Son birkaç sayıdır iktisadın ana konusu üretimi, bileşenleri üzerinden incelemekteyiz. Hayatın idamesi için bir noktadan sonra varlığı kaçınılmaz hale gelen üretimin ana dayanağını beşerî ihtiyaçların oluşturduğu bir vakıa... Ancak geçen hafta işaret ettiğimiz üzere, insanda ihtiyaçların tatmini, bir kültür meselesi halini almakta ve içgüdüden yukarı doğru çıktıkça neredeyse bir sınır çizilemez duruma gelmektedir. Bu vaziyette ihtiyaçların giderilmesine yönelik mal ve hizmet üretiminin de teorik olarak bir sınırının olamayacağı ileri sürülebilir. İşte kapitalistler ihtiyaç tatmini meselesinin bu cihetini sonuna kadar kullanmaktadırlar. Lakin bu kullanımda kimi zaman kantarın topuzu enikonu kaçırıldığından, kapitalizmin “sürekli krizleri” ortaya çıkmaktadır.
Sözde liberal, özde tekelci kapitalist ülkelerde, gelir dağılımı tersine bir piramit biçimindedir. En tepedekiler, sayıca en az olup gelirin en büyük kısmını alanlardır. İçtimaî piramitten, büyük sermayedarları, bunların etrafında öbeklenmiş diğer orta ve küçük sermaye grupları ile toprak sahiblerini ve yine hepsinin elinin altında iş gören idarecileri çıktığımızda, geriye neredeyse cemiyetin % 99’u kalmaktadır. Bunlar, sırasıyla, kendine çalışan cüzi bir kısım esnaf ve perakendeciler, kendi işini yapan (aslında bu açıdan bir çeşit değişken ücret ya da sabit bir ücret artı bir miktar kâr alan) çiftçiler, ama en çok da aldıkları sabit ücretler ile geçinen her sektördeki işçiler… Yani üretilen malların nihai hedefi, mecburen bu %99’luk kitledir; bilhassa da işçilerdir. Bu noktada, kendine yetecek kadar üretim yapabilen çiftçileri ve ayrıca cemiyetin varlığı için zaruri, ancak pozisyonları gereği üretime katılamayan sınıfı (her çeşit hizmet veren ücretli) da –elbette yaptıkları işin vazgeçilmezliği oranında- işçi kategorisine almak durumundayız. Büyük çiftçileri ise sermayedar gruba dâhil edebiliriz. Bu şekilde baktığımızda, % 99’luk kesimin kahir ekseriyetinin ücretlilerden oluştuğunu söyleyebiliriz. Hülasa, bu kesimin ücretlerinin üretilen malların tüketilebilmesine elverir bir mahiyette olması gerekmektedir. Sadece kendisinin en temel ihtiyaçlarını görebilen ve bunun dışında harcayabilecek hiçbir şeyi olmayan bir çalışanın, çalıştığı işyerinin üretiminden çoğu nesneyi tüketemeyeceği aşikârdır. Bu tüketimi sağlamak için sermayedarın, kârından bir hisseyi çalışanlara aktarması onun lehinedir. Sermayedarlar buna çok gönüllü olmadıkları halde sürekli de büyümek istemektedirler. Üretim ile tüketim arasında yaşanması mukadder orantısızlık ve bundan doğacak krizler nasıl aşılacaktır?

Burada artık sermayenin tarifi ve mahiyetini kısaca açmak istiyoruz. Öncelikle İbda Mimarı’ndan:

“Sermaye veya kapital… Ticaret ve üretimde ilk elde bulunan esas para ve mal… Kâr amacına hizmet eden, aracı malı ve üretim araç ve malı…

Bunun dışında, mesela, makine, bina, hammadde ve aletler gibi üretim araçlarına yatırılan sabit ve emek gücünün satın alınmasına harcanan değişken kısım gibi nitelemelere mevzû.” (İktisat ve Ahlâk, sh. 76-77)

Bir de lügat anlamlarına bakalım:

<<Sermaye sözcüğü halk dilinde, ekonomi ve işletme bilimlerinde muhtelif mânâlar ifade etmektedir.

Halk dilinde sermaye, kişilerin tüm varlıklarını içine alan servet karşılığı olarak veya çoğu kez “para” anlamına gelmektedir.

Ekonomistler, sermaye tanımında para anlayışından uzaklaşmışlar ve mal ile ilgili içerik kazandırmışlardır. Ekonomi biliminde sermaye “tabiatta serbest biçimde bulunmayan fakat insan tarafından üretilmiş üretim araçları” olarak tanımlanmaktadır. Örneğin, üretimde kullanılan her türlü makina, alet, donanım ve binalar gibi fizikî üretim araçları sermaye kapsamı içine girmektedir.

İşletme biliminde sermaye, “işletmenin amacına ve üretim faaliyetlerine uygun olarak toplanmış maddî ve maddî olmayan varlıkların tümü” biçiminde tanımlanmaktadır. Bu tanıma göre sermaye, işletmenin sahip olduğu tüm maddî ve gayri maddî varlıkları içine alır. Ekonomistler tarafından ayrı bir üretim faktörü olarak sınıflandırılan “tabiat veya tabiî kaynaklar” işletmecilere göre işletme varlıkları veya kısaca sermaye faktörü kapsamı içine alınmaktadır. Diğer bir deyişle, ekonomi bilimine göre bağımsız bir üretim faktörü olan tabiat, işletme biliminde ancak sermayeyi oluşturan unsurlardan biri durumundadır.

Öte yandan muhasebe ve finansman disiplinlerine göre sermaye, işletme sahip ya da ortaklarının işletmeye getirdikleri ve üzerinde bizzat hak sahibi oldukları öz kaynaklar olarak tanımlanır. Diğer bir deyişle burada sermaye, işletmeye ait varlıklar ile işletmeye gelen yabancı kaynaklar (borçlar) arasındaki farkı yani öz kaynakları ifade eder.

Sermaye servetin sabit ve devamlı olarak kabul edilen bölümüdür. Sermayenin devamlılığı, durmaksızın yeniden teşkil edilmesiyle açıklanır. Sermayede vukua gelen eksilmeye amortisman denilir.

Sermayeyi sabit ve döner sermaye olarak ikiye ayırmak mümkündür. Sabit sermaye üretimde ilk kullanılışı sırasında tükenmez. Fabrika, makina, teçhizat ve diğer sabit varlıklar bu sermayenin örnekleridir. İlk kullanılışta yok olan para, stok ve alacak gibi sermaye türlerine döner sermaye denir. İşletme açısından sermaye; kaynaklarına göre öz ve yabancı sermaye olarak ikiye ayrılır. Öz sermaye, işletmecinin şahsen sahip olduğu servetinden ayırarak işletmeye kullanılmak üzere tahsis ettiği değerlerdir. Öz sermayenin yanında işletmecinin dışardan aldığı borçlar ve kredilere yabancı sermaye adı verilir. İşletmelerin mali bakımdan sağlıklı olup olmadıkları; sermayenin öz sermaye ve yabancı sermaye olarak bölünmesine ve bu sermaye kaynaklarının kullanıldığı sabit ve döner varlık bileşimine göre tespit edilir.

Sermayenin bir bölümünü oluşturan “maddî varlıklar” genelde “maddî sermaye” olarak da tanımlanabilir. Maddî varlıkları oluşturan başlıca unsurlar, işletmenin üzerinde kurulduğu arazi, işletmenin sahip olduğu tabiî kaynaklar, binalar, ambarlar, depolar, yollar, atölye, laboratuvar, makina, aletler, donanımlar, taşıt araçları, hammaddeler, yardımcı maddeler, işletme malzemeleri, mamuller, yarı mamuller ve işletmenin sahip olduğu nakit veya para tutarıdır.

Sermayenin diğer bölümünü oluşturan “gayri maddî varlıklar” ise, genellikle “maddî olmayan” veya “gayri maddî sermaye” olarak da düşünülebilir. Bunlar, elle tutulup gözle görülmesi mümkün olmayan teknik bilgi, lisans ve patent hakları, markalar (alametifarikalar), iştirakler ve imtiyazlar gibi unsurlardan oluşur.>> (Tariflerde; Ekonomik Terimler, Ekodiyalog, Nedir Bilgi Kaynağı sözlüklerinden faydalandık.)

18. asır boyunca, Avrupalı ülkeler, kendi iç piyasalarına, komşu ülkelere ve bir miktar da sömürgelere mal satan bir üretim siyaseti izlemekteydiler. 19. Asır başından itibaren Avrupalı ülkelerin yanı sıra denkleme yeni katılan ABD, iş bölümüne ve makineleşmeye bağlı olarak hızla artırdıkları üretim fazlasını eritmek için sömürgeleştirme siyasetine hız verdiler. Bu pazarları aslında iki asırdır kullanmaktaydılar. Ancak bu basit bir kaynak sömürüsü şeklindeydi. Sermayedarların ellerindeki para veya paraya dönüşmeye hazır malların miktarında aritmetik bir yükseliş temin etmekteydi bu sömürgeler. Oradan aldıkları ve tekellerinde tuttukları hammadde ve işlenmiş kimi malları üzerlerine büyük kârlar koyarak satsalar da, miktarlar az olduğundan büyüme de ona nisbetle olabilmekteydi. 18. Asır ortasından itibaren üretimdeki anormal artışla birlikte, sadece kendi ülkelerine getirilecek hammadde yönünden değil, üretilen mal fazlalarının tüketimi cihetinden de bu pazarların tekelini elinde tutmak, belli kesimlerin elinde sermaye biriktirip bunların enerjik atılımlarını kullanmayı model olarak benimsemiş ülkeler için büyük önem arz etmeye başlamıştı. Ülke içinde ve rekabete kapalı ülkelerde satılamayan malları, bilhassa da her türlü ticari hakkı uhdelerinde tuttukları memleketlere aktarmakta, buraların iç bünyelerinde uzun bir zaman zarfında oluşmuş birikimi ya da ellenmemiş hammaddeleri de kendilerine almaktaydılar. Fakat hızla büyüyen üretici sermayedarlar grubuna bu da kifayet etmemeye başladı. Çünkü 18. Asır son çeyreği ve 19. Asır ilk çeyreği boyunca ücretli piyasasının hep kendi lehlerine kullanılıp nisbeten daraltılması ve bu yüzden ortaya çıkan üretim fazlasının tüketilememesi, iktisadî bunalımlara yol açmaya başlamıştı. Ellerinde tuttukları sömürgeler de, üretim fazlasının tüketilmesi için yeterli gelmiyordu. Kısacası ülkelerin kendi sömürgelerinden kaynak aktarımı sermayedarları “tatmin etmez” olunca, tüketici portföyünün genişletilmesi lazım geldi; tüm dünyanın sömürgeleştirilmesine girişildi. 19. Asrın ikinci yarısında batılı emperyalistler, dünyada, ticari kurallarını açık ya da kapalı kendilerinin belirlemedikleri bir ülke bırakmamışlardı. Batının 18 ve 19. Asırlarının siyasî tarihi, sömürgecilikten ve sömürge savaşlarından ibarettir desek herhalde abartmayız.

19. asrın ilk çeyreğinden itibaren kapitalizmin beşiği İngiltere’de, bilhassa Smith, Ricardo ve Mill’in üretim, tüketim ve emek münasebeti üzerine yaptıkları tahlillerin meseleyi daha anlaşılır kılmasının ve ayrıca işçi hareketlerinin tesiri ile çalışanların ücretlerinde nisbî bir düzelme yaşandı. Sermayedar sınıfı, kendi ülkelerinin çalışanlarının, sömürgeleştirdikleri ülkelerin insanlarına nazaran daha iyi tüketici olduklarını fark etmişlerdi. Ücretlerin belli bir politika çerçevesinde iyileştirilmesinde, elbette işçi haklarında yaşanan ilerlemelerin büyük bir tesiri vardır; fakat işçilerin aynı zamanda en büyük tüketici grubu oluşturmaları, sermayedarların, sömürgelerden gelen hammadde ve satış kârını onlarla paylaşmaya sevk etmişti. Ülke içi tüketimin finansmanı, en ucuz bu şekilde gerçekleştirilebilirdi.

Kapitalizmin, batı zihninin geliştirdiği kötücül/nefsanî bir dünya görüşü olduğunu göz önüne aldığımızda, hedefi nisbetsiz büyümekten ibaret bu ideolojinin sürekli bunalım doğurmasının mukadder olduğunu görürüz. Bu bunalımları aşmanın yolu özellikle iç tüketimi artırmaktı. Tüketimin sürekli artırılabilmesi adına kendi işçisini sömürgeleştirdiği ülkelerin kaynaklarına ortak etmek ya da bu işçi kesiminin tüketebilmesi için verdiği farkı sömürgelerine finanse ettirmek, halen devam ettirdikleri bir siyasettir. Sömürge çağı bitmedi; daima form değiştirerek tüm şiddetiyle sürmektedir.



Baran Dergisi 525. Sayı