Üretim, tarifi icabı, bir fayda istikametinde objeler üzerinde insanın doğrudan ya da dolaylı, ama şuurlu bir tesirinin olmasıyla vuku bulabilmektedir. Yani üretim, her şeyden önce kendiliğinden olmayan, doğrudan beşerî bir faaliyettir ve ana unsurunu da “dönüştürücü emek” teşkil etmektedir. Diğer üç unsur, yani sermaye, toprak ve müteşebbis, emeğin bir çeşit dönüşümleri veya tezahürleri işlevini görmektedir.

Genelde yaptığımız gibi kelimenin sözlükteki mânâsını vererek konumuza girmek istiyoruz:

“Emek, genel bir tanımlama ile insanın üretime dönük bedensel ve zihinsel çabalarını ifade eder. İnsanın beceri ve çabalarının niteliklerine göre çok çeşitli emek türleri vardır. Ancak teorik açıklamalarda emekten, sanki tek tür (homojen) bir üretim faktörü gibi söz edilir. Fakat emek temelde iki ana bölüme ayrılabilir: Vasıflı emek ve vasıfsız emek. Birincisi belli bir eğitim ve yetiştirmeye bağlı özel emek türünü, diğeri ise özel bilgi, beceri gerektirmeyen emeği ifade eder.” (Prof. Seyidoğlu, Ekonomik Terimler Sözlüğü, Emek maddesi)
Bir de sol temayüllü bir tarif verelim:

“Emek, sermaye sağlamanın ya da ticari bir girişimde bulunmanın doğal bir parçası olan riskleri üstlenmenin dışında, üretim süreci­ne katkıda bulunan her türlü insan etkinliğidir. Kavram, kol emekçilerinin verdiği hizmet­lerin yanı sıra, başka birçok hizmet türünü de kapsar. Zahmet ve çaba ile eşanlamlı olmayan emek kavramının, fiziksel ve fizyo­lojik anlamda “yapılmış iş” terimiyle de uzak bir ilişkisi vardır. İnsanların fiziksel enerjilerini üretimde kullanmaları emeği oluşturan başlıca öğedir. Bunun yanı sıra az ya da çok oranda beceri ve kendini yönlen­dirme de emeğin öğeleri arasında sayılır. Emeğin ayırt edici özelliklerinden biri za­manı kullanmasıdır. Somuta indirgendiğin­de bu özellik, insan yaşamının bir bölümü­nün emek sürecine ayrıldığı anlamına gelir. Emeğin başka bir özelliği de, oyunun tersi­ne, kendi başına bir amaç değil, insan gereksinimlerini karşılamaya yönelik oluşu­dur. Emek, yaratılan üründen; çağdaş eko­nomik yaşam söz konusu olduğunda da ülke ekonomisinin toplam ürününden belirli bir pay almak için harcanır. En büyük zevki işi olan bir emekçi bile hizmetleri ya da ürünleri karşılığında alabileceği en yüksek ücreti ister.

Eğer emek, emek-saat gibi basit ve türdeş zaman birimleriyle uygun biçimde ölçülebilseydi, iktisadın sorunları da basitleşirdi. Ama emekçiler aldıkları eğitimin niceliği ve niteliği, beceri düzeyleri, kavrayışları, kendi işini ya da başkalarının işlerini yönetme kapasiteleri ve gereksinim duyulan öbür yetenekleri açısından farklılık gösterirler. İşler de sıkıcılıkları, süreklilikleri, ilerleme olanağı verip vermedikleri sahibine sağla­dıkları toplumsal statüleri ve bir işi öbürün­den daha çekici kılan çeşitli başka özellikle­ri açısından birbirinden ayrılırlar. Bu ne­denle emek devingenliğinin mükemmel ol­maması ve emeğin, ürününün en değerli olduğu alanlara kolaylıkla kaydırılamaması gibi koşullardan ayrı olarak, farklı emek türlerinde ödenen ücretlerin farklılığı, yal­nızca ve doğrudan harcanan emek zamanla­rının farklılığıyla açıklanamaz. Belirli bir emek türünün, belirli bir çalışma süresi karşılığında piyasada talep edebileceği üc­ret, yalnızca emekçinin teknik etkinliğine değil, aynı zamanda, sunduğu belirli hizmet türlerine olan etkin talebe, bu hizmet türlerinin göreli kıtlığına ve öbür üretim faktörlerinin arzına da bağlıdır.” (Bilgi-eğitim sitesi)

Merkezî noktalara temas edilmesine rağmen tariflerin çok basmakalıp ifadelerle yapıldığı ortada… Ancak bu tariflerde Batılı iktisadçıların meseleyi anlayışları baz alındığından, onların genel bilimsel-analitik zihniyetlerini göstermesi açısından mühim. Emeği, ferdin hususî bir çabası olmaktan çıkarıp mekanikleştiren ve dolayısıyla objeleştiren bu ve benzeri tarifler, son üç asırdır dünyaya hâkim olan kapitalist zihniyeti gayet güzel yansıtmaktadır. 

İnsanların varlıklarının devamını arzuladıkları bir bedahet. Aynı şekilde bu vakıa, bütün fikir ekollerinde bir aksiyom/mütearife halinde de kabul edilmiş durumdadır. Bir fikrî ekol (bu iktisadî bir görüş de olabilir) meydana getirilirken yürütülen tüm muhakemelerin ana dayanağını bu mütearife oluşturur. İnsanların hayatlarını idame için insiyakî de olsa faaliyette bulunmak zorunda oldukları açıktır. Ancak, hayatı idame istikametindeki her davranış üretim midir? Girişte de ifade ettiğimiz üzere, etraflarındaki nesnelerde –kişilerde değil- hayatlarını idame hedefine matuf şuurlu bir tesir hâsıl etmedikçe, insanların davranışları üretim faaliyeti sayılamaz. Şöyle uç örnekler verebiliriz: Bazen bu tesir son derece basit bir değişim olabileceği gibi (mesela orman zeminindeki kırılmış odunları toplayıp kendi ya da başkalarının kullanımı için nakletmek) bazen de, bir sanat eserinde olduğu gibi, ancak bazı çok kabiliyetli kişilere has bir iştir. Her ne kadar faydaları konusunda tartışmalar varsa bile, sanat eserleri de, ticarete konu olabildiklerinden, ürün kapsamında değerlendirilmektedirler.
Burada üretim sürecinin iki önemli cihetinin ortaya çıktığını görüyoruz: Emek ve buna yönelik taleb, yani fayda. Diğer taraftan, fayda sadece maddî değildir; insanların “hoşuna giden” şeyler de fayda tasnifi içinde yerlerini almaktadırlar. Emeğin tarifinde boşlukta kalan ve sonradan da sadece maddiyatçı analizlerden ötürü içi bir türlü doldurulamayan bu hoşa gidenler bahsi, aslında emek ve üretim meselesinin eğer inandırıcılığı haiz bütün bir fikre istinad edilmezse, diğer her şey gibi, çözümsüz kalmaya mahkûm olduğunun tescilidir. Bulunan çözümler hep palyatif ve sonu gelmez münakaşa konusu…

Bütün fikir demişken, emek meselesine bir parantez açarak bizim açımızdan kısa bir bakış atalım; zira her bahsin sonunda İbda’dan anladığımız kadarıyla o bahsi biraz daha derinlemesine ele alacağız. Dinimizde ferdlerin emek sarf etmeden/bir tesir meydana getirmeden bir şey üzerinde, hukuk diliyle söyleyecek olursak, mutlak tasarruf hakkına sahib olmalarına cevaz verilmez: Otların kendiliğinden yetiştiği meralar, madenler ve ateş, yani enerji kaynakları… Bunlar kimsenin tek başına tekelinde olamaz. Ayrıca Hz. Ömer’den gelen bir içtihad olarak Müslüman ülkelerin arazisi de ümmetin ortak malı sayılmaktadır. Hâlbuki bu araziler üzerinde kişilerin inşa ettikleri mülklerin kendilerine ait olduğunda bir tereddüd yoktur. İslâm, hiçbir bedenî ve zihnî cehd göstermeden mülkiyet hakkı elde edilmesinin önüne mânialar koymuştur. İslâm bir hamle dinidir ve bu hamlenin yöneleceği en başat sahalardan başlıcası üretim sahasıdır.

Herkesin kendi emeği -yukarıda da ifade ettiğimiz üzere bu emek bedenî de olabilir zihnî de-, son tahlilde o kişinin kendi mülkiyeti altında olduğu kesinlik arz eden tek hususiyetidir. Emek, üretimden daha geniş bir bakış açısı ile mevzuya yanaşırsak, insanoğlunun yaratılış gayesi olan “eşya ve hadiseleri teshir etme/ele geçirme-denetim altına alma” vazifesinin tatbikattaki aleti mesabesindedir ve zihnen gösterilen çaba da bu kapsamda değerlendirilmelidir. İnsanları diğer canlılardan ayıran temel fark onun faaliyetlerinden sorumlu olmasında yatmaktadır. Şuurun olmadığı yerde ahlâk da olmaz, iktisad da ve elbette üretim de.

Üretimin temel bileşenleri açısından baktığımızda emeğin ehemmiyeti çok net ortaya çıkmaktadır: Toprak ve madenler daima vardır; ancak beşerî müdahale ile anlam kazanabilirler. Sermaye ise nihayetinde emek mahsulüdür veya Adam Smith’in deyişiyle emeğin biriktirilmiş halidir. O yüzden emek için dönüştürücü güç tabirini kullandık. Hesaplamalar ve ince ince tahliller ayrı mesele, vakıanın böyle olduğu aşikârdır.

Arabçada üretim kelimesinin karşılığı olarak kullanılan “istihsal” tabiri bu konuyu çok güzel özetlemektedir. İstif’al babında “H-S-L/ortaya çıkarmak, meydana getirmek” fiilinin masdarıdır bu tabir ve bu babın anlamlarından birisi “halden hale geçirmek, dönüştürmek”tir. Yani bir şeyi ilk halinden alıp dönüştürerek farklı bir hale getirmek…
Adam Smith’den itibaren son üç asrın Batılı önemli iktisatçılar, iktisadî olguların aslî miyarı olarak emeği kabul etmişlerdir. Sermaye ve toprak, durağandırlar ve dönüştürücü güç olmadıklarından miyar kabul edilemezler. Bütün iktisadî faaliyetler bu yüzden ancak emekle tanımlanabilir. Diğer taraftan Marksistler ve Sosyalistler ise diğer iki unsuru emeğin inhisarına alma talebinde bulunmaktadırlar.

Arada bir not olarak söyleyelim: Liberal iktisadçılar, emeğin değerini belirleyenin, o emeğe yönelik “etkin taleb” olduğu ileri sürmektedir. Emeğin ortalama bir değeri vardır, ama etkin talebin artıp azalmasına göre bu değer de yükselip düşer. Emek onların anlayışında, tıpkı emtia gibi, piyasa şartlarına tâbidir. Sosyalistler ise, gayet haklı olarak, etkin taleb artışta olsa bile kapitalist ekonomilerin emeğin değerini baskı altında tutma temayülünde olduklarını iddia etmektedirler. Ama ne olursa olsun işçinin emeğinin bir meta olarak görülmesi ve insan haysiyetine yakışmayan bir tarzda ele alınması, İslâm ile diğer inanışlar arasındaki en temel farklardan biridir. Biz “işçinin alnının teri kurumadan HAKKINI verin” buyuran Efendimiz (SAV)’in ümmetiyiz. Bu meseleyi daha kapsamlı bir şekilde ele alacağız.

Batılı iktisadçıların, emeğin mahiyeti ve ehemmiyeti üzerine uzun uzun tahliller yaptıkları ciltler tutan eserler kaleme aldıklarını görüyoruz. Bunun sebebi, liberal kanat açısından, hem iktisadî işleyişin tabiatını anlayıp ona göre yeni üretim ve sermaye oluşturma usulleri teşkil etmek hem de emeğin gerçek vaziyetini belirleyerek ondan en verimli nasıl faydalanılabileceğinin yollarını bulmaktır.

Bunların karşısında pozisyon alan ve 18., bilhassa da 19. asırda Avrupa ve Amerika’yı kasıp kavuran büyük iktisadî dönüşümün cemiyetlerde estirdiği yıkıcı fırtınayı tersine bir fırtına ile durdurma emelindeki Marksizm’den Sosyal Demokratlara kadar muhtelif solcu ya da devrimci görüşlerin emeğe yaklaşımları, aslında yukarıdaki liberal yaklaşımı andırmaktadır. Bunların emek tahlillerinin hedefi de üretim unsurlarının yeniden örgütlenmesiyle yeni üretim yöntemleri bulmak ve faydayı azamiye çıkarmaktan ibarettir. Biraz geri çekilip seyrettiğimizde aralarındaki kavganın sebebini rahatlıkla görebiliyoruz: İdarede kâr güdüsüyle hareket eden burjuva sınıfı mı yoksa işçilerin temsilcileri mi olacak? Çok basitleştirilmiş gelebilir, ama bütün dava bu ve tecrübelerimiz de tesbitimizi doğruluyor. Birisinde emeğin serbest dolaşımı ve daha fazla kazanma arzusuna hitab eden bir yaklaşım varken diğeri, her ne kadar aksini iddia etse de, zımnî ve dolayısıyla mesnedsiz bir metafizik üzerine kendini ikame etmektedir. Şunu da teslim etmek lazım ki, Sosyalist ekollerden özellikle Marksizm’in kapitalizm ve varyasyonlarına yönelik tahlil ve eleştirileri çoğunlukla doğrudur, ancak Marksistler insan ruhunun hakikatini –mecburen- ıskaladıklarından, getirdikleri çözümler akim kalmıştır.

Gelecek sayı aynı bahse devam edeceğiz.

Baran Dergisi 522. Sayı