Bir önceki yazımızda “zaman” ve “mekân” mefhumları üzerinden “Arz-ı Mev’ud” ve “İstikbâl İslâmındır” müjdeleri üzerinde durmuştuk. Orada “Arz-ı Mev’ud: Vaad edilmiş topraklar” mânâsı üzerinden Satanist-Paganist ve de lanetli Yuda nesebi Yahudilerin “nefs” mânâsını veren “mekân”a, “İstikbâl İslâmındır: Vaad edilmiş istikbâl” mânâsı üzerinden Müslümanların ise, “ruh” mânâsını veren “zaman”a oynadıklarına hükmetmiştik. Bu mevzuya bu yazıda farklı bir açıdan yaklaşmayı uygun gördük.

Burada, yine daha evvel anlatılanlar çerçevesinde, ruhun temsilcisi olarak tavsif edilen “zaman” ve nefsin temsilcisi olarak tavsif edilen “mekân” hakkında kısa bir değerlendirme yapmak sanırım uygun olacaktır. “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” külliyatından öğrendiğimize göre, zaman ruha, mekân ise bedene teşbih edilir. “Ruh kalıbını bulur” hükmü üzerinden söylersek, insan ruhu insan bedeninde tecelli eder.

“Zaman ve mekân” arasındaki ilişki, tıpkı bir “matruşka” misâli, “ruh ve beden”, “mânâ ve sûret” ve “ruh ve nefs” arasındaki ilişki gibidir. Bu tür bir ilişkiler ağı aslında bir ve bütünlük arz eder.Şöyle ki; “mânâ ve sûret” arasındaki ilişki “sûret, mânânın aynıdır” neticesini veren bir noktada tezahür eder. Ruh ve beden arasındaki ilişki “Küllî ruh”un tasarrufunda “zıtların birliği” mânâsını veren bir noktada tezahür eder. “Halife-İnsan” özelinde “ruh ve nefs” arasındaki ilişki ise, “kalb hakikatinde bitişik ruh ve nefs kutuplarından birinden birinin gerçekleştirilmesi” mânâsını veren bir noktada tezahür eder. “Varlık” ekseninde “Emr âlemi ve Halk âlemi”, diğer bir ifadeyle de “ruh ve beden”, “hakikat” ekseninde “mânâ ve sûret” ve “kalb” ekseninde ise “ruh ve nefs” arasındaki ilişki, varlıkta küllî ruhun temsilcisi olarak beliren insanda, “zıtların birliği” mânâsını veren “insanî hakikat” noktasında tezahür eder ki, bu; imtihan sırrı çerçevesinde topyekûn varlıkta tecelli eden hakikatin “Muhammedî Hakikat” olduğuna da işaret eder. 

Ruh “tez”, nefs ise “antitez”dir. Küllî ruhun temsilcisi olarak beliren ruhun nefsi kuşatması ise “sentez” olarak anlam kazanır. “Küllî ruh”u temsil eden Allah Resûlü’ne inanmak (iman), insanı Müslüman, dolayısıyla da “ruh kutbu”nu temsil eden hakiki ruhçu yapar, Allah Resûlü’ne inanmamak (inkâr) ise insanı Kâfir, dolayısıyla da “nefs kutbu”nu temsil eden nefsaniyetçi veya nefs muhibbi yapar. Hatırlatmakta fayda vardır. İmam-ı Rabbanî Hazretleri, “nefs kâfirdir”, der ve ekler: “Çünkü; nefs, Şeriatın tekliflerinden hiç hoşlanmaz.” Şeriat, İslâm cemiyet nizamının ta kendisidir. İslâm ise, “zıt kutuplar arası muvazenenin üstün nizamı.”   

“Mânâlar mânâya uygun surette tecelli ederler” hikmeti mucibince, ruhun bedende tecelli etmesi örneğinde olduğu gibi, zaman da mekânda tecelli eder. Ruh bedeni kuşattığı gibi, zaman da mekânı kuşatır. Denilebilir ki, ruh bedeni “küllî ruh”un temsilcisi olarak kuşatırken, zaman da mekânı Allah’ın “Dehr” isminin tecellisi üzerinden kuşatır. Bu çerçeveden bakıldığında, bir tedai hâlinde söylersek, “zamanın ruhu” denilen bir mefhum ile karşılaşırız ki, bu, mevzumuzla da doğrudan ilişkili olarak, “Mutlak Varlık” olan Allah’ın zaman ve mekândaki tecellisine yataklık eden, “İstikbâl İslamındır” mânâsı ile de doğrudan ilişkilidir. 

Büyük Şahid İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, “İBDA Diyalektiği” isimli eserinde, “İslam ve Zaman” başlığı altında şunları söyler: “Zaman, daire şeklinde sonsuza akış… Ve “an”ı, geçmiş ve gelecek buuduyla idrak ediyoruz; geçmiş ve gelecek ise “an”a nisbetle… Sanki bir bilye yuvarlanıyormuşçasına, sonsuz “an”lar cümlesi. “Ân”lar toplamı değil, “ân”larla belirlenen; toplama ve çıkarma söz konusu oldu mu, sonsuz olmaz… “Sonsuzun yarısı ne eder?”… “Yarı sonsuz!”… Hem sonsuz olsun, hem yarım; olmaz… Bir kelimenin mânâsının harflere taksim olunamayacağı gibi bir bütün; içinde bulunduğumuz “ân”da, hem “ân” idrakı, hem bütün zaman… Zaman bir bütün… Büyük Doğu Mimarı’nın ifadesiyle, “zamanın ucunda” yaşıyoruz… Ve tek bir “ân”da!”(1)

Yukarıda son cümlede geçen “zamanın ucunda yaşamak” sözü üzerinde birazcık olsun durmak gerekiyor. Kanaatimce bu söz kendi öz bağlamında iki türlü okunabilir. Birincisi, Allah’ın takdirinde saklı ve küçük kıyamet olarak beliren ölümün her an gerçekleşebileceğine inanmak, ikincisi ise; İBDA Mimarı’nın “sona, en sona geldik” sözünü de hatırlatan olarak, büyük kıyamet öncesi bir zaman diliminde yaşıyor olmamızı hatırlamak. Tam da bu noktada, Allah Resûlü’nün “zaman” ile ilgili hadîsini hatırlamanın tam yeri. Evet; zaman devrini yapa yapa nihaî gayesine eriştiğine göre, öyleyse; zamanın “an”da tecellisi mânâsı üzerinden “İstikbâl İslâmındır” mânâsı da, hakikatta, “zaman ve mekân” itibariyle zâhir olmuş oluyor. Bu mevzuda yine daha evvel zikredilen (El-Mâide 5/3) âyet meâlini tekrardan hatırlatmakta fayda vardır: Allah dini ikmal etti, nimetini tamamladı ve din olarak da İslâm’ı seçti!

 “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” külliyatında, “zaman, mekânda tecelli eder” veya “zaman “an”da tecelli eder” şeklinde pek çok hüküm cümlesine sıkça yer verilir. Yine İBDA külliyatında “parça” ve “bütün” arasındaki ilişki üzerinden “parça bütünün habercisidir” ve “bütün parçada tecelli eder” önermelerine de sıkça yer verilir. Üzerinden bulunduğumuz mevzu çerçevesinde bir değerlendirme yapmak icab ettiğinde, “mekân” ile “an” arasında sıkı bir ilişkinin var olduğu dikkat çekmektedir. Daha evvel ifade edildiği üzere, zaman “geçmiş”, “gelecek” ve “ân” mefhumları üzerinden anlam kazanır. Nitekim “geçmiş” ve “gelecek”, “ân”a nisbetle anlam kazanmaktadır. 
“Zaman, mekânda tecelli eder”, dedik. Zamana “sûret” veya “beden” teşkil eden mekânın, “sûret mânânın aynıdır” hükmü üzerinden, “mekân zamanın aynıdır” hükmüne doğru yol alınır. Böyle bir hüküm cümlesi üzerinden de yeni bir değerlendirme yapmak imkânı doğar ve bu çerçeveden olarak, zamanın ruhunu “geçmiş” ve “gelecek”, mekânını ise “ân” olarak tasavvur etmek imkân dâhiline girer. Dolayısıyla da, “geçmiş” ve “gelecek” mânâsını mündemiç “zamanın ruhu”nu “’an”da tecelli eden “zaman-mekân” olarak okumak daha da mümkün hâle gelir. “Zaman-ân” olmadı mı, ne “geçmiş” ve ne de “gelecek”ten söz edilebilir. Buradan hareketle denilebilir ki aslolan “zaman-an”, dolayısıyla da “ruh”dur. Mekân ise, tıpkı ruhun zâhir olmasında nefsin “araz” hükmünde olması gibi, “zaman”ın mânâsının görünmesi için de “mekân”, “araz” hükmündedir.
Yukarıda anlatılanlar çerçevesinde, “Vaad edilmiş topraklar” (“Arz-ı Mev’ud”) ve “Vaad edilmiş istikbâl” (“İstikbâl İslâmındır”) müjdeleri “zaman ve mekân” esprisi üzerinden yeni bir okumaya tâbi tutulsa yeridir. Bana soracak olursanız, bu tür bir mevzuda şu şekil bir okuma yapmak mümkün gözükmektedir:

Hazret-i Musa Aleyhisselâm, bütün insanlığa değil, sadece İsrailoğullarına gönderilen bir Peygamberdi. Nitekim “Arz-ı Mev’ud” müjdesi de, bütün bir dünya için değil, sadece belli bir zaman ve mekân için kullanılan bir tâbirdir. Hâlbuki Allah Resûlü, bütün insanlığa, dolayısıyla da bütün zaman ve mekâna gönderilen bir Peygamberdir. Bundan dolayıdır ki topyekûn dünya, diğer bir ifadeyle de yeryüzü, “Muhammedî Nur”un sahibi Allah Resûlü’ne mescid kılınmıştır. Yâni topyekûn zaman ve mekân, Allah Resûlü’nün helâli olarak mutlak mânâda kayıt altına alınmıştır. Diğer bir ifadeyle de bütün bir “varlık, “Muhammedî Ruh” ile nikâhlanmıştır. Dinin niçin namus olarak telakki edildiğini bir de bu çerçevede düşünmek gerekiyor. Namus kavgası üzerinden namus cinayetlerinin derin psikolojisini de yine bu noktalarda aramak icab eder. Fıtrat dini olarak beliren İslâm, fıtrata mugayir hiçbir fiilin bünyeleşmesine müsaade etmiyor. Bundan dolayıdır ki Allah, Müslümanlara din (İslâm, İlâhî Kelimetullah, Kelime-i Tevhid vs.) yalnız Allah’ın oluncaya kadar kâfirlerle savaşmalarını emretmiştir. İlâhî emre itaat hakikate tabi olmak mânâsına hakikatin açık edilmesini de beraberinde getirmiştir. Bunu açık edene mü’min denir. Emre itaat edilmediği takdirde hakikatin perdelenmesi veya örtülmesi mânâsı söz konusudur ki, bunu örten kişiye de kâfir denmiştir. Hakikatin zâhir olmasına dair herhangi bir fiil veya amel, kâfirle savaşın da ta kendisidir. Nihaî savaşın Melheme-i Kübra olmasını da bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Bu durumun, “İdeler âlemi” veya “Berzah”taki hakikatinin kalb hakikatinde bitişik ruh ve nefs arasındaki savaş olduğu da söylenebilir. Allah Resûlü’nün gölgesi mahiyetinde zuhur edecek olan ve “İstikbâl İslâmındır” mânâsıyla müjdelenen Hazret-i Mehdî Aleyhisselâm’ın kıyamet öncesi yeryüzü hâkimiyetini de yine bu çerçevede değerlendirmek icab eder. Hazret-i Musa Aleyhisselâm üzerinden Musevîlere verilen “Arz-ı Mev’ud” müjdesi, önce Hazret-i İsa Aleyhisselâm, ardından da Allah Resûlü’nün gönderilmesiyle birlikte “nesh” edilmiştir. Musevî mizaç üzere zuhur edecek olan Hazret-i Mehdî Aleyhisselâm’ın, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın yeryüzüne indirilmesi veya nüzulü eşliğinde yeryüzü hakimiyeti ile, Allah Resûlü’ne yeryüzünün mescit kılınması arasında da mânâ olarak doğrudan bir ilişki olduğu söylenebilir. Burada dikkat çekmek istediğimiz husus şudur: “Arz-ı Mev’ud” müjdesi, yeni zaman ve mekânda tecelli eden hakikatler çerçevesinde nesh edilmiş olup, zaman ve mekânın emrine verildiği Allah Resûlü’nün Müslümanlara müjdelediği “İstikbal İslâmındır” müjdesi ile birlikte, topyekûn zaman ve mekânın aslında “mühürlenmiş zaman” esprisi üzerinden Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın nüzulüne yataklık eden Hazret-i Mehdî Aleyhisselâm’ın zuhurunun gerçekleşeceği bir zaman dilimine girdiğimizi de göstermektedir.

Andrey Tarkosvki’nin “Mühürlenmiş Zaman” isimli kitabının muhtevası bir yana, sırf kitabın isminden dolayı mevzu edildiği düşünülse dahi, bizzat kendi şahsında tecelli eden hakikati “İstikbâl İslâmındır” mânâsıyla örtüştüren İBDA Mimarı, tıpkı “Eski Ahit”i tamamlayan “Yeni Ahit” misâlinde olduğu gibi, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” mânâsını “Zamanı gelmiş fikir” olarak tavsif ettikten hemen sonra, “Zamanı gelmiş bir fikri engelleyebilecek hiçbir güç yoktur” mottosuyla bütün bir insanlığa duyururken, aslında, Allah Resûlü’nün gölgesi keyfiyetini haiz bir noktada, “zaman ve mekânın” kendisine emanet edildiğine de işaret etmektedir. Emanetin ehline verilmesi gerektiği hadîsi malumdur. Buradan şu şekil bir çıkarsama yapmak sanırım yanlış olmaz: “Aslolan mânâdır” ve “mânâlar ona uygun suretlerde tecelli ederler.” Bu mânâdan olarak, “ân”a nisbetle “geçmiş” ve “gelecek”, “suret mânânın aynıdır” neticesini veren “zaman, mekânda tecelli eder” esprisi üzerinden, “İstikbâl İslâmındır” müjdesi de daha bir âyan olur.  

Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl, “Gençliğe Hitabe”sinde, “gençlik” metaforu üzerinden “Zaman bendedir ve mekân bana emanettir!” hükmüne yer verirken, aslında, “beklenen ve özlenen kahraman”a da doğrudan hitab etmektedir.  Onu müjdelemektedir. Nitekim söz konusu hitaba muhatab olan İBDA Mimarı, “Gençliğin Cevabı”nı “Mühürlenmiş zaman” esprisi üzerinden çok nezih bir şekilde bütün bir insanlığa duyurmaktadır. 
Zaman ve mekânın kendisine emanet edildiği “gençlik”, hiç şüphesiz ki “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”nın bizzat kendisidir. “Halvet Der-Encümen” çerçevesinde söylersek, “Halk içinde Hakk ile beraber olmak” liyakat şartlarını haiz İBDA Mimarı, “gölge” keyfiyetindeki “Halife-İnsan” misyonuyla, “son Âdem” olduğunu da ifşa edercesine, gerek ferd, gerek toplum ve gerekse devlet olarak yaşanan ve yaşatılacak olan olarak temsil edilmeyi beklemektedir. 
 
Dipnot
1-Salih Mirzabeyoğlu, İBDA Diyalektiği “Kurtuluş Yolu”, İBDA Yayınları, İstanbul, 1995, 3. Basım, sh. 67.

Baran Dergisi 639. Sayı