıgen oluşturduğunu görürsünüz. Bu altıgenin köşelerinden geçen bir çizgi çektiğinizde ise daire elde edersiniz. Babilliler sayı tabanı olarak 60’ı kullandıklarından eşkenar üçgenin her bir iç açısını 60 derece olarak kabul etmişler ve tahmin edebileceğiniz gibi 6 eşkenar üçgenden 6x60= 360 derece elde edilir.
3-https://dergi.altinoluk.com/index.php?sayfa=yillar&MakaleNo=d166s024m1
4-https://islamansiklopedisi.org.tr/sekine

Baran Dergisi 647. Sayı